Kasım
sayımız çıktı

James Joyce: Bilincimizi kelimelere akıtan romancı

Çağdaş edebiyatın hep çağdaş kalmayı başaran nadir isimlerinden Joyce, eserlerinin bitmek tükenmek bilmeyen güzelliği ve derinliğiyle okurlarını şaşırtmaya devam ediyor. Neredeyse bir “Joyce endüstrisi” haline gelen büyük bir edebi araştırma etkinliğine kaynaklık eden yazar, metinlerindeki bilmeceler, sözcük oyunları ve olağanüstü kelime işçiliğiyle biliniyor. 

ARMAĞAN EKİCİ 

James Joyce 1882’de doğmuş, 1941’de ölmüş. İki dünya savaşını yaşamış edebiyatçılar kuşağından: Yahya Kemal, Kazancakis, Kafka, Pessoa ile akran, Tanpınar’dan ve Sabahattin Ali’den biraz daha büyük. İrlanda’nın 1920’lerdeki bağımsızlık savaşlarına da tanık olmuş. 

Başlıca eserleri, bir öykü kitabı ve üç romandan oluşuyor: Dublinliler (1914), Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi (1916), Ulysses (1922) ve Finnegans Wake (1939). Bu kitaplar büyük ölçüde otobiyografik temellere dayanıyor; temaları, kişileri ile birbirlerine bağlanıyorlar. Kitaplar, o yılların İrlanda’sının atmosferini kayda düşürüyor. Joyce’un yapıtı, bu açıdan, Kazancakis ve Tanpınar gibi yazarların yapıtına benziyor; kitapları, kendi hayatını, çevresini, gözlemlerini kurgulaştırarak, yazarın içinden geçtiği tarihsel dönemleri tasvir ediyorlar. 

Çocukluk yıllarını Dublin’de bir Cizvit okulunda geçirmiş. Cizvit eğitimi, Joyce’un düşünce ve dil dünyasında kalıcı izler bırakmış. Hıristiyanlığı reddetse, sık sık dalga geçse de, Katolik ritüeli, teoloji tartışmaları, Katoliklerin herşeyi katman katman sembollerle açıklayan düşünce dünyası Joyce’un yazılarında belirleyici olmuş. 

Dublin, Paris, Pula, Trieste, Roma… 

Joyce’un büyüdüğü yıllarda, İrlanda’da iki ana grup arasındaki gerilimler yükseliyordu: Bir tarafta kendini Britanya İmparatorluğu’na bağlı hisseden Protestan Anglo-İrlandalı üst sınıf, bunun karşısında, Joyce’un da dahil olduğu, Katolik, İrlanda asıllı halk. Bu çekişmelerin sonuçlarından biri, Dublin’de ilk defa Katolik öğrenciler için bir üniversite açılmasıydı (University College Dublin). Böylece, Protestan üst sınıfın üniversitesi Trinity College’a bir rakip gelmişti. Joyce da o yılların bu genç okulunun en meşhur mezunlarından. 

 Üniversiteden sonra, o kuşaktaki pek çok edebiyatçı gibi, gençlik yıllarında Paris’e okumaya gitmiş. Tıp derslerinden çok Paris’teki hayat ve felsefeyle uğraştığı ve sefalet çektiği bu macerası annesinin ölümüyle yarıda kesilmiş ve apar topar Dublin’e dönmüş. Kısa süre sonra, bir otelde çalışmakta olan taşralı bir kızla, Nora Barnacle ile tanışmış; tanıştıkları günü (16 Haziran 1904) sonradan Ulysses’de ölümsüzleştirmiş. Kısa süre sonra beraberce İrlanda’dan kaçmışlar; Hırvatistan’da Pula, İtalya’da Trieste ve Roma’da bir yandan İngilizce dersleri verip, banka memuriyeti gibi işlerle ailesini geçindirmeye çalışmış, bir yandan da kitaplarını yazmış. 

