Nuh Tufanı’ndan bu yana eskilerin “feyezan” dedikleri sağanak, sel-su baskınlarını; “harik-i kebir” denen kent yangınlarını; “zelzele-i azim” denen yıkıcı depremleri; en çok da salgınları anlatan belgeler çoktur. Ancak bu elyazması ve basılı kroniklerdeki savaş, istila, işgal, katliam ve göç gibi felaket anlatıları, “Acaba?” diyerek okunmalıdır. Bunlar genellikle abartılı anlatımlardır ve gerek arşiv gerekse arkelojik alan incelemeleriyle doğrulanmamıştır.
Efsanevi anlatılara göre, doğanın yokedici afetlerine karşı ilk yaşama sınavını, beşeriyetin ikinci atası sayılan Nuh Aleyhisselam vermiş: Dünyayı kaplayan (!) tufanda bir avuç insanla kimi hayvan türlerini yaptığı tekneye alarak kurtarmış. Biz Türklerin atası Türk/Türker’in babası, Nuh oğlu Yafes de o teknede imiş. Dinsel söylemlere göre insanlık Tufan’dan kurtulanlardan türemiş oluyor ki bu durumda bir yeryüzü afetinin çocuklarıyız! O gün bugün, bütün zamanlarda da başta veba, salgınlar, depremler, tufanlar, kasırgalar olmak üzere, afetlerle boğuşularak bugünlere gelinmiş. Eski tarih yazarlarının bir gelenek olarak yapıtlarına “Nuh Tufan”ı anlatımıyla başladıklarını da hatırlatalım.
Temel bir sorun, kaynaklardaki afet anlatıları arasında 19. yüzyıl öncesine tarihlenenlerindeki abartmalardır. Konusu doğrudan “Afetler Tarihi” olan, belge ve kanıtlara dayalı kitaplar azdır (Mustafa Cezar’ın İstanbul yangınları çalışmaları; Yeliz Aksoy ve Vuslat Uyanık’ın Tarihteki Büyük Felaketler kitapları). Elyazması ve basılı kroniklerdeki, savaş, istila, işgal, katliam ve göç gibi felaket anlatıları, “Acaba?” diyerek okunmalıdır. Sözkonusu kitaplarda, eskilerin “feyezan” dedikleri sağanak, sel-su baskınlarını; “harik-i kebir” denen kent yangınlarını, “zelzele-i azim” denen yıkıcı depremleri, en çok da salgınları anlatan bölümler çoktur. İnsanlık, bunları önleyecek uğraşlar verirken, afetleri unutturacak, eskilerin “şenlendirme” dediği bayındırlık ve gönenci de ideal edinmiştir. Buna karşılık yine insanlık, bir yerdeki uygarlığı yıkmak ve nüfus kırımı demek olan savaşları, istila, sürgün, göçe zorlanma, hatta katliamları dahi birer zafer sayabilmiştir.
Tarihe bakmak
Afetlerin, ansızın, önlenemez, acımasız, yokedici, dağı taşı hoplatan, kentleri altüst edeni kuşkusuz depremlerdir. Salgınlar, afete dönüşen kışlar, kuraklık ve kıtlıklar, kasırgalar, yangınlar, seller, taşkınlar gibi doğal felaketleri bir zaman dizisinde saptayıp yazmak için kronikleri çalışmak, arkelojik araştırmalar, alan incelemeleri yapmak gerekir.
Bizim coğrafyamızda yaşanan afetler için Doğu kronikleri; 10. yüzyıl ve sonrası Ermeni, Süryani, Bizans, Arap, İran ve Türk kaynakları -örneğin Evliya Çelebi Seyahatnamesi– önemlidir. Başka gezgin ve araştırmacıların yazdıkları, Batılıların Doğu izlenim-inceleme-anıları, İstanbul afetleri için Osmanlı vekayinâmeleri önemlidir.
Eski kaynaklarda salgın kırımları, yoksulluklara neden olan kıtlık ve kuraklıklar, istilalar, çoğu durumda -dediğimiz gibi- abartılarak anlatılmıştır. Buna karşılık aynı kaynaklarda, örneğin orman/ koru/kır yangınları neden yoktur? Bu durum, şüphesiz orman-koru yangınları olmuyormuş demek değildir. Kabaca bir sıralamayla, yerleşimleri yakıp-yıkıp-yokeden depremler ve sellere dair kayıtlar bulunur ama, bugün bizim büyük afet gördüğümüz orman yangınlarını haber veren kaynak bulmak zordur.
