Aralık
sayımız çıktı

Kiliseden de camiden de daha fazlası

Ayasofya: 1479 yıllık İstanbul Ayasofyası, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın belki de en büyük, en muhteşem çokkültürlü anıt yapısı. 718 yıl kilise, 477 yıl cami, 82 yıldır müze olarak hizmet veren tarihî eser, inançların, mimarinin ve sanatın tepe noktası. Tarih boyunca farklı coğrafyalarda kilise-cami, cami-kilise dönüşümleri ve Ayasofya tartışmalarının günümüzdeki yankıları…

İbadethaneler inananla­rın ihtiyaçlarını karşıla­mak için inşa edilen ya­pılardır. Samimiyetle topla­nan insanlar, dinlerin geliştiği ilk yıllarda evlerde, avlularda, bahçelerde, mezar yapılarında biraraya gelirdi. Zamanla mü­minler çoğalıp siyasi ve eko­nomik güçleri geliştikçe büyük yapılar inşa edilmiştir. Gide­rek tanrıların ya da tanrının rızası için büyük fedakârlıklar ve emeklerle görkemli ibadet yapıları inşa edilmiştir.

Bu süreçte ortaya çıkan tapınaklar, inanan inanma­yan herkesin saygı duyduğu, iktidarın güç ve zenginliği­ni sergilediği mekânlar haline dönüşmüştür. İbadethanelerin iktidarlarla doğrudan ilişki­si, bunları işgallerin, fetihle­rin doğrudan hedefi haline getirmiştir. Daha Mezopotam­ya’da, birçok şehir komşuları tarafından fethedildiği ya da işgal edildiğinde, buradaki baş tanrının tapınağı da fatihle­rin tanrısına adanıyordu. Ga­lip taraf için zafer, tanrılarının bir hediyesiydi ve kendi tan­rılarının mağluplarınkinden daha güçlü olduğunu da kanıt­lıyordu.

160 yıl öncesinden… Tanzimat döneminde geldikleri ve yaklaşık 20 yıl çalıştıkları İstanbul’da çok sayıda mimari proje yapan İtalyan Fossati Kardeşler’e ait bir gravür. Ayasofya ve meydan, 1856.

Eski çağlar boyunca tan­rıların ve inançların barışçı yollarla şehirden şehire göçü ya da göçürülmesi de müm­kündü. Bir tanrıya inanmak diğerini inkâr etmeyi gerektir­miyordu. Bir sıkıntıyı çözmek bazı konularda yardım almak için Mısır ya da Anadolu tan­rılarının ithal ve ihraç edildiği örnekler çoktur.

Tek tanrılı dinlerin yayıl­ması bu ilişkiler ağını daha farklı hale getirdi. Diğer tapı­nakları ve onların tanrılarını kabul etmeyen bu inançlar ya­yıldıkça, çatışmalar, savaşlar ve önemlisi bunların sonuçları da değişmeye başladı. Hıristi­yanlık Akdeniz çevresinde 4. yüzyılda iktidarı ele geçirince, önce “sahte tanrılar”ın hey­kelleri ve tapınakları tahrip edildi. Mesaj çok açıktı: “Eğer bu tanrılar muktedir olsalardı, kendi tapınaklarını ve heykel­lerini koruyabilirlerdi”. Bir ta­pınak ya da kutsal alana yapı­lan saldırı, aslında yeni inan­cın gücünü sergiliyordu.

Son namaz, 1930 Ayasofya galerisinden, namaz kılan cemaate son bakış. Cami 1930’da kapatılmış ve beş yıllık restorasyonun ardından müze olarak açılmıştı.

İlk mücadele evresi geçip Hıristiyanlık devlet dini olun­ca, artık tehdit görülmeyen bazı eski gelenekler canlandı­rıldı. Terkedilen, kirletilen ta­pınaklar yavaş bir süreç içinde kiliseye çevrildiler. Bu artık hem eski dinin bittiğini ve ye­ni dinin zaferini temsil ediyor hem de inananları tanıdık bir çevre içinde dua etmeye çağır­maya yarıyordu. Hıristiyanlar çok daha az olsa da bazı yer­lerde sinagogları da kilise hali­ne getirmiştir.

