On binlerce yıl önce yaşamış avcı-toplayıcı topluluklarından modern toplumlara insanın hastalıklarla sonu gelmeyen mücadelesi… Şamanlar ve büyücü hekimlerden modern doktorlara, berber cerrahlardan uzman operatörlere, ilkel ampütasyonlardan organ nakillerine tıp tarihinden ilginç notlar…
Salgın hastalıklar yerleşik toplumla birlikte ortaya çıktı. Avcı-toplayıcı atalarımızın hayatları kısaydı ama hastalıklardan da muaftılar. Küçük ve dağınık gruplar halinde ve izole bir halde yaşayan avcı-toplayıcılar bir yerde su kaynaklarını kirletecek veya hastalık yayan böcekleri cezbeden pislikleri biriktirecek kadar uzun süre kalmıyorlardı.
Ancak son buzul çağında av kaynaklarının ve av hayvanlarınca zengin geniş bakir toprak parçalarının azalmasıyla birlikte nüfus baskısı insanlığı toprağı işlemek zorunda bıraktı. Bu, yerleşik yaşama geçişin ve salgın hastalıkların başlamasına yol açmıştı. Önceleri yalnızca hayvanlarda görülen patojenler insanlara geçti. Örneğin, Neolitik dönemde sığırlar insanlara tüberküloz ve çiçek, domuzlar ve ördekler grip, atlar soğuk algınlığı bulaştırdı. Kızamık, sığır vebasının ve köpeklerde gençlik hastalığının insana geçmesi sonucu ortaya çıktı.
Uygarlığın yayılması ve ticaretin gelişmesiyle birlikte tüccarlar ve denizciler, hastalıklarla tanışmamış topraklara hastalıkları taşıyarak yıkıcı salgınlar çağını başlattı. MS 540’ta Mısır’da baş gösteren veba iki yılda İstanbul’a yayılmış ve Doğu Akdeniz nüfusunun dörtte birini yok etmişti. 1300 yılına doğru Asya’da başlayan veba salgını Ortadoğu’dan batıya doğru ilerleyip Kuzey Afrika ve Avrupa’yı tarumar etti. 1346-1350 arası Avrupa nüfusunun dörtte biri olan 20 milyon insan bu salgında öldü.
İnsan sağlığıyla ilgili en dehşet verici olay Kolomb’un bugünkü Dominik Cumhuriyeti ve Haiti’ye ayak basışıyla başladı. 1493’deki salgın muhtemelen domuz gribiydi. 1518’de Karayipler’e ulaşan çiçek hastalığı kıtayı ölüme boğdu. Bunları kızamık, grip, tifüs, sarı humma ve frengi salgınları izledi. Bu salgınlar sonucu milyonlarca Amerikalı yerli öldü, bazı yerleşim yerlerinde insan kalmadı.
Tarım devrimi gibi sanayi devrimi de yepyeni hastalıklarla birlikte gelmişti. Madencilerde ve çömlekçilerde görülen akciğer hastalıkları, kente özgü raşitizm sanayi devriminin eşitsiz koşullarının sonucuydu. Bu dönemde zenginler de yeni hastalıklarla tanıştı. Zengin, yaşlanan uluslarda görülen kanser, obezite, koroner kalp hastalığı, yüksek tansiyon, diyabet ve amfizem bunlardan bazılarıydı.
Hastanın yatağı başındaki bilgili ve güvenilir dost
Erken dönemlerdeki büyücü hekimlerden günümüz doktorlarına kadar, hastalara şifa dağıtanlar her toplumda saygı gören kişiler oldular. Ancak doktorların sıkı bir bilimsel eğitimden geçen, güvenilir, uzman kişilere dönüşmesi uzun zaman aldı.
Erken dönemlerde şifacılık, kahinlerin ve büyücü hekimlerin mesleği haline gelmişti, gökten yağan hastalıklarla savaşarak ve bunlara çareler sunarak bu mesleği icra etmişlerdi. Bazıları 17 bin yaşında olan eski mağara resimlerinde hayvan başlarını kafalarına geçirmiş ritüel danslar yapan insanlar tasvir edilir, bunlar hekimlerimizin en eski imgeleri olabilir. Daha karmaşık düzenli toplumların evrimiyle birlikte, bunları otacılar, ebeler, çıkıkçılar ve şifacı rahipler takip etti.
Bu kutsal pratikten ayrılan, esasen seküler ilk tıbbi uygulamalar, MÖ 5. yüzyılda Yunanca konuşulan coğrafyada Hipokratçı hekimlerle birlikte başladı. Geleneksel dinci şifacıları kınayan bu hekimler elitist bir meslek kimliği ideali geliştirdiler. Kendilerini kök toplayıcılardan, kahin ve benzeri kişilerden üstün gören, kara cahil ve şarlatan oldukları gerekçesiyle onları reddeden, tanrılara aracılık ediyormuş gibi davranmayan Hipokratçı hekimler hastanın yatağının başındaki bilgili ve güvenilir dostu olacaktı.