Bu yıllarda başarısız bir girişimcilik macerası da var; Dublin’in ilk sinemasını açmış. Italo Svevo, Joyce’un İngilizce öğrencisi ve yakın arkadaşı olmuş. Svevo’daki yeteneği gören ve romanlarını yayımlaması için cesaretlendiren kişi Joyce. Joyce, Svevo ve eşini sonradan en önemli kitaplarındaki karakterlere ilham kaynağı olarak kullanmış. Joyce’un bu İngilizce derslerinden geriye kalan anılardan, “ders veriyorum” diye anlattıklarının arasında kelime oyunlarıyla, lüzumsuz şakalarla dolu cümleler olduğu anlaşılıyor. 

İlk kitap ve tarihî bir eşik 

Joyce’un ünlü romanı Ulysses’i, Paris’teki Amerikalı yayıncı ve editör Sylvia Beach basmıştı. Kitap, edebiyat tarihinde bir dönüm noktası olacaktı. 

Sonraki yıllarda ailecek Zürich’e ve Paris’e taşınmışlar. Paris’teki modernist edebiyat çevresinin Joyce’u farkedip desteklemesi üzerine, kendisi döneminin en önemli, saygın yazarlarından birine dönüşmüş. Hemingway ile dostluk kurmuş; Ezra Pound, Joyce’un en önemli destekçilerinden biri olmuş. Zamanın önemli yeni edebiyat dergilerinde Ulysses ve Finnegans Wake tefrika edilmeye başlamış. Çağdaş edebiyata gönül vermiş iki kadının destekleri de Joyce’un ününün ortaya çıkmasında belirleyici olmuş; Harriet Weaver, Joyce’a yıllarca para desteği vermiş; Paris’te küçük, bağımsız bir kitapçıyı işleten Sylvia Beach ise Ulysses’in Joyce’un istediği gibi basılmasını sağlamış. Zamanın İngiliz ve Amerikan mahkemeleri Ulysses’i müstehcen, zararlı, kamu ahlakına aykırı bularak yasaklamış ve toplatmışlar; kitabın üzerindeki yasak ancak 1934’te kalkabilmiş. 

Paris yıllarında, kendisinden sonraki kuşaktan başka bir İrlandalı dahi, Samuel Beckett gelip Joyce’u bulmuş; birlikte çalışmışlar, Joyce’un Beckett üzerinde büyük etkisi olmuş. 

Ulysses sonrasındaki yıllarını bir yandan giderek görme yetisini yitirerek, bir yandan da Finnegans Wake’i yazarak geçirmiş. 2. Dünya Savaşından kaçmak için Zürich’e geri döndükten kısa süre sonra mide delinmesi yüzünden ölmüş. 

Hayatı boyunca savaşı görür görmez tarafsız bir ülkeye kaçmaya çalışsa da, İrlanda’nın 1922’de bağımsızlığına kavuşmasına yol açan çatışmalar tüm gençliğine ve eserine damgasını vurmuş. Dönemin siyasi tartışmalarını ve kişilerini eserlerinde tekrar tekrar anar; ilk bakışta bize uzak gelse de, ulus-devletlerin doğuş yıllarındaki tartışmalar birçok açıdan Türkiye’nin yakın tarihiyle de paralellik taşır, bizim için çok tanıdıktır: İrlanda dilinin, İrlanda folklorunun tekrar canlandırılması, bir millet inşası, Britanya’nın egemenliğine karşı savaş konuları, Joyce’un karakterlerinin sık sık tartıştığı, andığı konular. Joyce, kurgu yapıtlarında, siyasi dünya hakkındaki görüşlerini ironik bir dille, kendisini geriye çekerek, bunun yerine karakterleri belli durumlarda tasvir edip boşlukları okuyucunun doldurmasını bekleyerek hissettirir. 