Bü­yük bir saldırı gibi görünen bu süreç, aslında birçok yapının günümüze ulaşmasını da sağ­lamıştır. Akdeniz çevresinde bugüne ulaşan pagan tapı­naklarının neredeyse tama­mı, değişik dönemlerde kilise haline getirilenlerdir. Dindar yöneticiler, din adamları ve inananlar, hızla Roma İmpa­ratorluğu’nun her yerinde sa­yısız ibadethane inşa ettiler. Bir kişinin güçlükle sığacağı hücrelerden, yüzlerce insanı içine alabilecek çok farklı plan ve süsleme özellikleri ile inşa edilen bu anıtlar, artık kent­lerin ve kırsalın en itibarlı ya­pıları olmuştu. Artık “sapkın inançlı” putperestler tapınak­ları ve kutsal alanları kullana­mıyor, toplum içinde inançla­rını açıklamalarına izin veril­miyordu.

İşte tam da bu sırada, 7. yüzyılda, yeni bir din kısa sü­rede ve çok büyük bir hız­la yayılmaya başladı. Önce Mekke’deki pagan tapınağı, İslâm’ın en saygın ibadetha­nesi haline getirildi. Kudüs’te bulunan büyük kayalık da ben­zer şekilde yeni dinin kutsal mekânı haline geldi. Kentler­deki Hıristiyanlar bazı ibadet­haneleri kullanabilseler de, İslâm ordularının ele geçirdi­ği merkezlerde bulunan büyük ibadethaneler, bu defa cami olarak düzenlendi. Bazı du­rumlarda eski kiliselerin veya İran’da ateşgedelerin yerine camiler inşa edildi. Selçuk­lu ve Osmanlı döneminde de Anadolu ve Balkanlar’da bir­çok şehirde eski kiliseler cami haline getirildi.

Ayasofya’nın tekrar ibadete açılmasını isteyenler, yapının önünde namaz kılıyor, 2016 Mayıs.

Osman Gazi, Bursa şehri kuşatılırken oğlu Orhan Gazi ve yoldaşlarına karşı hisardaki bir kiliseyi işaret etmiş ve ora­ya gömülmeyi vasiyet etmişti. Bursa, İznik gibi ele geçirilen Bizans kentlerinde bazı kilise­ler cami, medrese, türbe gibi yeni fonksiyonlarla kullanıl­mıştır. Osmanlı döneminde­ki bu kullanımın bir yönü, hiç şüphesiz sadece cemaatsiz ka­lan bir yapının kullanımı gibi basit bir amaç içindir. Mevcut yapı, yeni toplum ve devletin bir ihtiyacı için kullanılır. An­cak çoğu zaman uygulama bu kadar basit olmaz. Kiliselere yeni fonksiyonlar vermek özel anlamlar da taşır.

Yukarıda bahsedilen eski örneklerde olduğu gibi, ele ge­çirilen şehirlerde cami hali­ne getirilen kiliseler, İslâm’ın Hıristiyanlığa karşı kazandı­ğı bir zaferin simgesi olarak görülüyor ve bölgenin Müslü­man olmayan halkının da böy­le hissetmesi amaçlanıyordu. Bu coğrafyada Hıristiyan halk arasında anlatılan ve bu yenilgileri inançtan uzaklaştıkları için tanrının bir sınavı olarak gösteren aziz hikâyeleri bu fikri doğrulamaktadır. Hıristi­yan seyyahların bu yapılar ile ilgili notları da benzer yorum­lar içerir.

İznik, Trabzon, Selanik, Hanya, Kandiye, İstanbul gibi şehirlerde eski Bizans kilise­lerinin çoğu cami haline ge­tirilmiştir. Bu kilise yapıları geçirdikleri radikal dönüşüm sayesinde günümüze kadar ayakta kalmayı başarabilmiş­tir. Osmanlı şehirlerinde bu tür dönüşen kiliselere “Kili­se Camii”, “Manastır Mescidi” gibi isimler verilmiş, hatta bu genel bir isim haline gelmiştir; böylece yapının eski fonksiyo­nu yeni adı olmuştur.

Sadece “Ayasofya” adında­ki kiliselerin isimleri değişti­rilmemiş ve Osmanlı dönemi boyunca da bu yapılar aynı ad­la cami olarak yaşamıştır. İs­tanbul, Trabzon, Edirne, Enez, İznik, Selanik, Sofya, Ohri gibi şehirlerde Ayasofya isimli ki­liseler ve sonrasında da aynı ismi koruyan camiler vardır. Sadece Evliya Çelebi’nin Ro­dos’ta anlattığı Sancuvan (San Giovanni?) isimli cami bu ko­nuda farklı bir örnek olabilir.

