Rauf Bey’i Mondros’a yollayan kurnaz şarklı kafası, meslekten diplomatların yerine geçirdikleri Rauf Bey’e de kötülük yaparak Bırakışma’nın bir hezimet olmasının yolunu yapmıştır. Mondros Bırakışması bir hezimettir ama, bize “İyi ki Rauf Bey gönderilmiş” bile dedirtebilir. Nitekim Rauf Bey’in alternatifi Damat Ferit Paşa’ydı!
Osmanlı Devleti, Mondros Bırakışması görüşmelerine panik halinde, doğru dürüst hazırlanmadan ve yanlış bir kişi göndererek oturmuştur. İtilâf Devletleri’nin savaş sırasında yaptığı ve Bolşeviklerin Ekim Devrimi’nden sonra açıkladığı gizli paylaşım planları, Osmanlı devlet adamlarını çok korkutmuştu. Bu nedenle, bu çevrelerde savaştan ne kadar çabuk çekilirlerse o kadar iyi barış koşulları elde edeceklerine ilişkin bir eğilim oluşmuştu. Ancak Osmanlılar müttefiklerine ihanet etmek istememiş ve ayrı bir barış seçeneği çok ilgi görmemişti.
Bulgaristan’ın 29 Eylül 1918’de bırakışma yapıp savaştan çekilmesi işin rengini değiştirdi. Hem bir müttefik savaşı bırakıyordu hem de bir an önce İtilâf Devletleri’ni tatmin etmek gerekiyordu. Zira Fransız ve İngilizler, Bolşeviklerin gizli anlaşmaları açıklamasından sonra bir bildiri yayımlayarak Osmanlıların savaştan vazgeçmesi durumunda İstanbul’un kendilerine bırakılacağını beyan etmişlerdi. Yani bir an önce bırakışma yapmak ve İtilâf Devletleri’nin mümkün olduğunca suyuna gitmek gerekiyordu.
Bu konuda atılan ilk adım, Hüseyin Rauf (Orbay) Bey’in, 13 Ekim’de istifa eden Talât Paşa Kabinesi’nin yerine gelen Ahmet İzzet Paşa Kabinesi’nde Bahriye Nazırı yapılmasıdır. Birçok üst rütbeli kişi dururken bu albayın bakan yapılması, bırakışma görüşmelerine İngiliz Akdeniz Donanması Komutanı Amiral Arthur Calthorpe’un katılacak olmasındandır. İngiliz denizcinin karşısına bir Osmanlı denizcisi, üstelik kahraman bir denizci çıkarılacaktı. Bilindiği gibi Rauf Bey, Balkan Savaşı’nda yüzümüzü güldüren neredeyse tek subaydır: Komutasındaki Hamidiye zırhlısıyla harikalar yaratmıştı. Üstelik Rauf Bey, bütün Osmanlı deniz subayları gibi İngilizce biliyordu.
Bu tutuma “şark kurnazlığı” diyecek olanlara pek kızamam sanırım. Zira Rauf Bey’in yukarıda saydığımız niteliklerinin yanısıra herhangi bir diplomatik başarısı yoktu o zamana kadar. 1918 Mart’ında Trabzon’da toplanan ve Ermenistan ve Gürcistan’ın Rusya’yla yapılan Brest-Litovsk Barış Antlaşması’na uymalarını sağlamaya çalışan konferansta Osmanlı delegesiydi (bkz. #tarih, sayı 45). Yani galip tarafı temsil ediyordu; küçük ve güçsüz iki ülkenin temsilcileriyle karşı karşıyaydı; konferans da zaten başarıyla sonuçlanmamıştı.
Ancak, bütün bunlardan Rauf Bey’i küçümsediğimiz gibi bir sonuç çıkarılması yanlış olur. Rauf Bey’in, gayet başarılı bir asker, Millî Mücadele’ye çok önemli katkıda bulunmuş büyük bir vatansever, İttihat ve Terakki silâhşörlerinin kanlı tedhiş eylemlerine şiddetle karşı çıkan ılımlı bir politikacı olarak benim gözümde de değeri büyüktür; ama bu nitelikler, insanı iyi bir diplomat, iyi bir müzakereci yapmaya yetmez. Sonuç olarak Rauf Bey’i Mondros’a yollayan kurnaz şarklı kafası, meslekten diplomatların yerine geçirdikleri Rauf Bey’e de kötülük yaparak Bırakışma’nın bir hezimet olmasının yolunu yapmıştır.
