Yakın tarihimizin belki de en önemli tarihleri ve bunların anlamları, sıklıkla karıştırılıyor. Birbirinden farklı iki kavram, Millî Mücadele ve Kurtuluş Savaşı, çoğu zaman eşanlamlı olarak, birbirinin yerine kullanılıyor. Kısa bir yakın tarih dersi.
Bundan sekiz yıl önce NTV Tarih dergisinde 19 Mayıs 1919’un tarihimizdeki yerine ilişkin bir yazı yayımlamıştık. O yazıda özetle, 19 Mayıs’ın Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamında çok önemli bir yeri olduğunu ve kendisini o tarihte anmanın 10 Kasım’dan daha anlamlı olacağını söylemiş, ancak siyasal-askerî tarihimiz açısından herhangi bir önemi olmadığını dile getirmiştim. Sonra da Kurtuluş Savaşı’nı o tarihte başlatmanın büyük bir yanlış olduğunu ve bu yanlışın Devrim tarihi açıklamalarını güdükleştirdiğini yazmış ve Kurtuluş Savaşı’nın 16 Mart 1920’de başladığını kabul etmemiz gerektiğini Nutuk’tan yaptığım bir alıntıyla önermiştim (bkz. NTV Tarih, sayı 4).
Kısa süre önce bu önerimin iyi anlaşılmadığı, “Millî Mücadele”yi 16 Mart 1920 gibi çok geç bir tarihte başlattığım eleştirisiyle ortaya çıktı. Demek oluyor ki, “Millî Mücadele” ve “Kurtuluş Savaşı” terimlerini günümüzde hâlâ eşanlamlı olarak görenlerimiz, yani bu terimlerle anlatmak istediğimiz iki farklı süreci hâlâ tek bir süreç olarak görenlerimiz var. Bu nedenle, söz konusu terimleri iyi tanımlamakla başlamak isterim.
“Millî Mücadele”, 1. Dünya Savaşı sonunda parçalanacağı artık kesinleşmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde kalan toprakların bir bölümü üzerinde tam bağımsız, yani kapitülasyonlardan da arınmış, ulusal bir Türk devleti kurma çabasına verdiğimiz addır. Dolayısıyla Millî Mücadele’nin hemen Mondros Bırakışması’nın sonrasında başladığını kabul etmemiz gerekir. Daha Bırakışma metni okunur okunmaz gösterilen tepkilerin neye benzediğini anlayabilmek için Süleyman Necati Güneri’nin anılarına bakmak yeterli olacaktır. Öte yandan, Trakya-Paşaeli Müdafaa Heyet-i Osmaniyyesi’nin 30 Kasım, Vilâyât-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliyye Cemiyeti’nin de 2 Aralık 1918’de kurulduklarını biliyoruz. İşte bu bakımdan Mustafa Kemal Paşa, Velid Ebüzziya Bey’in 18 Ekim 1919 tarihli Tasvîr-i efkâr gazetesinde yayınlanan söyleşide sorduğu, “Teşkilât-ı milliyye ne zaman başladı?” sorusunu, “Teşkilât-ı milliyye, Mütareke’yi müteakip başlamış ve vatanın her tarafında vücuda gelmiştir” biçiminde yanıtlamıştır.
“Kurtuluş Savaşı” terimi ise, yukarıda açıkladığım amaca barışçıl yollardan varmanın mümkün olmadığının ortaya çıkması üzerine girişilen silahlı mücadelenin adıdır. Bu terimle adlandırdığımız süreç ise 16 Mart 1920’de başlar. Zira, “Millî Mücadele”nin amacını gayet kısa ve açık bir biçimde özetleyen ve sonraları “Misâk-ı Millî” olarak adlandırılacak Ahd-ı Millî metninin (bkz. NTV Tarih, sayı 12) 17 Şubat 1920’de yayımlanması üzerine İngilizler İstanbul’daki birçok devlet dairesini ve Meclis-i Mebusan’ı 16 Mart 1920’de basmışlar, yani Osmanlı Devleti’nin egemenliğini yok saymışlardı. Bu tecavüz, hangi toprakların Türkiye olacağı ve o Türkiye’nin ne kadar bağımsız olacağı konularının Türklerin temsil edilmedikleri bir ortamda karara bağlanacağı anlamına geliyordu.