Sultan Abdülmecid onarımları sonrasında Ayasofya Camii ve meydanın genel görünümü.

17. yüzyıldan itibaren Os­manlı yönetiminin sona erdiği bazı Macaristan kentlerinden başlayarak özellikle 19. yüz­yılda Bulgaristan ve Yunanis­tan’da kilise-camiler tekrar kiliseye çevrilmiştir. Böylece yeni yöneticiler ve devletler, şehirlerinde Osmanlı varlığı­nın da İslâm inancının da so­na erdiğini göstermiş oluyor­lardı. Muhtemelen Müslüman Osmanlılar da bu uygulama­ları Allah’ın onlara bir sınavı olarak gördüler. Kilise olarak inşa edilen, Osmanlı döne­minde kilise aksamı kaldırılıp camiye dönüştürülen, sonra­sında tekrar Osmanlı ekleri kaldırılıp yeniden kilise haline getirilen yapılar şüphesiz çok zarar görmüşlerdir. Orta Avru­pa ve Balkanlar’da Osmanlılar tarafından inşa edilmiş olan bazı yeni camiler de Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesin­den sonra kilise haline getiril­miştir.

Değişimin bilinen en trajik örneklerinden biri, Bursa’nın Tirilye beldesinde gerçekleş­miştir. Burada bulunan ve 9. yüzyıl başlarına tarihlendiri­len bir Bizans kilisesi, 14. yüz­yıldan sonra Osmanlıların böl­geyi ele geçirmesi ile birlikte cami haline getirilmiş ve 1920 yılına kadar cami olarak kul­lanılmıştır. Bu durumda yapı dört yüzyıl kilise, altı yüzyıl cami olarak kullanılmıştır. An­cak 1920’deki Yunan işgalinde cami tekrar kiliseye çevrilmiş, Osmanlı döneminin 16. yüz­yıla ait mermer minberi kırı­lıp yapıdan çıkarılmış ve ya­pı 1922’ye kadar kilise olarak kullanılmıştır. 1922’de kur­tarılan kasabada Türkler de ilk iş olarak kilise olmuş olan Fatih Camii’ni yeniden cami haline getirmişlerdir. Caminin özgün aksamı tahrip edildiği için bu sefer kilisenin ahşap aksamı değiştirilip minber ve mahfil yapılmış, ancak bu il­ginç malzeme de geçen yıllar­da yenilenmiştir!

Hıristiyanlık ve İslâm yanyana Ayasofya Müzesi’nin iç mekanı, her iki dinin sembol ve süslemeleriyle benzersiz bir zenginlik sunuyor.

Kilise camilerin en çok bu­lunduğu şehirlerden bir Sela­nik, 1430’da Osmanlı hâki­miyetine girmiş bir şehirdir. Bizans dünyasının bu büyük şehrinde bulunan görkemli ki­liseler, uzun bir süreç içinde cami haline gelmiştir. Bunlar­dan Ayasofya, aynı adla cami olmuş; Ayios Dimitrios (Kası­miye), Panagia Kalkeon (Ka­zancılar), Galerius’un rotun­dası (Hortaci Süleyman Ağa), Panagia Akheiropoietos (Eski Cami) isimleri ile anılmıştır. Selanik 1912 Balkan Savaşla­rı’nda Osmanlı hâkimiyetin­den çıkınca kilise camiler de önemli bir sorun olmuş, hâlâ önemli bir Müslüman cemaa­tin yaşadığı şehirde bu yapılar başlangıçta yeni bir değişim geçirememiştir. Bunun tek is­tisnası, Selanik’in en büyük azizi sayılan Demetrios’un ki­lisesidir. Diğer kiliseler 1917 yangını sonrasında teker teker kilise haline getirilmiştir.

Türkiye’de ise kilise cami­lerin kaderi daha farklı olmuş­tur. Aslında Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkede iki farklı uygulama vardır. Bunlardan ilki yeniden camiye çevirme uygulamalarıdır. Ermeni teh­ciri ve Rumların mübadele­sinden sonra terkedilmiş boş kiliselerin bazıları cami hali­ne dönüştürülüp kullanılmaya çalışılmıştır. Bu çevirme işleri artık kimseye bir siyasi mesaj da göndermemektedir. Ama 1934’de İstanbul’daki Ayasof­ya’nın Bakanlar Kurulu kara­rı ile müze haline getirilmesi, dindar Müslümanlara yönelik siyasi bir gönderme olarak da ortaya çıkmıştır. 480 yıl bo­yunca cami olan yapı, böylece bir anıt müze olarak günümü­ze kadar devam etmiştir.

