Kasım
sayımız çıktı

İstanbul’un kentsel düşüşü

İstanbul’da yeşil örtüyü ve boşluklu dokuyu konuşmalıyız. Sorun elbette ağaç kesmekten ötede, rant gediklerinin cazibesine direnme, nefsine hakim olmakla ilgili.

Yeşil, hemen hiçbir dönemde İstanbul’un ayırdedici göstergesi olmamış. İstanbul, eski haritalarda, yerleşmeleri arasında boşlukları olan çıplak bir kent. 

İstanbul’da, yakın zamana dek nüfusun çoğunluğu Yeşilköy, Pendik, Sarıyer arasında kalan üçgende yaşıyordu. Geç dönem Osmanlı sayımlarında “Dersaadet Mülhakatı” denen bu yerleşme sistemi, 1960’lara kadar tarihî kenti kuşatan boşluklu bir doku oluşturuyordu. Yapılaşmanın en büyük bölümü hep bu üçgen içinde kaldı ve bu üçgen içerisindeki yeşil örtü ortadan kalkarken, boşluklu yerleşme dokusu da belirsizleşti. 

Boşluklu dokunun ortadan kalkması kent algısını değiştirirken yerel kimlikleri de belirsizleştirdi. Sözgelimi “Kızıltoprak nerede biter, Feneryolu nerede başlar” sorusunu yanıtlamak için eskiyi bilmek gerekir. Geçmişin izleri pek az kentte İstanbul’daki kadar kazınmıştır. 

İstanbul kentleşme süreci, 1945’ten sonra iyi yönetilebilmiş olsaydı boşluklu yapı kısmen korunabilirdi. 1958 devalüasyonu ertesinde müstakil konutlar apartmanlaşırken sanayi bölgeleri çeperinde beliren gecekondulaşma, 1973’te Boğaziçi Köprüsü’yle Anadolu yakasına sıçradı. Düzenli konutla gecekondunun, toplu taşımacılıkla dolmuşun, kayıtlı perakende ticaretle, işportanın yanyana bulunduğu ikili bir kent yapısı şekillendi. 1980’lerde toplu taşıma ve altyapı yatırımları arttı. Ne yazık ki imar afları ve ürkek toplu konut desantralizasyonu nedeniyle yenilikler sınırlı etki yaptı. 

2001 krizinden sonra istikrarlı ekonomi, boşluklu bir kent dokusuna geçiş için fırsatlar sağladı. Düşük enflasyon ortamında toplu konut üretimi kolaylaştı. Desantralize bir kent formuna geçişe elverişli toplu taşıma araçları ve yollarla yeni yerleşme projeleri tamamlanma aşamasına geldi. Bugün, boşluklu bir kent kuruluşunu hayata geçirmek girişimci-kat malikleri pazarlığının ötesine geçen yeni bir vizyon gerektiriyor. 

Gezi Parkı tartışmasının önemi işte tam da bu noktada. Bu aşamada Gezi Parkı’nda çiçek tarhlarının peyzajından çok, İstanbul’ da yeşil örtüyü ve boşluklu dokuyu konuşmalıyız. Sorun elbette ağaç kesmekten ötede, cazip rant gediklerinin cazibesine direnmek, “pastanın üzerindeki çileklere” hamle etmemek, nefsine hakim olmakla ilgili. Park, bir kamu hizmeti, bir görgü, bir sivil disiplin simgesi. Parkların varlığı, sivil toplumun “yüksek rant gedikleri” içeren kentsel boşlukların ne ölçüde koruyabildiğinin göstergesi. Bu, taşınmaz sektörünü ehlileştirebilmeyi gerektiriyor. Parkın simgesel önemi
rant makasıyla ters orantılı. Dünyaca en ünlü parklar, üzerindeki rant baskısına direnebilenler. Kent içi boşlukları ve kamu alanlarının korunması konusunda parlak bir sicilimiz yok. Bu alanda rehavet, sivil toplum açısından geri getirilmez kayıplara yol açıyor. Çünkü taşınmaz pazarının işleyişinin dışında kalmış ancak kamunun kullanabileceği boşlukların yitirilmesinden sonra kamusal kullanımı olmayacak refüj, şev ve yamaç gibi boşlukların yeşillendirilmesi, yitirilenleri geri getirmiyor. 

Kitap, kentsel dönüşümü, mimari, edebiyat, basın, hukuk ve tarih alanlarından uzmanlaşmış 15 yazarın ve Nar Photos kolektifinin gözünden sunuyor.

Murat Güvenç