Genç yaşta ayrıldığı ve tek tük kısa ziyaretler ve sinema macerası dışında bir daha hiç geri dönmediği Dublin, Joyce’un yapıtının merkezi olmuş. Tüm eserlerinde aslında başrolde Dublin’in sokakları, kişileri, dükkânları ve atmosferi var; aslında, hep, terkettiği şehrinin kendisinde bıraktığı anıları yazdığını düşünebiliriz. Eserlerinde Dublin ile ilgili olağanüstü ayrıntı zenginliğini koruyabilmek için sürekli rehberlere, kataloglara başvurmuş, arkada bıraktığı akrabalarına ve eşine dostuna kimi zaman çok tuhaf, ayrıntılı sorular sormuş. 

Bir şehrin ve bir tanışmanın öyküsü Hayatında iz bırakan yılları geçirdiği Dublin’i, müthiş ayrıntılı ve olağanüstü bir yazı işçiliğiyle Dublinliler’e (1914) taşıdı. Bir tanışma hikâyesinden yola çıkılarak yazılmış nefes kesen Ulysses ise ilk baskısını 1922’de yapacaktı. 

Dublinliler Joyce’un başlıca yapıtları arasında hacmen en ufak, en kolay başa çıkılanı bilir olanı. Çocukluk, ergenlik, olgunluk ve kamu hayatı temaları etrafında örgütlediği 15 öyküden oluşuyor. Joyce, bu öykülerinde, Dublin’de olup biten sahici hayatı, bu hayatta gördüğü sıkışmışlığı, “felç olma” halini anlatmış. Dublin’in gerçek insanlarının sefil hallerinin böylesine açıklıkla yazılmış olması, o dönem için şaşırtıcı olmuş; kimileri bunların yazmaya değer olmadığını, bunların edebiyatın konusu olamayacağını düşünmüşler. Kitabın yayıncısı, kitapta ima edilen kişilerin ya da meyhanelerin hakaret davası açmasından korkarak eserin yayımlanmasını yıllarca geciktirmiş, bu tartışma Joyce için büyük bir sıkıntı kaynağı olmuş. 

Kitapta kullandığı önemli bir teknik var; kendisi buna “epiphany” adını takmış. Hıristiyanlıkta bu kavram İsa’nın dünyada görünüşünü, zuhur etmesini karşılıyor; üç müneccimin bebek İsa’yı görmeye geldiği gün “epifanya” yortusu olarak kutlanıyor. Joyce, kelimeyi insanın bir durumu, derin bir gerçeği aniden görmesi, “aydınlanma yaşaması” anlamında kullanmış. Kitaptaki öyküleri hep ilk başta beklenmeyen, nahoş bir gerçeğin açıkça söylenmeden anlaşıldığı bir ânın etrafında kurmuş. 

Savaşlardan kaçtı, gözünü koruyamadı Ömrünü savaşlardan, işgallerden kaçmakla geçirdi. Aradığı, yalnızca sükunetti. Finnegans Wake’i yazarken bir yandan da görme yetisi azalıyordu. “Korsan gözlüğü” ile Yale Üniversitesi’nin bahçesinde… 

Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi, Joyce’un kendi çocukluk ve gençlik yıllarını anlatıyor. Joyce’u bu romanda “Stephen Dedalus” adı altında görüyoruz. Bu, gerçek hayatta ilk öyküsünü yayımlarken kullandığı müstear ad; Stephen, Hıristiyanlığın ilk din şehidinin adı; Dedalus ise mitolojideki meşhur labirenti ve güneşe uçmayı denemekte kullanılan kanatları yapan ustanın adı. Kitap, bebekliğinden başlıyor, buradan Cizvit okulu macerasına geçiyor. Genç Joyce’un arkadaşlarıyla tartışmalarında bir estetik kuramına ulaşma çabasını, romanı kapatan günlük formunda sayfalarda Joyce’un edebiyata adım atma niyetinin ortaya çıkmasını görüyoruz. 