Mondros Bırakışması metninin nasıl bir hezimet olduğu ve nelere yol açtığını gözden geçirmeden önce söylenmesi gereken bir nokta daha var ki, o günlerdeki durumun ne kadar vahim olduğunu gösterdiği gibi, bize “İyi ki Rauf Bey gönderilmiş” bile dedirtebilir. Nitekim Mondros’ta Osmanlı Devleti’ni kimin temsil edeceğinin tartışıldığı günlerde, Rauf Bey’in alternatifi Damat Ferit Paşa’ydı! Türkiye’nin daha çok Millî Mücadele’nin, Anadolu’daki kongreler sürecinin baş düşmanı olarak tanıdığı Ferit Paşa, daha o günlerde Padişah VI. Mehmet Vahdettin’in eniştesi olmasının dışında herhangi bir özelliği olmayan, yeteneksiz ve kifayetsiz bir politikacı olarak tanınıyordu. Sultanın huzurunda nasıl davranmak gerektiğini gayet iyi bilen, saygıda kusur etmeyen, son derece terbiyeli, ayrıca VI. Mehmet Vahdettin’in iyi bir padişah olacağına o günlerde samimiyetle inanan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa gibi bir Osmanlı soylusu bile, padişahın Mondros’a Ferit Paşa’nın gönderilebileceğini söylemesi üzerine kendini tutamayıp, “Aman Efendimiz; o meczubun biridir” demiştir.
Büyük Britanya cephesinde ise durum tümüyle farklıydı. Londra’dan Amiral Calthorpe’a 24 maddelik bir taslak yollanmış, özel olarak Karadeniz ve Boğazlar’la ilgili ilk üç madde dışında tüm maddelerin pazarlığa açık olduğu, hatta gerektiğinde hepsinden vazgeçilebileceği söylenmişti. Bilindiği gibi Mondros Bırakışması metni 25 maddeden oluşur. Yani İngiliz amirali 24 maddenin hepsini almakla kalmamış, fazladan bir madde daha ekleyebilmiştir. Bu maddelerin içeriklerine ilişkin de Rauf Bey’in pek bir şey yapamadığını, 24. maddenin İngilizce metninden anlayabiliriz. Türkçe metinde “Vilâyât-ı sitte” (altı vilâyet) deyimiyle anılan ve Ermenilerin kalabalık bir azınlık oluşturdukları altı vilâyete “the Armenian vilayets” (Ermeni vilâyetleri) denmişti.
Rauf Bey’in kendisine verilen görevin adamı olmadığını gösteren en az iki şey daha biliyoruz. Bunların birincisi, Kanadalı araştırmacı Gwynne Dyer’ın “The Turkish Armistice of 1918” başlıklı makalesinden öğrendiğimize göre, Rauf Bey’in bazı isteklerini Amiral Calthorpe’un, “bunlar bırakışma yapılırken değil, barış görüşmelerinde ele alınacak konulardır” diyerek karşılamış olmasıdır. Diğerini ise, bir hafta sonra Ahmet İzzet Paşa’nın Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’ya yolladığı bir telgrafta görüyoruz. Rauf Bey, Batı Anadolu’nun Yunan işgaline uğraması gibi bazı olasılıklar konusunda İngiliz amiralinin “centilmen sözü” ile yetinmiş, yazılı bir güvence almamıştır.
Bırakışma metninin tamamına bakıldığında edinilen genel izlenim, bunun bir teslim belgesi olduğudur. Örneğin bütün limanlar ve demiryolları İtilâf Devletleri’nin denetimine bırakılıyordu (Madde 1, 8, 9, 10, 15). Bu, işgal güçlerinin ülkenin içlerine kadar girebileceğini gösterir. Bundan başka, İtilâf ordularının stratejik önemi olan herhangi bir bölgeyi de işgal edebileceği öngörülmüştü ki (Madde 7), savaşa son verildiği düşünüldüğünde anlamsız olduğu söylenebileceği gibi, İtilâf Devletleri’nin başka niyetleri bulunduğunu gösterdiği de düşünülebilir. Öte yandan, Osmanlıların elinde esir bulunan bütün İtilâf askerlerinin hemen teslim edilmeleri öngörülürken (Madde 4), Osmanlı esirlerinin daha bir müddet İtilâf Devletleri tarafından tutulacağı (Madde 22) söyleniyordu. Yani karşılıklılık yoktu. Son olarak da yukarıda değindiğimiz ve birçok vatanseverin Doğu Anadolu’nun bazı bölgelerinin Ermenistan olması yolunda bir ilk adım olarak gördüğü 24. maddeyi sayabiliriz.
