Aralık
sayımız çıktı

Truva Atı’nın parçaları, İskit yazısının şifreleri…

Son günlerde iki yeni “arkeolojik kirlenme” örneği daha sosyal medyada kendine yer buldu. Mesleki ilkeleri olan arkeolog, sanat tarihçisi ve müzeciler ise “popüler ve medyatik” olmayı değil, kazı sonuçlarını bilimsel kriterlere göre paylaşmayı hedefliyor.

Türkiye’de arkeolojik kazıların bir ayağı üni­versiteler ve akademis­yenler ise diğer ayağı müzeler ve müze uzmanlarıdır. 2000’li yılların başından itibaren de­ğişmeye başlayan müzecilik anlayışı ile birlikte, Türkiye müzeleri yeni bir yapılanma içine girmeye başlamıştır. Bu süreçte Gaziantep, Şanlıurfa ve Hatay gibi zengin arkeolojik değerlere sahip önemli kentle­rimizde, Batı dünyasının bile takdirle karşıladığı yeni müze­ler inşa edilmiş ve bunlar teş­hire açılmıştır. Söz konusu mü­zeler modern sistemlerle dona­tılmış depoları, konservasyon laboratuvarları ve kütüphane­leri ile adeta akademik bir ya­pıya geçiş yapmışlardır.

Çoğunlukla arkeolog ve sa­nat tarihçilerinin oluşturduğu müze uzmanlarının yeniden yapılanma ile birlikte hem sa­yıları hızla artmış hem de aka­demi gibi çalışmaya başlayan müzelerin yoğun arkeolojik faaliyetleri ile bilgi birikimle­ri ve deneyimleri üst düzeye ulaşmıştır. Bu olumlu sürecin meyvelerini hızlı bir biçim­de vermeye başlamış olduğu­nu Kureyşler Barajı Kurtar­ma kazıları projesini yürüten Kütahya Müzesi özelinde yine bu sütunlardan memnuniyetle duyurmuştuk.

Giderek artan arkeolojik çalışmalar müze uzmanlarının yayın faaliyetlerine de doğ­rudan olumlu biçimde yan­sımaya başlamıştır. Bununla birlikte kimi akademisyenle­rin özellikle dikkati çekmek ve kazılarına kamuoyu ilgisi oluşturmak adına hızlı, bazen eksik, çoğunlukla ise abartılı beyanlarının benzerlerini bazı müze uzmanlarının internet ortamındaki yayın ve haberle­rinde görmeye başlamış olma­mız, bu yazının da ana konu­sunu oluşturmuştur.

Ahşap, arkeolojik kazılarda nadiren bulunan bir malzeme­dir. Organik olması nedeniyle günümüze ulaşması için top­rak altında belli şartların oluş­ması gereklidir. Yenikapı Met­ro-Marmaray kazılarında Ne­olitik yerleşmede açığa çıkan 8500 yıllık ahşap kulübe, me­zar sandukaları, kano kürek­leri ve araç-gereçler dünyada büyük yankı uyandırmıştı.

Yenikapı kazılarının en önemli sonuçlarından biri Tür­kiye Erken Öntarihi’nde Neoli­tik bir yerleşmenin deniz tara­fından yutulduğunun anlaşıl­mış olmasıdır. MÖ 5500-5200 yıllarında buzulların erimesi ile birlikte yükselen Marmara Denizi, Yenikapı Neolitik köyü­nü yaşanmaz hale getirmiş ve insanlar yerleşmeyi terketmek zorunda kalmıştır.

Bu önemli gelişmeler ve çarpıcı buluntular, akla hemen “Nuh ve Tufan” gibi son derece popüler ve medyatik bir temayı getirse de, kazıyı yapan arkeo­loglar ve Arkeoloji Müzesi uz­manları yaptıkları açıklamalar­da buna bir gönderme yapma­mışlar -örneğin kazılarda çıkan ahşap bulguların Tufan öncesi insanlığa ait olduğunu iddia et­memişler- tamamen bilimsel bir çerçevede, ulaştıkları so­nuçları paylaşmışlardır.

Arkeo-efsaneler… Troya’da bulunan ahşap örneklerini meşhur Tahta At’a, Samsun-Salıpazarı- Yeşilköy kazılarında ortaya çıkan kazıma tekniklerini İskit ve Öntürk runik yazı ve tamgalara bağlayan haberler…

Oysa benzer bir noktada, çok farklı, hatta tam tersine bir durum, maalesef kısa bir süre önce Troya (Truva) kazısında yaşanmıştır. Kazı sırasında bu­lunan bir grup ahşap malzeme bağlamına ve tabakasına bakıl­madan, hızlı bir şekilde Truva Atı’nın parçaları olarak inter­net ortamına servis edilmiştir. Kaldı ki Troya, dünya çapında­ki ünü ile böylesine bir rekla­ma ihtiyacı olan en son yerleş­me durumundadır.

Bir diğer “kirlenme” örne­ği Samsun’da ortaya çıkmıştır. Bir müze uzmanının Samsun Salıpazarı-Yeşilköy’de bazı ka­ya parçaları üzerinde saptamış olduğu kazıma tekniğindeki ok ve artı biçimindeki birta­kım basit işaretler marifetiy­le İskit, Öntürk ve Oğuz yazılı tamgalarını çözdüğünü beyan etmesi, bilim dünyasınca hay­retle izlenen bir durum oluş­turmaya başlamıştır. Avras­ya coğrafyasında Rus, Alman, Amerikalı, Fransız, Belçika­lı, Kazak, Moğol ve Çinli bili­minsanlarının onlarca yıldır kazılar ile yüzey araştırmala­rında bulamadıkları İskit yazı ve alfabesinin Salıpazarı’nın bir köyünde sadece iki adet işaretle (ok ve artı) keşfetmiş ve bunu büyük bir cesaretle yayınlamış olan müze uzma­nını ayrıca takdir etmemiz gerekmektedir!

Türkiye üniversitelerin­de bir uzmanı olup olmadı­ğını bile bilemediğimiz, Av­rasya arkeolojisi ve filolojisi ile ilgili üst düzey uzmanlık isteyen bir konuda bir müze uzmanının yaklaşık beş yıldır internet ortamındaki gaze­te ile bazı sitelerde İskitlerin ve Öntürklerin yazılarını hem de Salıpazarı’nda keşfetmiş olduğunu iddia etmesi, inter­net ortamındaki yayınların ne denli kontrolden uzak ve arkeolojiyi kirletici olduğunu bir kez daha göstermektedir.

Buradaki en büyük tehlike, bir lise öğrencisinin konu ile ilgili ödev hazırlarken inter­net ortamında bahse konu ya­yınlara ulaşması, öğretmeni ile arkadaşlarına yapacağı su­numda, olmayan İskit ve Ön­türk runik yazı ile tamgaları­nın Salıpazarı’ndaki mevcu­diyetlerini bilimsel zannettiği kaynaklar ışığında anlatma­sı, belki de okul gazetesinde yayınlamasıdır. Kirlenmeler böyle başlar, yıllar içinde biri­kir, gerçek uzmanların bunla­rı temizlemesi ise onlarca yıl alır maalesef.