Ulysses: Karakterlerin zihninden akanlar 

Bunu izleyen Ulysses ise Joyce’a büyük ününü kazandıran kitap. Kitabın konusu, önceki iki kitabı izliyor; Dublinliler’deki karakterler kitapta ufak rollerde ortaya çıkarken, Portre’deki Dedalus ailesi de kitap boyunca önemli bir yer tutuyor. Ama bu sefer Joyce çok daha geniş hacimli, yepyeni, daha önce görülmemiş teknikleri deneyen ve çokboyutlu bir planla karşımıza çıkıyor. 

Tüm roman sadece tek bir günde geçiyor; tek bir günün olayları büyük bir ayrıntıyla tasvir edilirken görünüşte ciddi bir “vaka” olmuyor gibi – asıl konunun bu ayrıntı zenginliği içinde ortaya çıkan Dublin (ve buradan devam ederek insanlık) portresi olduğunu, kitaptaki “aksiyon”un ise yalnızca tek günün önemsiz olayları değil, gün boyunca baş karakterlerin zihinlerinden geçenler yoluyla anlatılan tüm geçmişleri olduğunu dikkatle, sabırla okuyunca görüyoruz. Olayların dışarıdan değil de karakterlerin zihinlerinin içinden yazılmasına dayalı bilinç akışı tekniğinin yoğun olarak kullanılmasının en meşhur ve önemli örneklerinden biri bu kitap. 

Joyce, romanı günün değişik saatlerine adanmış 18 bölüme yaymış. Bu bölümlerle Homeros’un destanı arasında çağrışım benzerlikleri kurmuş. Her bölümü ayrı bir üslupta yazmış, her türlü edebi ve edebi olmayan üslubun parodisini romanın içinde kullanmış. Bu yapının içine pek çok sembolizm katmanı yerleştirmiş; örneğin üç ana karakter olan Bloom, genç edebiyatçı Stephen ve Bloom’un eşi Molly, hem Homeros’taki Odysseus – Telemakhos – Penelope üçlüsüne, hem Hamlet’teki Kayıp Baba – Kayıp Oğul – Kraliçeye, hem Hıristiyanlığın Baba – Oğul – Meryem üçlüsüne karşılık düşüyorlar. Tüm bu teknik oyunlara, derinliğe rağmen, Joyce’un kendi sözleriyle, “kitapta tek bir ciddi kelime yok”: Herşey bıyıkaltından gülerek, insanlık halinin çaresizliğini sempatik, kalender bir gülümsemeyle tasvir ederek, hafiften alay ederek anlatılıyor. 

James Joyce, son eşi Nora Barnacle ile kıyılan nikahın (1931) hemen ardından…
Torunu Stephen’la birlikte. 

Finnegans Wake: Zirve mi, söz yumağı mı? 

Joyce’un son büyük eseri Finnegans Wake ise diğerlerinden bambaşka bir kitap. Joyce bu kitap üzerinde yıllarca uğraşmış; kitabın nitelikleri, deneysel dili yakın çevresinde büyük fikir ayrılıklarına yol açmış. Ulysses’in gündüz diline karşı bir gece dilini, bir rüya dilini kurmak istemiş Joyce; tüm kitabın tek bir rüya olması mümkün. Bu nedenle, kitap boyunca kelimeler içiçe geçiyor, düzinelerce dilden ödünç alınmış kelimeler birbirine karışarak çokanlamlı bileşimler kuruyorlar; karakterler, olaylar, rüyadaki gibi birbirlerine karışıyor, birbirlerine dönüşüyorlar. 