Hiç şüphesiz kentin en bü­yük camisi, hatta ulu camisi olan yapının müzeye dönüştü­rülmesi, artık devletin laik ol­duğunun, Osmanlı sisteminin sona erdiğinin de bir gösterge­si oluyordu. Şehirde bulunan diğer kilise camilerden Kariye Camii/ Kariye Müzesi, Fethi­ye Camii/ Fethiye Müzesi gibi örnekler de bu süreçte müze yapılmıştır. İmrahor İlyas Bey Camii olan yapı ise hiçbir za­man ziyaret edilemeyen bir müze olarak kalmıştır.

Osmanlı dönemi boyun­ca vakıflarla zenginleştirilen ve yaşatılan bu yapılar, bugün Kültür Bakanlığının yöneti­mindedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Küçük Ayasofya, Fethiye, Fenari İsa gibi eski Bizans kilisesi olan camilerin niteliksiz ekler olduğu iddiası ile minareleri yıktırılmış, Ka­riye Camii’nin 16. yüzyıla ait ahşap minberi yapıdan uzak­laştırılmıştır. Benzer şekilde diğer birçok örnekte Osmanlı dönemi ekleri belgelenmeden dikkatsizce ortadan kaldırıl­mıştır.

Ayasofya’nın mermer sütunları ve efsane ana kubbesi.

Bu yapıları hâlâ İslâm’ın Hıristiyanlığa karşı bir zafe­ri olarak gören muhafazakâr çevreler ise bu uygulamalar­dan çok rahatsız olmuş ve gi­derek ciddi tepkiler göster­miştir. Türkiye’de kendilerini liberal ve modern gören çev­reler bu yapıların müze olma­sını, hatta Osmanlı dönemi eklerinin tamamen kaldırıl­masını; muhafazakâr olanlar ise Bizans döneminden hiç bahsetmeden hatta Osman­lı dönemi boyunca açık kalan Bizans izlerini bile kapatarak bu yapıları sadece cami ola­rak kullanmak düşüncesini di­le getirir olmuşlardır. Aslında asırlardır cami olarak kulla­nılan ve yaşatılan bu yapıla­rın cami olarak kullanılma­ya devam etmesi, ibadethane geleneğinin yaşaması açısın­dan tercih bile edilebilecek bir durumdur. Ancak çağdaş cami cemaati, geçmişin mütedeyyin cemaatinden farklıdır. Bu ya­pıların, yoğun siyasi baskılar, saçma sapan komplo hikâyele­ri, cahilce kışkırtmalarla teh­dit altında tutulduğu ve cami yapıldığı takdirde büyük mi­mari-tarihî kayıplar yaşanaca­ğı aşikardır.

Ülkemizdeki siyasi çev­relerde kendilerine taraftar bulan bu yaklaşımlar, güncel uygulamaları da etkiler hale gelmiştir. Restore edilen İz­nik ve Trabzon Ayasofyaları bir oldubitti ile camiye çev­rilmiş, koruma amaçlı yakla­şımlar dikkate alınmamıştır. Asırlarca cami olarak kullanı­lan her iki yapının da yeniden cami haline getirilmesinde tek sorun, uygulama detaylarının tartışılmadan her açıdan kaba bir işçilikle yapılmasıdır.

Son yıllarda yapılan bir di­ğer restorasyon da Arap Camii uygulamalarıdır. Çalışmalar sırasında ortaya çıkan fresko ve mozaik tekniğindeki figür­lü çok kıymetli resimler basit düzenlemelerle korunabile­cek iken alçı levhalar ile ka­patılıp bırakılmıştır. Yapıla­rı çok katmanlı bir geçmişin zengin anıtları olarak görmek ve geçirdikleri tüm dönemle­rin izlerine ve fonksiyonları­na saygılı koruma gayreti ise az sayıdaki uzmanın ve hassas kişinin gündemindedir.

