Kasım
sayımız çıktı

Yeryüzüne damlayan nefis göksel armağan

Tarih boyunca yiyecek, içecek hatta ilaç, tanrılara sunu, takas aracı ve kozmetik amaçlı kullanıldı. “Tanrılar katından, dünya ağacının dallarından yeryüzüne damlayan” her derde deva balsa düzenin, mükemmeliyetin ve hayatın simgesi oldu. Bu armağana layık olmayan insanoğlu, bugün arıların soyunu kurutmak üzere.

Mağara resimleri insan­ların tarih öncesin­den beri diğer vahşi hayvanların ve kuşların izlerini takip ederek doğadaki arı yuva­larını talan ettiklerini gösteri­yor. Elinde duman kaynağı ile bir kovanı yağmalayan iki insanı gösteren duvar resimleri insan ve arı ilişkisinin bilinen geçmi­şinin 13 bin yıl kadar geriye git­tiğini göstermekte. Hatta bugün bile bazı topluluklar tamamen aynı yöntemlerle doğadan bal topluyor.

Bal, tarih boyunca yiyecek, içecek, ilaç, tanrılara sunu, takas aracı ve kozmetik amaçlı kulla­nılmış ve elde etme süre­ci zorlu olduğundan değerli bir besin sayılmıştır. Nasıl meydana geldiği anlaşılamadığından, birçok uy­garlık balın kutsallığına inanmış, tanrılar katından, dünya ağacı­nın dallarından yeryüzüne dam­ladığına inanılmış ve göksel de­ğerler yakıştırılmış.

Antik Yunan sikke ve süslemelerinde arı sembolü.

Yunanlılar kehribara Elect­ron derler ve uyanışı, yenilen­meyi temsil eden Güneş Tanrısı Elector ile ilişkilendirirlerdi. Bal da ambere benzediğinden keh­ribar içindeki taşlaşmış arılar sembolik olarak çok önem taşı­mışlardır. Gerek Efes Artemis’i gerekse Roma’nın Diana’sı hep kraliçe arı ile ilişkilendirilmiştir. Bu heykellerin göğsünde taşıdığı yumurtalar ve birinin başında­ki kovan şeklinde başlık bu iliş­ki varsayımını güçlendirmek­te. Tanrısal özellikleri olduğuna inanılan bal saflığı simgelediği için evlilik törenlerinde kulla­nılmış, tanrılar katına yapılacak yolculuklarda ölümsüzlük geti­receğine inanıldığından, ölüye eşlik etsin diye mezarlara yer­leştirilmiş.

Balın Mısır’dan daha eski ta­rihlerde Sümer tabletlerinde de adı geçiyor. Daha sonraki Babil tabletlerinde de bal kullanıla­rak yapılan ilaç tariflerine rast­lanmış. Bir Sümer stelinde ana tanrıça bir kraliçe arı, eşlikçileri de arı prensesler olarak göste­rilmişler. Sümerlerin apiterapi­yi geliştirenler olduğu biliniyor. Bal, polen, arı sütü, propolis ve arı zehrinden sağaltım amaç­lı yararlanmayı biliyorlardı. Bal salt yiyecek değil, yaşamsal öne­mi olan tıbbi bir ilaçtı.

Bal ile ilgili bir başka kayda MÖ 5500 civarında Mısır’da rast­lıyoruz. O dönemde Nil deltasın­dan Memphis’e kadar olan bölgeye “Ta-bitty”, yani “Arı Diyarı” adı veril­miş. Eski Ahit’te Mı­sır’dan yola çıkan İsrailoğullarına da Tanrı tarafın­dan ‘Vadedilmiş Topraklar’da süt ve bal nehirleri akan bir ülke sö­zü verilmesi ilginçtir. Dahası 1. hanedanı döneminde Kral Me­nes’ten sonra firavunların hepsi “Arıcı” lakabını almışlar, bunu da hiyerogliflerde isim kartuşlarının önüne konmuş bir arı resmi ile ifade etmişlerdir. 2500 yıl sonra ise Abusir’deki tapınak kabart­malarında arıcılığın artık bir iş kolu haline geldiği görülmekte. Muhasebe kayıtlarında bile 110 çanak balın bir eşek veya öküze karşılık olduğu ve ticari olarak takasa girdiği anlaşılıyor. 1800’de arkeologların Mısır’da bir mezar­da buldukları iki çanak bal bozul­madan korunmuş ve hâlâ yenebi­lir durumda idi.

Tanrısal özellikleri olduğuna inanılan bal ve arı Mısır hiyerogliflerinde yer alıyordu.

Ölüm törenlerinde ölenin son yolculuğuna eşlik eden bal, kötü ruhları uzak tutmak ve yol­culuğunda ölen kişiyi beslemek, güçlendirmek amacı taşırdı. Bu nedenle hem mezara konan yi­yeceklerin saklanmasında hem de bedenin mumyalanmasında kullanılmıştı.

Mısır’ın kuzeyine çıktığı­mızda arı kovanlarının toplum­sal düzen modeli olarak Akdeniz medeniyetlerinin çoğunda tapı­nak tasarımlarına etki ettiğini görüyoruz.

Çok daha eski uygarlıklarda da arı kovanı ve petek referansı­na rastlanır. Çatalhöyük duvar­larına çizilmiş petek desenleri bu düzenin kalıcılığına öykün­müş olabileceklerini düşündü­rür. Minos uygarlığının başkenti Knossos’da yer aldığı söylenen labirentin bir kovan düzenini yansıttığı ve ruhların öbür tarafa geçişinde rehberlik işlevi gördü­ğü söylenmektedir. Hindistan’ın cennet ile dünyayı ayıran tan­rısı Indra da ilk yiyecek olarak bal tatmıştır. Aydınlanmak için banyan ağacının altında oturan Buddha’ya bir maymun bal taşı­mıştır.

Daha yakın çağa geldiğimiz­de Amerikan kolonilerinde tatlandırıcı olarak bal üretiminin şeker veya melastan daha ucuza gelmesi nedeniyle ev arıcılığının benimsendiğini gö­rüyoruz. Kızılderililerin “İngiliz sinekleri” dediği arılar, istilanın simgesi olarak “beyaz ayakla­rın otu” denilen yoncalardan bal toplayarak tüm Kuzey Ameri­ka’ya yayıldılar.

Ülkemiz bugün Çin’den son­ra bal üretiminde 2. sırada yer alıyor. Ancak bilinçsiz tarım ilacı uygulamaları, sınırsız tağ­şiş ve yok olan çiçekli alanların balcılığımıza iyi gelmediği or­tada. Bugün bazı antropologla­ra göre beynimizin gelişmesini hızlandıran balı üreten arılarla ilişkimiz onları neredeyse yok etme noktasına kadar getir­diyse, ortak geçmişimizden hiçbir şey anımsamıyo­ruz demektir. Bunun salt bu ülkeyi değil, insanlığı hangi sona götüreceği­ni şöyle bir düşünmeye değmez mi?