Joyce’un babasını, annesini, kendisini ve kardeşini bu karmaşa içinde bile seçmek, böylece önceki kitaplarıyla ve Joyce’un biyografisiyle bağlantılar kurmak mümkün; ama kitapta bundan çok daha fazlası da var. Kitabı yazarken sürekli kendi yazdıklarına güldüğü için eşini uyutmadığını, Nora’nın bundan şikâyet ettiğini biliyoruz. Pek az kişinin sahiden tüm ayrıntısıyla bilebildiği, ama meraklısı için sonsuz bir araştırma, kurcalama, yeni keşifler yapma sağlayan dev bir metin Finnegans Wake. Bu kitabı edebiyatın, romanın zirvesi olarak görenler olduğu gibi, Joyce’un dehasını çarçur ettiği, yanlış yola saptığı bir deney, amacından sapmış, anlaşılmazlaşmış bir söz yumağı olarak görenler de var. 

James Joyce (en solda), yanında Ezra Pound. Paris 1923. 

Joyce, günümüzde çağdaş romanın en önemli yazarlarından biri olarak görülüyor. Romanlarının yorumlanması, değerlendirilmesi, içlerinde yeni güzellikler, derinlikler bulunması tükenmiyor. Hayatı böylesi bir zenginlikle anlatmış olması, Ulysses’de ufacık unsurları bile yüzlerce sayfa ötesinden birbirine bağlamasındaki işçilik ustalığı, dili büyük bir keskinlikle kullanması, durumları, hisleri tam tamına ifade edebilmiş olması gibi özellikleri, Joyce’u yüzyıl başı Dublin’inin sınırlı gerçekliğinin çok ötesinde bir etki alanına kavuşturmuş. Meraklıları için Joyce bugün sonsuz bir keyif ve yenilik kaynağı; sayısız dile çevrilmiş eserlerinin film, tiyatro, grafik sanatlar, müzik uyarlamaları büyük bir zenginlik oluşturuyor. 

Joyce’un yapıtı bir yandan da “Joyce endüstrisi” diye alay edilen büyük bir edebi araştırma etkinliğine kaynaklık yapıyor, sürekli Joyce ve eserleri hakkında yeni makaleler, kitaplar yazılıyor. Ulysses’in 16 Haziran’ında ise Joyce ile sahiden ilgili olan olmayan pek çok Dublinli, uluslararası ziyaretçilerle birlikte 1904’ün kıyafetlerine girerek Dublin’i tümden bir Joyce panayırına dönüştürüyorlar.

YAZILI KÜLTÜRE ÖNEMLİ BİR KATKI 

‘Çevrilemez’ denen eserleri Türkçe’ye çevrildi, çevriliyor

James Joyce’un İngilizce söz oyunları, İngilizce’ye has kelime ve anlam kombinasyonları yüzünden başka bir dile tercüme edilmesi son derece zor, hatta imkansız görülen eserleri, yıllar içinde Türkçe’ye kazandırıldı. 

Türkçe’de ilk Joyce’lar Joyce’un Türkçe’ye ilk girişi 1965’te gerçekleşti. Dublinliler içinden bir öykü, Gülçin Yücel çevirisiyle, Kardeşler adıyla basılmıştı. Yine aynı yıl Yeni Dergi’nin “Bilinç Akımı Özel Sayısı” ile Murat Belge’nin genç yaşında yaptığı Joyce’u inceleme girişimi de, Türkiye için bir ilkti. 

Joyce, Türkçeye 1960’larda girmiş. 1965’te Dublinliler’in bir öyküsü “Kardeşler” adıyla, Gülçin Yücel çevirisiyle yayımlanmış. 1965’te Murat Belge, Joyce üzerine çalışmaya başlamış; Murat Belge’nin Yeni Dergi’nin Mayıs 1965 sayısındaki “Bilinç Akımı” dosyasında Ulysses’in kapanış bölümünden parçalar yayımlaması çok önemli bir dönüm noktası. 