Ayasofya minaresinde makineli tüfek yuvası Dünya Savaşı sırasında, İstanbul’un yüksek noktalarına muhtemel hava saldırılarına karşı makinelitüfek yuvaları yapılmıştı. Bunlardan biri de Ayasofya’nın II. Selim devrinde inşa edilen minaresinde bulunuyordu.

Kilise-cami-müze sürecin­den geçmiş yapıların tekrar cami haline getirilmesi, açıkta olan ya da açığa çıkan Hıristi­yan sanatı izlerinin hoyratça kapatılması, acaba ne şekilde algılanacaktır? Belli ki Türki­ye toplumunun ve İslâm âle­minin bir kısmı ile tutucu Hı­ristiyanlar, eski yaklaşımlarla düşünmeye devam etmektedir. Aynı düzlemde düşünen iki ta­rafın fanatiklerinden bir taraf yeniden zafer ve fetih heyeca­nı duyarken, diğeri bu uygula­mada bir düşüş görerek üzüle­cek ve öfkelenecektir.

İspanya ve Balkanlar’da birçok kiliseye dönüşmüş ca­mi varken, Hindistan’da eski tapınaklar üzerine inşa edilen camiler artık cami olarak kul­lanılamıyorken ve hatta bazı tarihî camiler fanatik Hindular tarafından tanrıların mutlulu­ğu için tahrip ediliyorken, Aya­sofya’nın camiye dönüşmesi ne anlama gelecektir? Osmanlı döneminde şaşırtıcı ve zarif bir yaklaşımla korunan, yaşatılan bu anıtların bugünkü durumu ve çağdaş yaklaşımlar, İslâm inancı ve muhafazakâr politi­kalar adına pek itibarlı bir du­rum yaratmayacaktır.

ANA KUBBE VE YARIM KUBBELERDEN ÖRTÜ SİSTEMİ

Türk-Osmanlı camilerinin mimari atası

Ayasofya, kubbe ve yarım kubbelerden oluşan örtü sistemi ile Osmanlı mimarlığını birinci dereceden etkiledi. Böylece 6. yüzyılda tasarlanan bir yapı, asırlar sonra yeni fatihlerin uygar­lığına büyük katkı sağladı. Fatih Camii, Beyazıt Camii, Şehzade ve Süleymaniye gibi görkemli birçok örneğin esin kaynağı Ayasofya’dır.

İstanbul’da bu isimde ilk yapı­nın İmparator Konstantinus tara­fından 4. yüzyılın başlarında inşa edildiği kabul edilmektedir. Kilise bir aziz ya da azizeye değil tanrının kutsal bilgeliğine adanmıştı. 415 yılında bir isyanda tahrip olan yapı, bu sefer II. Theodosius tarafından biraz daha büyük ve görkemli olarak inşa edilmiştir. Ancak bu ilk iki yapı da ahşap çatılı binalardı.

532 yılında bir isyanda yanan ikinci Ayasofya’nın üzerine imparator İustinianus bugünkü büyük bir kubbe ve yarım kubbeler ile kapanan ya­pıyı inşa ettirmiştir. 537 yılında tekrar açılarak kentin en büyük kilisesi olan Ayasofya, uzun asırlar boyunca dünyanın da en büyük kilisesiydi. Benzersiz tasarımı genellikle tanrının impa­rator ya da mimarlara ya da her ikisine ilhamı olarak algılanmış ve Bizans uygarlığında küçük bile olsa bu plan tipinde başka bir yapı inşa edilmemiştir.

1453’te Osmanlılar İstanbul’u fethettiğinde ilk önce cami haline getirilen yapı olmuş ve Salı günü ele geçirilen kentte ilk Cuma namazı da burada kılınmıştır. Yapı özellikle kubbe ve yarım kubbeler­den oluşan örtü sistemi ile Osmanlı mimarlığını çok etkiledi ve klasik Osmanlı mimarisinde bu sistem ye­niden ele alınıp geliştirildi. Böylece 6. yüzyılda tasarlanan bir yapı, asır­lar sonra yeni fatihlerin mimarisini etkileyerek Osmanlı uygarlığına büyük bir katkı sağlamıştır. Dünya mimarlık tarihinde bir yapının neredeyse bin yıl sonra yeni bir mi­mariyi bu şekilde etkilemesi eşsiz bir durumdur.

