Masallara, hikayelere düşkün çocuklar, yaşadıkları çevrenin dağ ve nehirlerini anne babalarının anlattıkları destanlardan öğrenir. Birey ile yaşadığı toprak arasında kurulan bu köprüler, yurt sevgisini temellendirir. Ural Batır destanı da, ölümsüzlük suyunu içmek yerine dağlara serpiştiren kahramanı anlatır.
Türklerin tarihinde doğa ve doğada bulduğumuz dikili taşlar bize tarihi yansıtan bengü (ebedi) taşlardır. Böyle bir söylem içinde hemen akla Orhun Abideleri gelir. Halbuki bütün yazılı taşlar dikili değildir. Bir de doğada zaten varolan taşlar üzerine yazılanlar vardır.
Dağları, taşları yazı malzemesi gibi kullanma adeti günümüze kadar gelmiştir. Yaz tatillerinde yollardan geçerken dağlara taşlara yazılmış birçok yazı görür, geçip gideriz. Zira günümüzde bunlar tarihî belgeler olmaktan ziyade sloganlar, söylemlerdir. Orada tarihten alma bir gelenekle karşı karşıya olduğumuzu düşünmeyiz. Çok eski tarih öncesi devirlerde ise taşlar, kayalar üzerine yapılmış resimler görürüz.
Bir de taşlara atfedilen hikâyeler vardır, bunlar sözlü gelenek yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılır. Başkurdistan’dan gelen böyle bir hikâye bizi çevremizi tanıma ve vatan sevgisini doğa yoluyla öğrenme konusunda düşündürür.
Ural dağlarındaki Başkurdistan’ın coğrafyası, ovalar ve çok da yüksek olmayan dağlardan oluşur. Dağlar Başkurtçada “akkayın” denilen huş ağaçları ile donanmış oldukları kadar, taşlık alanlardır. Dağlarda kristal dahil bizim kıymetli taş dediğimiz türden çeşit çeşit taş bulunur. Başkurdistan’ın doğusunda Beloretsk bölgesindeki dağlık alanda 16 farklı renkte yaşma adı verilen jasper taşı çıkar. Ancak tarihsel olarak Başkurtlar bu taşları dağdan koparıp kendi üstlerine ziynet eşyası olarak takmak yerine, taşlara kayalara hikâyeler atfederek, onları bir anlamda kendileri için değerlendirmişler ve yurt, vatan duygularını bu hikayelerle perçinlemişler.
Bir örnek vermek gerekirse Ufa şehrinin batısında Dim nehri boylarında Susak adını taşıyan ve bir açıdan Erciyes’e benzeyen, ama daha alçak bir dağ bulunmaktadır. Bu sivri tepeli dağın arkasında uzaktan da görülebilen iki dağ daha bulunmaktadır. Rivayete göre, Başkurtlar için en önemli destanın başkahramanı Ural Batır buradan geçerken yere oturmuş ve çizmelerini çıkartarak her birini bir yere koymuş ve sonunda bu iki dağ bu iki çizmeden oluşmuş. Demek ki oralara oralarda doğup büyüyen bir çocuk Ural Batır destanı ile ders kitaplarından çok önce, içinde bulunduğu coğrafi çevre ve iç içe yaşadığı doğa dolayısıyla tanışmaktadır.
Geleneğe göre, çok eski zamanlarda yer ve gök yaratıldığı zamanlarda varolmuş olan ilk iki insanın oğlu olan Ural Batır, hayatı boyunca kötülüklerle mücadele etmiş, haksızlıklara karşı koymuş, fakirleri kollamış ve icap edince de ele geçirdiği malları onlar arasında üleştirmiş. Mücadeleleri sırasında öldürdüğü devlerin en büyüğünden meydana gelen dağları ve orada yaşayan insanları korumak ve onlara bir gelecek vermek için, kendisine ölümsüzlük dileği ile verilmiş olan ab-ı hayat suyunu içmemiş ve dağlara serpiştirmiştir. Kendi içse sadece bir kişiye yarayacak olan bu kutsal suyu serpiştirdiği dağlar ise böylelikle ebediyen yeşil kalmış ve kendini dağlara feda eden bu kahramanın (Batır) adını alarak Ural diye bilinmişlerdir. Bu yörenin en büyük nehirleri de aslında Ural Batır’ın çocuklarıdır.
Demek ki eğitim öncesi yaşlarda masallara ve hikayelere düşkün olan çocuklar, yaşadıkları çevrenin dağ ve nehirlerini doğanın içinde yürüdükçe anne babalarının kendilerine anlattıkları bu destanlar vasıtasıyla öğreniyorlardı. Birey ile yaşadığı toprak arasında kurulan bu köprüler hem coğrafi hem de edebî bir mahiyet taşır.
Asırlar boyunca bu destanları söyleyenlere söz üstadı anlamında seçen denmiştir. Ozanların sazı gibi koray denilen kavalları olan seçenler, destanları böylece doğa, müzik yoluyla yaşatıyor ve genç kuşaklara öğretmiş oluyorlardı. Büyükler de hikayenin ayrıntılarını genç kuşaklara sazsız ama sözlü olarak anlatıyordu. Ben de böylece Başkurdistan’ı gezerken bir bakıma çocuk muamelesi görmüş olduğumu anlıyorum, ama coğrafyayı bilmeyeni eğitmenin en güzel yollarından biri de budur.
Anlatılan hikaye, doğayı bir yerde sizin hafızanıza kazır. Başkurdistan’da birçok farklı ve resimli baskıları olan bu destanın iki farklı versiyonu Türkçeye çevrilmiştir. Ancak yukarıda sözünü ettiğim “çizmeli hikaye” bu basılı metinlerde bulunmaz. Bu olgu destanların kentlerde kapalı mekanlarda değil de doğa içinde doğup gelişmiş olduklarını, onun için de tarihten geldiklerini anlatır bize.