Murat Belge’nin genç yaşındaki bu başarılı girişimine rağmen sonradan Ulysses’in çevrilemez olduğuna karar vermesini bence ilginç bir fikir değişikliğidir. Belge, sonraki yıllarda Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’ni (1966) ve Dublinliler’i (1987) çevirerek benim gençlik yıllarımda okuduğum Joyce külliyatının temellerini atmış oldu. Bu yıllarda Joyce’un daha küçük çaptaki eserleri de çevrildi; örneğin tiyatro oyunu Sürgünler 1979’da Selçuk Yönel çevirisiyle, mektuplarından seçmeler Kudret Emiroğlu çevirisiyle 1983’te, Dublinliler’deki Bir Küçük Bulut, Metin Celal çevirisiyle 1983’te, ilginç notlarla dolu ufak bir defter olan Giacomo Joyce ise 1986’da Zeynep Avcı çevirisiyle yayımlandı. 

Geriye Ulysses ve Finnegans Wake kalmıştı. İlk deneyi, Yaşar Günenç, Yaba Yayınları’ndan yayımladığı ufak bir risalede Ulysses’in iki bölümünün dipnotlu çevirisini sunarak yaptı. Ulysses’i nihayet tam metin olarak Türkçeye getiren ise, Yapı Kredi Yayınları’nın Enis Batur’un idaresinde olduğu günlerde, yayınevinin Türkçeye çevrilmemiş önemli klasikleri Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Serisi adı altında Türkçeye kazandırma projesi oldu. Yayınevinin açtığı yarışmayı kazanan Nevzat Erkmen uzun bir çabayla çeviriyi tamamladı ve 1996’da Ulysses’in tam metni Türkçeye geldi, büyük yankı uyandırdı, tartışmalara yolaçtı ve YKY’nin en başarılı, uzun soluklu kitaplarından biri oldu. Meraklısı için, Erkmen’in çeviri üzerine çalışırken kendi yayınevinden çıkardığı, çeviriden bölümleri ve süreçle ilgili yazışmaları, notları içeren kitapçık bu süreçle ilgili çok ilginç bir birincil kaynaktır; çevirinin ardından yayımladığı Ulysses Sözlüğü de Türkçedeki tek örnek olmayı sürdürüyor. 

2012’de listeye benim Ulysses çevirim eklendi; bu çeviride amacım, çok sevdiğim bu kitabın mealini, ruh halini, mizahını, dil özelliklerini bir de kendi gözümden okura sunmak, kitabın üzerindeki soğukluk, anlaşılmazlık, soyutluk aurasını kırarak kitabın aslında ne kadar insanî ve komik bir kitap olduğunu göstermekti. 

Düşünen adam 

Fotoğraflarında daima kafasını meşgul eden bir şey varmış gibi gördüğümüz Joyce’un, Wyndham Lewis tarafından yapılan portresi de öyle (1921). 

2000’li yıllarda Joyce yayımlamak ve çevirmek bambaşka bir nedenle çok zorlaşmıştı: Joyce’un torunu yayın haklarını çok sıkı bir şekilde denetlemeye, uyarlamalara, çevirilere izin vermemeye başlamıştı. Anladığım kadarıyla, bu nedenle, Murat Belge çevirilerinin yeni basımları uzun süre yapılamadı. Telif hakkı sınırlamasının kalkmasıyla (ben 2008’de bu işe giriştiğimde bu sorunun farkında değildim, talih bize yardım etti) hem Murat Belge çevirileri tekrar basıldılar, hem de yeni Joyce çevirileri ortaya çıkmaya başladı. 2011’de Osman Çakmakçı’nın çevirisiyle Joyce’un şiirleri, 2013’te Fuat Sevimay’ın Eleştiri ve Deneme Yazıları çevirisi yayımlandı. Dublinliler’in Seda Özdil ve Mustafa Bal imzalı yeni çevirileri; Portre’nin ise Fuat Sevimay imzalı yeni bir çevirisi ortaya çıktı. Nil Sakman da Giacomo Joyce’u tekrar çevirdi. 

