Kasım
sayımız çıktı

Uzmanlar yıllar önce uyardı devletler yeni yeni ‘uyandı’

Ülkemiz için iklim krizi, başka diyarların ve başka zamanların problemi değil. Tam burada ve tam şu anda etkileri hissedilmeye başlanan bir felaket. Geçen ay yaşanan sıcak hava dalgaları, ardından Türkiye’yi saran orman yangınları ve ardından sel felaketleri de kaygıların fazlasıyla gerçek olduğunu bir defa daha kanıtladı. Fakat giderek yaklaşan krizi önlemek için halen adım atılmadı.

Türkiye, tüm uyarılara rağmen Paris İklim Anlaşması’nı meclisten geçirip yürürlüğe sokmayan 6 ülkenin arasında kalmaya devam ediyor. Her geçen gün ağırlaşan iklim kriziyle ilgili dünyada ve ülkemizde bizleri, şirketleri, devletleri uyaran biliminsanları, yazarlar, aydınlar… 165 yıldır sözlerine kulak asılmayanlar…

Bilim insanları, iklim kriziyle deniz buzlarının hızla erimesi yüzünden kutup ayılarının neslinin 80 yıl içinde tükenebileceği uyarısında bulunuyor.

Homo homini lupus yani “İnsan insanın kurdu­dur” lafını hemen her­kes duymuştur ama, Thomas Hobbes’un (1588-1679) “İnsan henüz olmamıştır” sözü çoğun­lukla gözden kaçar. Gerçekten de uygarlığın, kültürün ve tek­nolojinin bunca “ilerlemesine” karşın insanın pek de bu iler­lemeye koşut olarak geliştiğini göremiyoruz. Bunun en büyük göstergelerinden biri de insan haricinde hem kendini bu denli tüketen hem de yeryüzüne, hat­ta uzanabildiği ölçüde evrene bu kadar zararı dokunan baş­ka hiçbir canlının olmaması. Bundan daha da endişe verici olan ise, insanın sebep olduğu bozulmanın önce yaşadığı or­tama, sonra da bu ortamın bir parçası olan kendi varlığına yö­nelen tehdidin çok geç farkına varması.

Olsa olsa çeyrek yüzyıldır dünyaya verdiği zararın dönüp dolaşıp kendi başını yakacağıy­la ilgili bir telaşa düştü insan­lar. Tabii sadece bir kısmımız… Dünya nüfusunun çoğunluğu, bilimsel literatürün hemfikir olduğu iklim krizinin insan et­kisiyle büyüdüğü ve bu şekilde devam edilirse yerkürenin yaşanılamaz bir yer hâline geleceği konusunda ikna olmuş değil.

İnkarcılara bir doz Banksy 2009’da Kuzey Londra’daki Regent’s Kanalı’nın duvarına kırmızı boyayla “Küresel ısınmaya inanmıyorum” yazan sokak sanatçısı Banksy, bir kısmı suyun altında kalan bu duvar yazısıyla sonuçları hayal kırıklığı yaratan Kopenhag İklim Zirvesi’ne ironik bir eleştiri gönderiyordu.

Sanayi Devrimi’nden (1760- 1840) beri daha fazla fosil yakıt yakıp atmosfere karbondiok­sit gibi sera gazlarını daha faz­la salıyoruz. Dünya’nın yay­dığı kızılötesi enerjinin uzaya salınmasına engel olarak at­mosferde kalmasına, bunun da atmosferde birikerek aynı bir sera gibi gezegeni ısıtmasına neden oluyoruz. Son 150 sene­dir yaşamakta olduğumuz ik­lim değişikliği insan kaynaklı… Bu değişikliğin önemli sonuç­ları arasında, ortalama sıcak­lığın artması; yağış rejiminin değişmesi; okyanus akıntıları­nın farklılaşması; kuraklık sü­relerinin ve şiddetlerinin art­ması; buzulların erimesi; deniz seviyesinin yükselmesi; orman yangınlarının hem şiddetlen­mesi hem de daha geniş alanla­ra yayılması; salgın hastalıkla­rın etki alanlarının genişleme­si gibi problemler var. Üstelik bu problemler geçen ay çok acı bir şekilde ülkemizde ve diğer ülkelerde tanık olduğumuz or­man yangınları ve sellerden de anlaşılacağı üzere, artık uzak bir geleceğin, uzak coğrafyala­rın değil, bugünün ve buranın problemleri.