Mondros Bırakışması’nın, ülkemizin tarihinde anlamlı bir dönemeç olduğuna ilişkin herhangi bir kuşkumuz olamaz. Her şeyden önce, çok şey kaybettiğimiz bir savaşın sonunu getirmiş olmasıyla, o korkunç dönemi yaşayanlar için bir rahatlama anı, kısa sürecek olsa da bir barış ümidi olmuştur. Ama hem toplumsal tarih, hem de siyasal tarih açısından fazla ciddiye alınacak bir dönemeç de değildir. Hatta, Mondros’a meslekten diplomatların gönderilmiş ve bunun sonucunda çok daha kabul edilebilir, ülkeyi galiplerin işgallerine açmayan bir bırakışma metni çıkmış olsaydı da Mondros Bırakışması çok ciddiye alınabilir bir dönemeç olmayacaktı. Bunun nedeni, elimizdeki tarihsel metnin bile hiçbir işe yaramaması, sonrasında gelişen olayların o metni bile mumla aratacak nitelikte olmasıdır.
Bilindiği gibi Bırakışma’nın hemen ardından İngilizler Musul’u işgal etmişlerdi. Bırakışma anından önce ele geçirememiş oldukları Musul’u almaları, tamamen hukuksuzdu. Buna itiraz eden 6. Ordu Komutanı Ali İhsan (Sabis) Paşa da bu itirazı nedeniyle tutuklanıp Malta’ya sürülenler arasında yer alacaktır. Bu olaydan birkaç gün sonra ise İngilizler bu sefer İskenderun’u işgal ettiler. Niyetleri, Musul’da olanlardan işkillenip 7. Ordu’yu Suriye’den Çukurova’ya çekmeye çalışan Mustafa Kemal Paşa’nın yolunu kesmekti. Çekilme çok hızlı gerçekleştirildiği için Mustafa Kemal Paşa’nın İskenderun’a çıkacak İngiliz askerlerine ateşle karşılık verme emrinin yerine getirilmesine gerek kalmamış, Paşa da Malta’ya gidenler kervanına katılmaktan kurtulmuştu. Ancak, Kuzeydoğu Anadolu’daki 9. Ordu Komutanı Yakup Şevki (Subaşı) Paşa’nın akıbeti öyle olmadı. Mondros Bırakışması’na göre Kars, Ardahan ve Batum Sancakları’nın Osmanlı topraklarında kalıp kalmayacağı, yerinde yapılacak incelemelerden sonra karara bağlanacaktı (Madde 11). Ancak İngilizler, bu incelemeler yapılmadan Osmanlı ordusunun bölgeyi boşaltmasını istediler. Buna itiraz eden ve yerel direniş örgütlerinin kurulmasına yardımcı olan Yakup Şevki Paşa da Malta’ya ilk gönderilenlerden olacaktı.
İmzalanmasından sonraki 10 güne sığan bu olaylar, Bırakışma’nın neredeyse imzalanır imzalanmaz kâğıt üstünde kalması sonucunu doğurduğunu iddia etmeye yeter de artar bile. Ancak bu tespitten yola çıkarak hemen Sèvres Antlaşması’nın içeriğine atlamak çok erekselci, dolayısıyla da yanlış olur. Aynı biçimde, Mondros Bırakışması’nın içeriği ve sonrasında gelişen olaylar üzerinden Türklük, Müslümanlık ya da Üçüncü Dünya merkezli bir dizi aşırı mağduriyet ya da emperyalizm söylemine sıçramak da gayet yanlıştır. Türkiye’nin geleceği açısından henüz 1918’in Kasım ayında kendini belli eden ve Sèvres Antlaşması’yla doruğa çıkacak olan eylemler dizisini daha iyi anlayıp çözümleyebilmek için, 1. Dünya Savaşı’na ve sonuçlarına Avrupa ölçeğinde bir yaklaşımla eğilmek daha doğru olacaktır.
