Türkiye’nin yurt dışındaki tek toprak parçası “Türk Mezarı”nda, Osmanlı ailesinin atası Süleyman Şah’ın yattığı iddiası doğru değil. Kabrin bir Türke ait olduğu neredeyse kesin, ancak Selçuklu ailesinin iki önemli figüründen harmanlanan hikaye tam bir efsane.
Geçmişteki bütün iktidarlar kendilerine gelenek icat etmiştir. Küçük bir sınır beyliğinden imparatorluğa geçiş sürecinde Osmanlı Devleti de aynı yöntemi uyguladı. “Eskilere dayanan bir varoluş ve soyluluk arayışı” olarak tanımlayabileceğimiz bu gelenek icadının Osmanlı Devleti için önemli iki nedeni vardı. Bunların ilki, Karesi, Germiyan veya Karaman gibi Türk askerî aristokrasisine mensup beylikleri yönetimi altında toplayan Osmanlı ailesinin de saygı uyandıran bir soyağacına ihtiyaç duymasıydı. İkinci neden ise, önce Akkoyunlular, sonra da Safevîler karşısında Anadolu Türklerinin bağlılığını sağlama yolunda, saygınlığı su götürmez bir meşruluk kaynağı arayışıdır. Osmanlı ailesinin Oğuzların Kayı Boyu’na mensup oldukları iddiası bu nedenlerle ortaya çıkmıştır.
Bir başka iddia Süleyman Şah Türbesi ile alakalı. Gerçekte, türbede yatanın kim olduğu bilinmiyor. Ama mezarın bir Türke ait olduğu kesin gibi. İlk Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazade, Osman Gazi’nin büyükbabası “Süleyman Şah Gazi”nin Fırat Nehrinde boğulduktan sonra burada, yani Câber Kalesinin eteklerinde gömüldüğünü söyler. Bu uydurma öyküde ölüm hikayesi, Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu I. Kılıç Arslan’dan; isimse onun babası Kutalmışoğlu Süleyman Bey’den alınmıştır.
Süleyman Bey, Anadolu’da güçlenince Selçuklu sultanı Melikşah’ı rahatsız etmişti. Suriye Selçuklularıyla savaşta öldükten sonra (1086) Halep kalesinin önüne defnedildi. Oğlu I. Kılıç Arslan ise, 1107’de yine Suriye Selçuklularıyla olan bir savaşta yenildikten sonra Anadolu’ya dönerken, Fırat’ın kollarından Habur çayında boğulmuştur.
Osmanlı kökenlerine ilişkin bu efsane, 19. yüzyılın son çeyreğinde Türk milliyetçiliği ışığında yeniden okunurken Câber Kalesi büyük önem kazandı. Anıt-yapılar ve şenliklerle bir devlet geleneği yaratmaya çalışan Sultan II. Abdülhamit (saltanatı 1876-1908), 15. yüzyıldan zamanımıza kadar “Türk Mezarı” diye adlandırılan Câber Kalesi’nin yanındaki mezarın Ahır da üzerinde bir türbe yapılmasını emretti. Yeni milliyetçi nesil, 1921’de Büyük Millet Meclisi Hükümeti Fransızlarla Ankara Anlaşmasını burasının Türk toprağı kalmasını sağladı. Bu konu daha sonra Lausanne Konferansı’nda da onaylandı.
Türbenin yaşam savaşı
Barajlar ayırsa bile…
Suriye’de 2011’de başlayan isyanla Süleyman Şah Türbesi, Türkiye’de sık sık gündeme geldi. Türbe civarının isyancıların eline geçmesi üzerine Türkiye’nin operasyon yapacağı konuşuldu, devletin zirvesinin türbenin korunmasına dair gizli görüşmesi internete sızdı.
Esasında türbe, Cumhuriyet tarihi boyunca gündemdeydi. Temel konular güvenlik ve Fırat üzerinde Suriye’nin inşa ettiği barajlardı. İlk olarak 1936’da Maarif Vekaleti tarafından tamir edildi, iki yıl sonra bölgeki jandarmalar için karakol inşa edildi.
Türbenin esas ayakta kalma savaşı, 1966’da Suriye’nin, Fırat üzerinde inşa etmeye başladığı Tabka Barajı’ndan ötürü türbenin 1973’te sular altında kalacağını Türkiye’ye bildirmesiyle başladı. Şam, türbenin yerinin değiştirilmesi ya da Türkiye’ye taşınmasını önerdi. Sonuçta türbenin taşınması için Türkiye sınırına 30 km uzaklıkta, 10 bin 96 metrekarelik bir alan belirlendi. Buradaki yeni Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu 1975’te tamanlandı.
20 yıl sonra yine baraj gölü sorunu ortaya çıktı. Bu kez tehdit, yeni inşa edilen Teşrin Barajı’ydı. Türkiye, türbeyi tahkim etmeye karar verdi. 1999’da başlayan Ankara-Şam görüşmeleri 2006’da tamamlandı. Duvarların altına 11,5 metrelik 880 fore kazık ve geçirimsiz tabaka yerleştirildi, türbenin içi ve çevresi düzenlendi. 2010’da tadilatın tamamlanmasıyla türbe bir turizm merkezine dönüştü. Ta ki çatışmalar nedeniyle ziyarete kapanana kadar.