Roma İmparatorluğu’nda da tıp alanında Galen’in (MS 129-216) öncülük ettiği bir çok atılım yapılmıştı. Hıristiyanlaştıktan sonra ise din ve tıp çakıştı, kaynaştı, zaman zaman da çatıştı. Karanlık çağ olarak adlandırılan bu çağda şifa, keşiş ve rahiplerin özel alanı haline geldi. Bu arada klasik tıbbın ateşi Hıristiyan Batı’dan çok daha geniş olan İslâm coğrafyasında, özellikle günümüz Suriye, Irak, İran, Mısır ve İspanyasında canlı tutuluyordu. 12. yüzyıldan itibaren üniversitelerin kurulması ve eğitime dayalı tıbbın İslam kaynaklarından yeniden çevrilmesiyle birlikte tıp İtalya’dan başlayarak Avrupa’da yeniden hayat bulmaya başladı. Ortaçağdan Rönesans’a ve sonrasına kadar ideal hekim uzun bir üniversite eğitiminden geçip temel bilimlerde uzmanlaşan adamdı.
Tıbbi tedavinin temeli ilaç
Doktorlar hastaları tedavi için tıbbın erken dönemlerinden bugüne kadar ilaçlardan, ilaçlar için de öğütülen, demlenen, birbirine karıştırılan yapraklar, kökler ve kabuklardan destek aldı.
Eski Yunan’da Theophrastus (MÖ 4. yüzyıl) ve Dioscorides (MS 1. Yüzyıl) şifalı bitkiler ile safran, yağlar, merhemler, çalı ve ağaçlar gibi aromatikleri kapsayan materyaller üzerine araştırmalar yapmıştı. Arap tıbbı bunlara yeni terkipler ekledi. El Kindî’nin (y. 800-870) tıbbi formülü Yunanlıların pek bilmediği, kâfur, çin tarçını, sinameki, hintcevizi ve muskat, demirhindi ve manna gibi İran, Hindistan ve Doğu’dan gelen ilaçlardan oluşmaktaydı.
Yeni Dünya’nın keşfi başka yeni ilaçların ortaya çıkışını sağladı. Bunlar içinde en önemlilerinden biri sıtmaya karşı kullanılan, kininin temel maddesi kınakınaydı: Zaman zaman tesadüfen yeni ilaçlar da keşfediliyordu. Rahip Edmund Stone’un on sekizinci yüzyılda ateş düşürücü olduğunu ilan ettiği söğüt kabuğu bunlardan biriydi ve aspirine giden yolda atılmış ilk adımdı.
19. yüzyılda ise tıbbi maddelerle ilgili çalışmalar yavaş ve düzensiz şekilde laboratuvar temelli farmakolojiye doğru bir dönüşüm geçirdi ve ilaçlar seri üretim ürünleri haline geldi.
Ancak asıl atılım 20. yüzyılda oldu. 1960’lara gelindiğinde birçok etkili ilaç ortaya çıkmıştı: antibiyotikler, felç önleyici antihipertansifler, antikoagülanlar, antiaritmikler, antihistaminler, antidepresanlar, antikonvülsanlar, artritlere karşı kullanılan kortizon gibi stereoidler, bronkodilatatörler, ülser kürleri, endokrin regülatörleri, kanserlere karşı kullanılan sitotoksik ilaçlar ve diğerleri…
Son otuz-kırk yıla bakınca ise önceki nesillerin mucize ilaçlarına denk düşecek bir ilaç üretilemediğini görüyoruz. Yeni preparatların çoğu rakip ilaç firmalarının piyasadan pay almak için geliştirdiği, varolan ilaçların küçük değişiklikler yapılmış varyantları.
Ha berber, ha cerrah ikisi de ellerini kullanıyor!
Bugün kimilerinin ‘tıbbın süper starları’ olarak gördüğü cerrahlar, bir buçuk asır öncesine kadar doktordan sayılmıyor, kafalarını değil ellerini çalıştıran ve berberlerle benzer bir iş yapan zanaatkârlar olarak görülüyordu.