Finnegan’ın vahı ve uyanması Joyce’un Finnegans Wake adlı eseri, son olarak aşağı yukarı aynı zamanlarda iki farklı çevirmen tarafından Türkçeye çevrildi. Aylak Adam Yayıncılık tarafından basılan, Umur Çelikyay çevirisi Finneganın Vahı ve Sel Yayınları aracılığıyla basılan Fuat Sevimay çevirisi Finnegan Uyanması

2015’te ise yıllarca olur mu, olmaz mı diye tartışılan Finnegans Wake’in iki ayrı çevirisinin birden hazırlanmakta olduğunu duyduk. 2015 sonunda Umur Çelikyay’ın çevirisiyle Finnegans Wake’in ilk bölümü, 2016 sonlarında ise Fuat Sevimay’ın tam metin çevirisi yayımlandı. Böylece iki çevirmen de yıllarca bu çevirinin olmaz, olanaksız olduğunu söyleyenlere karşı masaya birer metin koyarak çıtayı yükselttiler, Türkçe yazılı kültüre büyük bir katkıda bulundular. Çelikyay’ın çeviri çalışması sürüyor. 

Joyce hakkında yazılan en önemli kitaplardan biri olan, edebi biyografi sanatının en başarılı örnekleri arasında sayılan ve Joyce’un hayatı ve eserleri arasındaki bağlantıları kurmakta çok önemli yer tutan Richard Ellmann’ın klasikleşmiş Joyce biyografisi Zafer Avşar’ın çevirisiyle, Andrew Gibson’un Joyce’un eserlerine sinen politik tavrı büyük bir özgünlükle incelediği biyografisi ise Orhan Düz’ün çevirisiyle son yıllarda yayımlandı. Joyce’u daha iyi tanımaya başlamak isteyenlere, artık baskısı bulunmayan, çizgiroman formatında, Ülkü Tamer’in çevirisiyle yayımlanmış Yeni Başlayanlar İçin Joyce kitapçığını da özellikle tavsiye ederim; formatı sizi yanıltmasın, kitabın yazarı senatör David Norris günümüzde Joyce’u tanıtma, sevdirme işinin en önemli isimlerinden, kitap da Joyce’a giriş için okunabilecek en iyi metinlerden biridir. 

Türk edebiyatında Joyce Etkisi

Bundan 39 yıl önce yine bir Aralık günü ölen ünlü romancımız Oğuz Atay, özellikle Tutunamayanlar’da Joyce’un geliştirdiği tekniklerden yararlanmıştı. 

Oğuz Atay’ın kült romanı Tutunamayanlar (1972), teknik açıdan James Joyce’tan etkilenmişti. 

Joyce’un okunmaz olmak, anlaşılmaz, soğuk olmak yönündeki kötü ününe karşın, aslında, Türk edebiyatının ciddi takipçileri Joyce’un teknik özelliklerine, oyunlarına alışıklar. Oğuz Atay, Tutunamayanlar’ın teknik yapısını kurarken Nabokov’un Solgun Ateş’inden ve Joyce’un Ulysses’inden yoğun olarak yararlanmıştı; Ulysses’in Hamlet ve İsa sembolizmlerini, üslup parodilerini, romanın bir anda halüsinatif bir tiyatroya dönüşmesini, noktasız-virgülsüz bölümü tekniğini biz aslında çoktan Tutunamayanlar’da okumuş ve sevmiştik. Bu, bence en azından Oğuz Atay’ı tanıyanların Joyce’tan korkmaması için önemli bir neden. 

Tanpınar’ın günlüklerinin ve Aydaki Kadın’ın yayımlanması da, bize Tanpınar’ın da Joyce’u çok yoğun ve ciddi olarak çalışmış olduğunu, Ulysses’in anlık çağrışımlara dayalı bilinç akışı tekniklerini günlüklerinde ve Aydaki Kadın’da bire bir kullanmış olduğunu gösterdi. Aydaki Kadın’ı severek okuyabilen bir okurun da Ulysses’den korkmasına neden yok.