18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin gereksinimi bakır, kurşun, gümüş madenleri için Kızılırmak’tan Fırat-Dicle havzalarına kadar hemen bütün koruların, maden eritilen odun ocakları, kalhanaler için kesildiği; kütüklerin akarsulara atılarak maden ocakları alanlarına götürüldüğü; orman ve kütük kalmayınca dönemin yüklenicilerine “kök sökme işi” verildiği bilinmektedir. Orman toprakları da yokedilmiş, Anadolu bozkırına yeni çıplak kayalıklar kazandırılmıştır! Maden için ormanları tüketerek göze giren vezir paşalarımız, sadrazamlarımız vardır. Napoléon’un Mısır’ı işgali üzerine 3. Selim’in 1799’da “serdar-ı ekrem ve sadrazam olarak Mısır seferiyle görevlendirdiği (Kör) Yusuf Ziya Paşa bunlardandır. Kentlerden uzak dağlık alanlardaki koruların yanması ve sönmesinin, kent ve kır yaşamlarını nasıl etkilediği de yeterince çalışılmamıştır.
36 yıl sonra 1894’te bir deprem kenti yerlebir edecektir.
Tarihin kaydına geçen doğal afetlerin neden-sonuçlarının araştırılması, buna karşı önlemlerin bilimsel açıklamaları, son iki yüzyılın gelişmeleridir. Daha gerilere gidildiğinde ise inanışlara bağlı anlatılar, afetleri günahkarlıkların cezası olan gören yorumlar, ilahi uyarılar görülür. Bunların tekrarını önlemek, sonuçlarından kurtulmak için de yakarma, kurban kesme, sadaka, hayır, ibadetlere yönelme önerildiği görülür. Bu bakış ve inanışın bugün de sürdüğü yadsınamaz. Türkiye coğrafyası, malum deprem kuşağındadır Genç dağların, engebeli arazilerin, derin vadilerin, düzensiz akan ırmakların coğrafyasıdır. Öyle ki doğal zamanlarda, çocukların kıyısına oturup kağıttan kayık yüzdürdükleri dereciklerin bile, bir sağnakla kayaları, ulu ağaçları söküp götüren, köprü yıkan canavara dönüştüğü sıklıkla görülmüştür. Şu gerçek ki afetler gelip geçer, zamanla anıları da unutulur. Aynı yerlerde aynı yanlışlıklar inatla yenilenir ve yaşam-ölüm sürüp gider. Afetlerde ölenlerin izleri, acı anıları torunun kültüründe yoktur. Örneğin bir deprem kuşağında binlerce yıllık tarihi olan Erzincan, bugün aynı yerde modern bir kenttir; ama uzun tarihin anıt yapılarından, kent surlarından Behram Şah Sarayı’ndan, cami ve türbelerden bir taş bile kalmamıştır. Deprem, salgın, yangın, sel afetlerinin bıraktığı alanları kısa zamanda birer mamureye çevirerek “yakın geçmişi unutmak” bize özel bir gelenektir.
1000 yıl geriye gidip Selçuklulara-dayanan Türkiye tarihine bakıldığında, savaşlar, siyasal-toplumsal olaylar kadar salgın, kıtlık ve doğal afetlerin de sıklıkla yaşandığı görülür. Deprem, canlı-cansız, yol-köprü, han-saray, dağ-taş, kent-köy demeyen, başedilmez bir afet olagelmiştir. Harita çizgilerini, nehir yataklarını değiştiren, küçük adaları silen, yeni adalar doğuran depremler tarih kayıtlarına girmiştir.
Bu yılın yaz sonunda gerek coğrafyamız gerekse civar Akdeniz ülkelerinde ciddi, büyük ve günlerce söndürülemeyen yangınlar meydana geldi. Bu devasa yangınların üzüntüsü, konuyla ilgili hazırlıksızlığımız ortaya çıkınca daha da arttı. Maalesef bugün hâlâ Türkiye’nin kimi bölgelerinde, yerel söyleyişte orman “dağ”dır! “Ormana gitmek” yerine “dağa gitmek” denir. Geçen yüzyıllarda kesile kesile yerleşimlerden uzak zirvelerde kalan orman artıklarına günümüzde “dağ” denmesi belki de artık doğru sayılmalıdır. Yeni zamanlarda yerleşimlerin dağlara tepelere tırmanması; ormanlara arsa, maden havzası, piknik alanı olarak bakılması da artık “normal” sayılmaktadır. Nasıl bir aymazlıksa, geçen yüzyılın ortalarında da öğrencilere koro halinde “Baltalar elimizde / Uzun ip belimizde / Biz gideriz ormana / Yaşlı ağaç seçeriz!” okul şarkısı söylettirilir, baltayla ormana gitmek taklitleri yaptırılırdı. Bugün de “Şerit metre elimizde / İş makineleri emrimizde / Biz gideriz ormana…” şarkıları var.