Yaklaşık 1000 yıldır ‘siyasi yakın temas’ halinde bulunan Türkler ile Kürtler’in ilişkisi, günümüzden tam 500 yıl önce bir siyasi ortaklığa dönüştü. Osmanlı Devleti’nin farklı dönemlerinde inişli çıkışlı bir seyir izleyen bu birlikteliğin tarafları, bugüne kadar ne tam anlamıyla mutlu olabildiler, ne şiddetli geçimsizlikten ayrılabildiler. İşte 1000 yıllık çözüm arayışının hikayesi…
Kürtlerle Türklerin, 11. yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti çatısı altında başlayan siyasi ilişkisi, 1514‘teki Çaldıran Savaşı sonrasında Kürt nüfusunun büyük çoğunluğu Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşamaya başlayınca daha “organize” hale geldi.
Osmanlı Devleti, kendine bağladığı Kürt liderler üzerinden, hem doğu sınırlarını güvence altına almaya hem de çoğunlukla ulaşılması zor dağlık bölgelerde, dağınık yaşayan Kürtleri kontrol etmeye çalıştı. Devletin duruma göre yetkisini genişlettiği ya da kısıtladığı Kürt liderler de devletten aldıkları güçle kendi tebaaları üzerindeki iktidarlarını güvence altına aldılar. Bu ilişki, dönem dönem biçim değiştirmekle birlikte yüzyıllar boyunca sürdü.
Bütün milliyetçi akımlar gibi Kürt milliyetçiliğinin tohumları da 19. yüzyılda atıldı. Ancak bu, imparatorluk sınırlarındaki başka bazı akımlar gibi ayrılıkçı bir milliyetçilik değildi. Kürtler kendilerini Osmanlı toplumunun bir parçası olarak görüyorlardı. Zaten bu sebeple 19. yüzyıl sonundaki ve 1915‘teki Ermeni katliamlarında suç ortağı oldular.
İmparatorluğun dağılma sürecinde bile Kürtlerin ayrılık talebi olmadı. Türk milliyetçileri gibi Kürt milliyetçileri de Osmanlı Devleti’ni yeniden diriltme amacı güdüyorlardı. Milli Mücadele’ye katılmalarının da, ilk Meclis’te kurucu unsur olarak yer almalarının da nedeni buydu.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, toplumda Türk kimliği egemen kılınıp Kürtler siyasetten uzaklaştırılınca inişli çıkışlı da olsa yüzyıllardır süren ilişki büyük yara aldı. O tarihten itibaren dışlandıklarını ve inkâr edildiklerini düşünen Kürtler, kimi zaman siyaseti, kimi zaman da siyaset dışı yolları kullanarak itirazlarını dile getirmeye başladılar.
Devletin Kürtlere yanıtı ise çok sert oldu. İsyan hareketleri çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Kürt kimliğiyle ilgili en küçük bir ifade bile suç sayıldı. Yalnızca Kürt kimliğiyle siyaset yapmak değil Kürt kültürü üzerine çalışmak da suç kapsamındaydı.
Devlete göre ortada “Kürt diye bir millet” yoktu. Kürt olmadığına göre Kürtçe diye bir dil de yoktu, haliyle Kürt sorunu diye bir şey de olamazdı. Yakın zamana kadar süren bu inkâr politikasının sonucu, günümüzde neredeyse diğer bütün sorunlarımızı da etkileyen Kürt sorunu oldu.
Bugün Türklerle Kürtlerin, her iki halkın kaderini etkileyen ve yüzyıllardır süren ilişkisi çok önemli bir kavşaktan geçiyor. Bu ilişkiyi dayanışmaya dönüştürmek ve birlikte yaşama iradesini güçlendirmek için Kürt sorununu çözmek, bunun için de tarihsel gerçeği ve onun üzerinde şekillenen sosyolojik durumu anlamak zorundayız.