Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen Sovyetler Birliği ile kurulan iyi ilişkiler Cumhuriyetin ilanından sonra da devam etti. 1936’da Türkiye’nin Boğazlar’ın kontrolünü ele alması soğukluk yarattı ama iki ülke arasındaki ilişkiler asıl 1945’ten sonra gerildi.
Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’yi para ve silah vererek destekleyen Sovyetler Birliği, daha sonra Lausanne’daki barış görüşmelerinde de Türk tezlerini desteklemişti. Bu iyi ilişkiler, 1925 yılında on yıl için yapılan dostluk ve saldırmazlık antlaşmasıyla perçinlendi. 1930’ların başında Türkiye’nin başlattığı devletçilik ve sanayileşme hamlesine de Sovyetler’den büyük destek alındı. Ayrıntılı bir araştırmayla Türkiye’nin kalkınmasına ilişkin bir rapor hazırlayan Sovyet heyetlerinin yanısıra, 1930’larda kurulan birçok sanayi tesisinin de yapımını Sovyetler üstlendi. Böylece 1935 yılında dostluk ve saldırmazlık antlaşması on yıl daha uzatıldı.
1936’da ise ilişkiler biraz gerildi. O yıl Türkiye, Montreux konvansiyonuyla Boğazlar’ın kontrolünü tümüyle eline alıyor, Boğazlar’ı istediği gibi silahlandırmakta serbest kalıyordu. 1840 Londra konvansiyonuna dönüş anlamına gelen bu gelişme, Boğazlar’ın ticarete tamamen açık, savaş zamanında ise ancak Türkiye’nin müttefiklerinin kullanabileceği bir su yolu olması anlamına geliyordu. Sovyetler bu gelişmeyi Türkiye’nin Sovyetler ve Batı dünyası arasındaki tarafsız tutumundan vazgeçmesi ve Batı dünyasına yaklaşması biçiminde yorumladılar.
Bu yorum abartılı olmakla birlikte tam anlamıyla yanlış da değildi. Nitekim Türkiye, İtalya’nın Akdeniz’deki kanundışı etkinliklerinden ürkerek Batı ülkelerine yaklaşmış ve 1932’de, bir süredir uzak durduğu Milletler Cemiyeti’ne üye olmuştu. Montreux konvansiyonu da zaten bunun bir sonucuydu. Öte yandan, Türkiye’nin Almanya ile olan yoğun ticaret ilişkilerinin bu iki ülkeyi müttefik yapma olasılığı, Büyük Britanya ve Fransa’nın Türkiye’nin daha çok üzerine düşmesi sonucunu doğurdu. Büyük Britanya, bütün ülkelerin silah üretmeye başladığı bir dönemde Türkiye’de uzun vadeli bir borç karşılığında demir-çelik fabrikası (Karabük) kurmaya girişmiş, Fransa ise Milletler Cemiyeti’nin Hatay’ı bağımsızlığa ve giderek Türkiye’ye katılmaya götürecek olan yolu açmasına ses çıkarmamıştı.
Büyük Britanya ile Fransa’nın Türkiye’yle bu yakınlaşmaları, II. Dünya Savaşı başladıktan kısa bir süre sonra, 19 Ekim 1939’da Ankara’da bir ittifak antlaşmasıyla sonuçlandı. Ancak, belli durumlarda Türkiye’nin savaşa girmesini öngören bu antlaşmaya Türkiye, saldırıya uğrama hali dışında hiçbir nedenle Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmayacağına ilişkin bir madde koydurmuştu. Savaşın ikinci yılında da Türkiye ve Sovyetler Birliği, Büyük Britanya’nın da teşvikiyle, bir saldırmazlık paktı imzaladılar.
Savaşın bittiği yıl, Türk-Sovyet antlaşmasının da sona erdiği yani yenilenmesi gerektiği yıldı. Ama Sovyetler Birliği buna yanaşmadı. Türkiye’nin savaşa girmesi gerektiği durumlarda bile savaşın dışında kalmasından, bundan daha önemli olarak da, tarafsızlığa ve Montreux antlaşmasına aykırı olarak Boğazlar’dan Alman savaş gemilerinin geçebilmiş olmasından rahatsızdı. Böylece Sovyetler Birliği, kazanan tarafta olmasının da verdiği cesaretle, Türkiye’den olmayacak şeyler istedi. Türkiye-Gürcistan sınırı gözden geçirilecek ve Marmara Denizi’nde Boğazlar’ın güvenliğini sağlayacak ortak bir Türk-Sovyet deniz üssü kurulacaktı. Bu istekler Türkiye’nin Batı dünyasında ittifak aramaya başlamasının başlangıcını oluşturdu. Büyük Britanya ve Birleşik Devletler’in Türkiye’ye Sovyet istekleri karşısında destek olması, Türkiye’nin başlamakta olan Soğuk Savaş sürecinde Batı bloğuna yanaşması sonucunu doğurdu. 1952 yılında NATO üyesi de olan Türkiye’nin Sovyetlerle olan ilişkisini artık Soğuk Savaş koşulları belirleyecekti.
1960’ların başlarında ortaya çıkan iki bunalım, o zamana kadar ABD’nin dümen suyundan ayrılmayan Türkiye’nin Sovyetler politikasını gözden geçirmesine neden oldu. Önce, Sovyetlerin Küba’ya yerleştirdiği nükleer füzeler 1962’de savaşa dönüşebilecek bir bunalım yarattı. Sovyetler Birliği, sonuç olarak bu füzeleri kaldırmayı kabul ederken, ABD’nin de Türkiye’de konuşlandırılmış Jüpiter füzelerini kaldırmasını ve İncirlik üssünü U2 casus uçaklarının kalkış noktası olarak kullanmaya son vermesini istedi. Türkiye’de kamuoyu böylece nasıl bir olası savaş alanına dönüştüğünü öğrenmiş oldu.
İkinci bunalım, 1963 Kıbrıs olayları nedeniyle çıktı. Türkiye’nin Kıbrıs’a askerî müdahalede bulunma isteği, ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İnönü’ye bir mektup yazarak, Türk ordusunun bir NATO ordusu olduğunu ve bu ordunun Türkiye tarafından ulusal nedenlerle kullanılmasının müttefikliğin sonu olacağını bildirdi. Türkiye o günlerde zaten Avrupa ile bütünleşme politikası güdüyordu. Hem Soğuk Savaş’ın sıcak bir savaşa dönüşmesiyle yaşanacak yıkım, hem de müttefik ABD’nin tehdidi, Türkiye’nin dış politikasında yeni yönelimlerin yolunu açtı. Hemen 1964’te Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin Moskova’yı ziyaret etti. Bu 1939’dan sonraki ilk resmî ziyaretti. Sovyetler de ertesi yıl Türkiye’ye iki resmî ziyaret gerçekleştirdiler. Daha sonra da ticaret ilişkileri sürekli olarak arttırıldı. Ayrıca Sovyetler, demir-çelik ve enerji alanlarında hem finansman hem de teknoloji desteğinde bulundu. İlginç olan şu ki, Soğuk Savaş 1945-1946 yıllarında İran ve Yunanistan’da olanların yanısıra Türkiye’de de başlamışken, ilk yumuşama belirtileri de 1960’ların ortalarında Türkiye-SSCB ilişkilerinde görüldü. Sonraki dönemlerde ise kayda değer bir bunalım gözlenmedi.