Osmanlı mimarisinin Fatih Camii, Beyazıt Camii, Sultanahmet Camii, Şehzade ve Süleymaniye gibi görkemli birçok örneğinin esin kaynağı Ayasofya’dır. Kimi Osmanlı metinleri Ayasofya’nın kubbesi ve Osmanlı mimarisi ara­sında kıyaslamalar yapmış, hatta Mimar Sinan bile hatıralarının birçok yerinde Ayasofya’ya gön­dermelerde bulunmuştur. Merkezi mekânlar oluşturma konusunda birçok deneme yapan Türk-İslâm mimari geleneği, Ayasofya’nın büyük kubbesi ve yarım kubbele­rini onları örtü sistemine bağla­yan daha küçük yarım kubbeleri günümüze kadar birçok anıtında kullanmıştır. Bizans döneminde olduğu gibi birçok efsane ile yapıyı kendi geçmişinin olağanüstü bir imgesi haline getirmiştir.

II. Beyazıt, II. Selim ve III. Murat tarafından inşa ettirilen minareler ile yapı adeta bir selatin camiye dönüşmüş ve önünde yer alan türbeler ile hanedanın kabristanı haline gelmiştir. İçerisinde bulunan mihrap, minber, kürsüler, İslâm hat sanatının başarılı örneklerin­den olan dev yazılar ile yapı bir cami olarak da etkileyicidir. İslâm dünyasında pek benzeri olmayan Allah, Hazreti Muhammed, dört halife ve peygamberin torunları Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin’in isimlerinin yazıldığı levhalar, sanki Bizans döneminin aziz resimlerine İslâm inancının karşı tezi gibidir.

Yapı giderek Osmanlı coğ­rafyasında yaşayan insanların zihninde temel cami imgesi haline gelmiştir. Osmanlı camii kurşun kaplı kubbe ve yarım kubbelerle örtülü bir yapı olmalıdır. 19. yüzyıl­da bu kurgudan kısmen uzakla­şılırken, Cumhuriyet döneminde yeniden gündeme gelen klasik Osmanlı mimarisi dinî mimariyi tamamen ele geçirmiş ve farklı bir tasarım kabul edilmez olmuştur. Günümüzde de cami denildiğinde insanların zihninde beliren imge klasik Osmanlı camileri ve onlar vasıtasıyla Ayasofya’dır. İslâm dünyasının en büyük şehirlerinden biri olan İstanbul’un en eski camisi, en eski medresesi/eğitim yapısı gibi özellikleri de bünyesinde taşıyan Ayasofya, 1934’ten beri hizmet verdiği iki büyük uygarlığın ve inancın sergilendiği bir müze olarak kullanılmaktadır.

Önde Ayasofya, arkada onu örnek alan camilerden Sultanahmet.

ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK

Anadolu’da koruma ve bir arada yaşama geleneği

UNESCO tarafından 1990’da yapılan İpek Yolu ekspedis­yonu sırasında, İslâmiyet öncesi tapınakların harabe halinde olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştı. 9. yüzyıla kadar olan aşağı yukarı bütün abidelerin bu durumda olduğu anlaşılmıştı. Ayrıca 15. yüzyıldan itibaren Budist tapınakların çoğunun kullanılmadığı için yıkıldığı da bir vakıadır.

Türkiye coğrafyasında ise Selçuklu ve Osmanlı dönemle­rinde Hıristiyan ahali ile birarada yaşamaktan ötürü, farklı inanç­lara ait tapınakların korunmuş olduğunu görüyoruz. Unesco komisyonundaki bir Özbek tarih­çi Ankara’ya geldiği zaman 13. yüzyıl sonundan kalma ahşap Aslanhane Camii’ni görmüş ve büyük şaşkınlık içinde “Buranın halkı çok medeni olmalı, bu eseri korumuşlar” demişti. Orta Asya’da ise ilk ahşap mimari 18. yüzyıldan itibaren başlar.

Bu çerçevede Anadolu’da dinî mekanların, tapınakların dönüştürülmesi eskiden beri görülür. Bunlar yok edilmemiş, korunmuştur. Bir dönemin pagan tapınakları da kiliseye çevrilerek yaşatılmıştı. Sanat tarihçisi Feridun Özgümüş’ün “Kiliseye Çevrilen Pagan Tapınakları” adlı ayrıntılı bir çalışması vardır. Sonuçta Anadolu coğrafyası, tarihte birlikte yaşanan bir çok­kültürlülük sunar ve bugün bize düşen de bu anlayış ve yaşayışı koruyarak sürdürmektir. (İsenbike Togan)