Artık yapmamız gereken, sera gazı kaynaklarından yapı­lan tüm salımları ya yok etmek ya da olabildiğince azaltmak. Bu da ancak enerji sektörü başta olmak üzere çeşitli sek­törlerde ciddi bir dönüşümle sağlanabilir. Problemin ancak radikal bir dönüşümle altından kalkılabileceği, aslında 1990’la­rın başından beri uluslararası toplantılarda tartışılıyor. Bir­leşmiş Milletler İklim Değişik­liği Çerçeve Sözleşmesi’nin im­zalanması, 1992’deydi. Bu söz­leşmeye dayanarak hazırlanan Kyoto Protokolü ise 1997’de imzaya açıldı. Ancak “insanın olmamışlığı”, bizim yaşam sü­remizi aşacak felaketler için önlem almayı, yaşam süremiz boyunca kârı ve lüksü artırma yanında geri plana attı. İçinden geçilmesi gereken dönüşümün büyüklüğü, devletleri hareke­te geçmek konusunda çekingen davranmaya itti. Tâ ki gelecek gelip, kapımızı çalana kadar…

Geçen ay Birleşmiş Millet­ler bünyesindeki Hükümetler Arası İklim Değişikliği Pane­li’nin (IPCC) açıkladığı 3 bin sayfalık yeni raporda, “İklim krizinin her yerde daha önce hiç görülmemiş düzeyde kö­tüleştiği” ifade edildi. “İnsan­lık için kırmızı alarm” denen raporda incelenen 5 farklı kar­bon emisyonu senaryosunun tamamına göre, küresel sıcak­lıklar tahmin edilenden daha önce, yani 2040’a kadar 1.5 de­rece artacak ve bunu engelle­mek imkansız. Karbon salımla­rı önümüzdeki birkaç yıl içinde azaltılmazsa, bu daha da erken gerçekleşecek.

14 binin üzerinde bilimsel makaleye atıfta bulunan rapor, iklim krizinin insan ürünü ol­duğunda şüphe bulunmadığı­nı söylüyor; nadir görülen aşırı hava olaylarının artık daha sık görüleceğine dikkati çekiyor. Tropik fırtınaların, yağmur ve kar yağışının artacağı belirtilir­ken, günümüze kıyasla 1.7 kat daha fazla kuraklık yaşanacağı da vurgulanıyor. IPCC’ye göre karbondioksit gazı emisyonu­nun radikal biçimde azaltılma­sı durumunda bile, sıcaklıkla­rın sanayileşme öncesi döne­me göre 1.5 derece artmasını engellemek artık mümkün değil. Kuzey Kutup Dairesi’n­deki ısınmanın, dünyanın geri kalan yerlerine göre 2 kat daha hızlı ilerlediğinin de belirtildi­ği raporda; en iyimser senaryo­da dahi 2050’ye kadar bölgede­ki buzulların tamamının erimiş olacağı vurgulanıyor. Raporun sonuçlarını değerlendiren BM Genel Sekreteri Antonio Guter­res, “Şimdi güçlerimizi birleşti­rirsek, iklim felaketini önleye­biliriz. Ancak raporun açıkça ortaya koyduğu gibi, bekleyecek zamanımız kalmadı; hiçbir öz­rün faydası olmaz” diyor.

Norveç’in Svalbard takımadalarındaki Nordaustlandet adasında eriyen buz tabakaları bir şelale haline gelmiş.

Neyse ki 1990’lara göre da­ha fazla ülke, özellikle gençler­den yükselen seslerle birlikte bu tehlikenin farkında. Küresel sıcaklık artışının 1.5 derece­nin üzerine çıkmamasını he­defleyen ve 2006’da yürürlüğe giren Paris İklim Antlaşması, 200 kadar ülkeyi biraraya ge­tirdi. Türkiye ise 197 ülkenin 191’inin onayladığı antlaşmayı İran, Irak, Eritre, Yemen, Lib­ya’yla birlikte halen meclisten geçirip yürürlüğe sokmayan 6 ülke arasında. Türkiye aynı za­manda, antlaşmayı onaylama­yan tek G20 ülkesi konumun­da. Bunun gerekçesi olarak da iklim krizi üzerindeki tarihsel sorumluluğumuzun “yok dene­cek kadar az” olmasını göste­riyoruz. Hangi ülkelerin daha fazla sorumlu olduğunu hesap­lamak kolay olmasa da, Türkiye mevcut oranlara bakıldığında en çok emisyona sahip 20 ül­keden biri olarak öne çıkıyor; dünya çapındaki enerjinin yüz­de 1’ini tüketiyor; kişi başına düşen emisyon miktarı da gide­rek artıyor.