Cerrahi, uygarlık kadar eskidir. Kafatası kalıntıları, trepanlamanın (yani kafatasında delik açmanın) en azından MÖ 5000’den beri uygulandığını gösteriyor. Operatörler muhtemelen hastaları “iblisler”in çektirdiği azaptan kurtarmak amacıyla taş kesen aletlerle kafatasından parçalar çıkarıyordu. Çıkıkçılık da uygulamalar arasındaydı, MÖ ikinci bin yıla ait tıpla ilgili Mısır papirüslerinde ise apseler, küçük tümörler, kulak, göz dişlerle ilgili son derece sofistike cerrahi işlemler tarif edilir.
Hipokrat yemini hekimleri bıçakla yapılan işlemleri cerrahlara bırakmaya yönlendiriyordu. Bu durum cerrahların yeteneklerinin takdir edilmesini sağlamakla birlikte tıpta cerrahinin daha alt seviyede, kafayla değil elle yapılan bir iş olarak görüldüğü kalıcı bir işbölümüne yol açmıştı.
Birçok cerrah sanatını orduda öğreniyordu. Savaş alanı cerrahlığın okuluydu, Ortaçağın sonuna doğru barutun savaşlarda kullanılması yaraları daha da kötüleştirmişti. Top gülleleri ve silah atışları korkunç yaralara sebep oluyordu, savaş alanında gerçekleştirilen ampütasyon ve trepanasyon çoğunlukla tek çareydi.
Kuzey Avrupa’da sivil cerrahi, berberlik de yapan operatörler tarafından gerçekleştiriliyordu (iki iş için de aynı aletleri kullanıyorlardı). Esnaf loncalarına üye olan cerrahlar normalde akademik eğitim görmüyor, çıraklıkla başladıkları pratik bir eğitimden geçiyordu. Toplum nezninde saygınlıkları pek yoktu. Gelgelelim cerrahi on sekizinci yüzyıldan itibaren uzun ve kalıcı bir yükselme dönemine girdi.
Cerrahi öncelikle Fransa’da meslek statüsü kazandı. Kendilerini berberlerden ayıran Fransız cerrahları, 1745’te İngiliz cerrahlar izledi. Cerrahlık eğitiminin hastanede verilmeye başlanması cerrahi ile anatomi arasındaki bağı güçlendirdi. Cerrahlar hekimlerle aynı statüde olduklarını kabul ettirmeye çalışıyordu.
19. yüzyılın ilk yarısında birçok yeni ameliyatın yapılmaya başlanması cerrahlığın gelişimini hızlandırdı. Örneğin, 1840’larda anestezi ortaya çıkmadan önce, uzun süren ve büyük titizlik gerektiren ameliyatlar söz konusu değildi. Etkili anestezi kullanımı, anesteziden önce tahammül edilmez travmalara sebep olan vücut içi ameliyatları yapılabilir kıldı.
1881’de Koch, aletleri ısıtarak sterilizasyon sağlama yöntemini keşfetti. John Hopkins Hastanesi’nden William S. Halsted da lastik eldiven kullanımını uygulamaya soktu. 1900’e gelindiğinde yerleri talaşla kaplı pis odalarda bıçak sallayan, üzeri kurumuş kanla kaplı önlüklü nahoş cerrahlar güruhu görüntüsü ameliyatlarda görünmez olmuştu. Maskeler, lastik eldivenler ve ameliyat önlükleri enfeksiyon riskini azalttı ve steril ortam zorunlu hale geldi.
19. yüzyılın sonlarından itibaren gelişmeye başlayan, vücudun içinin görüntülenmesini ve taranmasını sağlayan temel teknikler 20. yüzyılla birlikte cerrahinin gücüne güç kattı. Cerrahideki hızlı ilerleme özellikle savaşlar ve trafik kazalarıyla daha da hız kazandı. İnfilak gücü yüksek mermilerin kullanımı savaş yaralarını daha da korkunç hale getirmişti. Bu tür yara ve yanıkların sonuçlarından biri plastik ve rekonstrüktif cerrahinin, özellikle yüz cerrahisinin ortaya çıkışı oldu.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kesip alma cerrahisi yerini onarma ve hatta değişim cerrahisine bırakmıştı. İmplantlar bunun en güzel göstergesidir. Yapay bir aparatla yapılan ilk implantasyon 1959’da İsveç’te geliştirilen kalp piliyle gerçekleştirildi.
Ve tabii 1960’lardan itibaren organ nakilleri büyük gelişim gösterdi. İlk böbrek nakli 1963’te gerçekleştirildi, ama bir naklin haber olması 1967’yi buldu. O yıl Christian Barnard, Güney Afrika’da kalp naklini uygulamıştı.
Dinlenme tesislerinden iyileştirme merkezlerine
Bugünkünden çok farklı işlevler gören eski hastaneler, modern döneme kadar birer tedavi merkezinden ziyade kısmi tedavi, yiyecek, barınma ve nekahet döneminde dinlenme imkânı sağlayan düşkünlerevi gibiydi.