Osmanlı Türkleri, iradelerini barış görüşmelerinde dile getiremeyeceklerdi. Bu da doğal olarak, barışa giden yolun karşılıklı pazarlıktan değil, savaştan geçeceğine işaret ediyordu. İşte bu bakımdan Mustafa Kemal Paşa, o gün akşamüzeri yayımladığı bir bildiride, “Bugün İstanbul’u cebren işgal etmek suretiyle Devlet-i Osmaniyye’nin yedi yüz yıllık hayat ve hakimiyetine hitam verildi. Yani bugün, Türk milleti, kabiliyet-i medeniyyesinin, hakk-ı hayat ve istiklalinin ve bütün istikbalinin müdafaasına davet edildi … Giriştiğimiz istiklal ve vatan mücahedesinde Cenab-ı Hakk’ın avn ve inayeti bizimledir” demiştir. Aynı gün Kâzım Karabekir Paşa, Erzurum’da İngiliz yarbayı Alfred Rawlinson’u hapse atmış, yarbayın, “Beni neden tutukladınız?” sorusuna ise “Siz tutuklu değilsiniz, savaş esirisiniz” yanıtını vermiştir.
Mustafa Kemal, 18 Ekim 1919’da Tasvîr-i Efkâr’da yayınlanan bir söyleşide “Teşkilât-ı Milliye ne zaman başladı?” sorusuna “Teşkilât-ı Milliye, Mütareke’ye müteakip başlamış ve vatanın her tarafında vücuda gelmiştir” yanıtını vermişti. Tasvîr-i Efkâr, 18 Ekim 1919
Bu örnekler, 16 Mart 1920 öncesinde bir savaş durumunun olmadığını göstermeye yeter tabii. Ama 19 Mayıs 1919’dan itibaren savaş halinde olduğumuz varsayımının ne kadar yanlış olduğunu, bunun da nasıl tek taraflı ve çok zayıf bir tarihyazımına davetiye çıkardığını vurgulamak için, bir sürece daha bakmamız gerekiyor. Bunu iyi anlayabilmek için, “Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasından sonra hangi devlet ya da hükümet hangi düşmanla savaşıyordu?” sorusunu sorabiliriz. Nitekim 1919 yazında Anadolu’da bir devlet veya hükümet olmadığı gibi, giderek Erzurum ve Sivas Kongreleri’ni düzenleyecek olanların o günlerdeki birincil etkinliği de yeni bir devlet ya da hükümet kurmak değil, Osmanlı yönetimini ele geçirmek, yani seçimlerin yapılmasını sağlayarak VI. Mehmet Vahdettin’in kapattığı Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı yeniden açtırmaktı. Kaldı ki, gene o günlerde İstanbul’da, ama üzerinde herhangi bir Meclis denetimi olmayan bir hükümet vardı ve Paris’te barış görüşmelerine katılmıştı. Dolayısıyla, Kurtuluş Savaşı’nı 19 Mayıs 1919’da başlatmak, hem İstanbul’daki Osmanlı Hükümeti’ni yok saymak anlamına, hem de, belki daha da önemlisi, Anadolu’dakilerle İstanbul arasındaki siyasal mücadeleyi unutmak, yani siyasi tarihimizin çok önemli bir evresini gözden kaçırmak anlamına gelir.
Şunu iyi bilmek gerekir ki, İngilizlerin 16 Mart 1920’deki darbesi, VI. Mehmet Vahdettin’e ya da Bâb-ı Âlî paşalarına değil, Erzurum Kongresi’nden beri Meşrutiyet’e dönme çabası veren ve sonunda başararak 12 Ocak 1920’de Meclislerini açtırmış olan hakimiyet-i milliyye taraftarlarına vurulmuştu.
“Millî Mücadele” ve “Kurtuluş Savaşı” terimlerinin ne kadar farklı iki sürece ilişkin olduklarının başka bir kanıtı da Mudanya Bırakışması’dır. Bu Bırakışma’nın 11 Ekim 1922’de Kurtuluş Savaşı’na son verdiğini yadsıyacak kimse olmadığı kanısındayım gerçi. Ama Millî Mücadele’nin de aynı tarihte bittiğini kimse iddia edebilir mi? Yeni Türkiye’nin sınırlarından bazıları daha 1921’de belli olmuştu ama, bugün bildiğimiz sınırların tamamı henüz belli değildi. İstanbul hâlâ işgal altındaydı ve bu durum barış antlaşması onaylanana kadar sürecekti. Acaba egemenlik haklarımızı eksiksiz elde edebilecek miydik? İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Eylül 1914’te kaldırdığı, ama Mondros Bırakışması sonrasında tekrar devreye girmiş olan kapitülasyonlardan kurtulabilecek miydik?
Bunlara ilişkin kesin karar, Lausanne’da, 24 Temmuz 1923’te verilecekti ve Millî Mücadele o zaman bitmiş olacaktı. Hatta Lausanne’da toplanıldığında sanki Millî Mücadele yeniden başlamış gibi olmuştu; zira İsmet Paşa ve mesai arkadaşları oraya Kurtuluş Savaşı’nı zaferle tamamlamış Türkler olarak gitmişler, ama karşılarına, kendilerine 1. Dünya Savaşı’nın mağlubu Osmanlılar gözüyle bakan adamlar çıkmıştı.