Türkiye’nin şikayetçi ol­duğu konulardan bir diğeri ise iklim fonlarına ulaşamamak. Türkiye bunun için gelişmiş ül­keleri kapsayan listeden çıka­rak, ağırlıklı olarak az gelişmiş ülkelerin ve ada devletlerinin uyum eylemleri için kullanması planlanan Yeşil İklim Fonu’n­dan yararlanması gerektiği­ni savunuyor. Gelişen ülkelere toplamda yıllık 100 milyar do­lar kaynak aktaracağı vadedilen bu fonda henüz 10 milyar top­lanmış olması ise, daha fazla ihtiyacı olan ülkelerin yanında Türkiye gibi yenilenebilir ener­ji potansiyeli yüksek ülkelerin kaynak talebinin tepki çekme­sine neden oluyor.

2010’da Greenpeace, aralarında Özgürlük Anıtı, Tac Mahal ve Eyfel Kulesi’nin de bulunduğu, yarısı suya batmış yapıların heykelleriyle, tedbir alınmazsa karşı karşıya kalacağımız tehlikeyi hatırlatmıştı.

Türkiye’nin rüzgar ve güneş gibi enerji üretim seçenekle­riyle ek kaynağa ihtiyaç duy­madan kömürden daha ucuza enerji üretebilecek olması bir yana; Avrupa Yatırım ve Kal­kınma Bankası, Fransız Kalkın­ma Ajansı, UNDP, Alman Ya­tırım Bankası, Avrupa Yatırım Bankası ya da Dünya Bankası gibi pek çok kurum aracılığıyla iklim finansmanına da erişimi var. 2013-2016 arasını incele­yen bir çalışma, AB kurumları­nın iklim fonlarından en fazla yararlanan ülkenin Türkiye ol­duğunu ortaya koyuyor (sene­de ortalama 667 milyon euro). Araştırmalar, yüzde 70’lere va­ran oranda enerjide dışa bağlı olan Türkiye’nin antlaşmaya taraf olmasının ekonomik yük getirmesi bir yana, millî gelirini yüzde 7 artırmasına, istihdam potansiyelini katlamasına yol açacağını gösteriyor.

İklim krizinin kontrol altın­da tutulabilmesi için ortalama yüzey sıcaklığındaki artışın 1.5 dereceyle sınırlanması, en kötü ihtimalle 2 derecenin altında kalmasının sağlanması gereki­yor. Bunun için 34 ülke “kar­bon nötr” olma hedefini ulusal hukuk çerçevesine yerleştirdi. AB, 2030’a kadar emisyonla­rını %55 azaltmayı ve 2050’ye kadar da “karbon nötr” olmayı hedefliyor. Çin, 2060 için “kar­bon nötr” olma hedefini; Paris Antlaşması’na geri dönen ABD ise 2050’ye kadar “karbon nötr” olma, 2035’te ise elektrik üreti­mi sektörünü karbonsuzlaştır­ma hedeflerini açıkladı. İklim krizinden en çok etkilenecek coğrafyalardan birinde bulunan Türkiye ise 2030’a kadar emis­yonlarını iki katına çıkarmayı planlıyor! Herhangi bir karbon­suzlaşma hedefi de yok!

Bugün geçmişte bizi uyar­maya çalışanları dinlememe­mizin, onları neredeyse mec­zup veya deli yerine koyma­mızın ceremesini çekiyoruz. Gelecekte de bugünkü uyarıları dinlememenin sonuçlarını ha­tırlamak için, iklim ve çevrey­le ilgili öncü biliminsanların­dan-yazarlardan bir derleme hazırladık. Onları o zaman din­leseydik, bambaşka bir bugünü yaşıyor olabilirdik.