Klasik Yunanistan’da hastane yoktu. Hasta sağlık tapınağına giderdi ama seküler tıp bu tür tedavilere değer vermiyordu. İmparatorluk Roması’nda bazı hastane tesisleri vardı ama bunlar köleler ve askerler için kurulmuştu. Sivil hastaların tedavilerine yönelik hastaneler Hıristiyanlık dönemiyle birlikte kurulmaya başlandı. 4. yüzyıl başlarında İmparator Konstantin’in Hıristiyan olmasından sonra hastaneler dindar kurumlar olarak yaygınlaştı. Ancak hasta ve düşkünleri barındırsalar da bu hastaneler daha çok düşkünlerevi gibiydi, insanlara barınma ve bakım imkanı sunuyordu. Hastaneler zamanla hasta tedavi etme işleviyle ön plâna çıkacaktı.
İslâm coğrafyasında da dini hayırseverlik ile hastaneler arasında bağlantı vardı. 10. yüzyılda Kahire, Bağdat, Şam ve diğer Müslüman kentlerinde hayır amacıyla kurulmuş bu hastanelerden bazıları daha sonra tıp eğitiminde kullanılacaktı.
13. yüzyıldan itibaren İtalya’da tıbbi ekipleri olan hastaneler açılmaya başlamıştı. 15. yüzyılda yalnızca Floransa’da 33 hastane vardı ve 1.000 kişiye bir hastane düşüyordu.
Bu alanda gelişme gösteren bir başka ülke olan İngiltere’de 14. yüzyıl sonlarına doğru hastane sayısı yaklaşık 500’dü. Ancak Henry ve Edward’ın Reformasyonları bu tür kurumların hepsinin kapanmasına yol açtı. Bunların çok azı yeniden açılabildi. Öyle ki, 1700 yılına kadar birkaç hastanenin kaldığı Londra dışındaki hiçbir kentte hastane olmayacaktı.
Fransa’da hastanelerin durumu İngiltere’dekinden iyiydi. Paris’teki Hôtel Dieu, Fransız Devrimi’ne kadar dini tarikatların yönetiminde çalışmış devasa bir tedavi kurumuydu. Fransa genelinde de hastaların yanı sıra, yoksullar, dilenciler, öksüzler, serseriler ve fahişelerin barındırılıp kapatıldıkları kurumlar vardı.
Avrupa’da bunlar dışında salgın hastalıkları önlemek için, karantina amacıyla kurulmuş ve farklı dönemlerde açılıp kapanmış hastaneler vardı. Bunların bazıları daha sonra akıl hastanesi olarak kullanılmıştır.
Görüldüğü gibi eski hastaneler bugünkünden çok farklıydı. İnsanlara tedavi, yiyecek, barınma ve nekahet döneminde dinlenme imkânı sağlasalar da hastaneler, çok ender istisnalar dışında gelişmiş tıp merkezleri değildi. Çoğunun verdiği tıbbi hizmet kazalar ve acil durumlar ile dinlenme ve tedaviye cevap verebilen rutin rahatsızlıklarla (bronşit ve bacak yaraları gibi) sınırlıydı. Enfeksiyon vakaları hastane dışı tutuluyordu. Çünkü bu kişileri almanın bir faydası yoktu, tedavi edilemiyorlardı ve hastalığın başkalarına bulaşacağına şüphe yoktu.
19. yüzyılda fizik muayene, patolojik anatomi ve istatistiklere dayanan yeni tıbbi yaklaşımlarla kaydedilen gelişmelerle birlikte hastane hayırseverlik işlerinin, hasta bakımının yapıldığı, insanların nekahet dönemini geçirdiği yerler olmaktan çıktı. 1880’lerden itibaren gelişmiş antiseptik ameliyatların gerçekleştirildiği donanımlı ve steril ameliyathanelerin kurulmasıyla birlikte bir iyileştirme merkezine, ciddi hastalığı olanların kurtarıcısına dönüştü.
20. yüzyıla gelindiğinde hastaneler tartışmasız bir şekilde tıbbın güç merkezine dönüşmüştü. Hastane temelli tıp eğitimi de artık kanıksanmıştı.
Yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle ABD’de bir hastane patlaması yaşandı. Artık hastaneler tıp elitinin kuvvet üssü olmakla birlikte kâr amaçlı kurumlardı. Birçok ABD hastanesi dev şirketlerle birleşti. Bir fast food zincirinin başkanı, Hospital Corporation of America’nın başkanlığına seçildikten sonra “Hastanelerdeki büyüme potansiyeli sınırsız. Kentucky Fried Chicken’dan bile daha iyi” demişti!