Türkiye için 1. Dünya Savaşı, Çanakkale Boğazı’yla Gelibolu Yarımadası’nda, bir de Kutü’l-Amare’de kazanılan başarılarla hatırlanan, yenilgi boyutu ise, “müttefiklerimiz yenildiği için yenilmiş sayıldık” efsanesiyle geçiştirilen ya da Kurtuluş Savaşı’ndaki başarıyla üstü örtülebilen bir maceradır. Bu nedenle ülkemizde üretilmiş 1. Dünya Savaşı’na ilişkin edebiyat ve sanat eserleri, Kurtuluş Savaşı’na ilişkin olanlarla veya bazı Avrupa ülkelerinde üretilenlerle karşılaştırıldığında çok cüce kalırlar. Bu durum, bize ilk ağızda 1. Dünya Savaşı’nın birçok ülkede, özellikle de Napoléon döneminden beri, yani yüz yıldır topyekûn bir savaş yaşamamış olan Batı Avrupa’da nasıl bir travma yarattığını göstermek açısından önemlidir.
Yüzyıl boyunca gelişen teknolojinin makineli tüfekler ve uzun menzilli toplarla getirdiği yıkıcılık, yerle bir olan şehirler, tümüyle yok olan ormanlar ve milyonlarca ölü, bu travmayı daha da arttırmıştı. İşte galiplerle mağluplar arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyen bu travma oldu. İtilâf Devletleri, dört yıldan biraz daha uzun süren savaşın bütün acısını yenilen İttifak Devletleri’nden çıkarmaya çalıştılar. Bulgaristan, Batı Trakya’yı yitirdi. Macaristan, büyük bir Macar nüfusunu Sırbistan ve Romanya’ya bırakmak zorunda kaldı. Avusturya iyice küçüldü ve Almanya’ya katılması yasaklandı. Nazizm belasını yaratanın Almanya’ya dayatılan ekonomik ve mali koşullar olduğunu yadsıyan tek bir tarihçi bile yok bugün. Dolayısıyla, Türkiye’nin Çanakkale Boğazı’nı kapatarak savaşın uzamasına neden olduğunu düşünenlerin bu haksız sertlik zincirinden bir pay da Türkiye’ye çıkardıklarını söyleyebilirsek, Mondros Bırakışması’nı ve hemen sonrasında olanları daha iyi anlayabilmiş oluruz.
“BIRAKIŞMA”, “ATEŞKES”, “ANTLAŞMA”
Mondros’ta imzalanan neydi?
“Bırakışma” iyi bir sözcük; “mütareke”nin Türkçe karşılığı. “Mütareke”nin, karşılıklı terkleşmek anlamına geldiğini bilenler anlayacaklardır. İki taraf savaşa tutuştuğuna göre, “bırakışma” daha da anlamlı olur sanırım. Ancak burada sorunumuz tutmak ve bırakmak değil, daha da önemli bir sorun. Zira adlarının önünde “Prof.” veya “Doç.” kısaltmaları olan birçok kişi hâlâ “Mondros Bırakışması” (ya da “Mondros Mütarekesi”) diyecekleri yerde “Mondros Ateşkesi” veya “Mondros Ateşkes Antlaşması” diyor. Durum vahim çünkü ateşkesle bırakışma arasında hem fiilî açıdan, hem de hukuk açısından büyük bir fark var.
“Bırakışma” (armistice), savaş haline son vermek, silâhları bırakmak demektir. “Ateşkes” (cessez le feu; cease fire) ise savaşa ara vermek, elinizden silâhları bırakmadan ateş etmeyi bir süreliğine durdurmak demektir. Örnek verecek olursak, Çanakkale muharebeleri sırasında yaşanan ilginç bir olaydan sözedebiliriz. Bilindiği gibi 19 Mayıs 1915’te Osmanlı ordusu büyük çaplı bir hücuma kalkmış ve çok kayıp vermişti. İki tarafın siperleri arasındaki “no man’s land”de biriken cesetler, havanın da çok sıcak olması nedeniyle izleyen günlerde çürümeye ve kokmaya başladı. Üstlerine üşüşen börtü böcek de cabası… Çıkan kokunun iyice çekilmez bir hale gelmesi üzerine, 23 Mayıs akşamı bir günlük ateşkes ilân edildi. 24 Mayıs sabahı, iki tarafın sıhhiyeleri, subayların gözetiminde siperlerden çıktılar, selamlaşıp sigara alışverişi yaptılar ve cesetler arazide açılan çukurlara defnedildi. İşleri tamamlanınca da el sıkışıp mevzilerine döndüler. Akşam saatlerinde yeniden savaşıyorlardı.
ERZURUM MİLLETVEKİLİ ANLATIYOR
‘Vilâyat-ı Şarkiye, Ermenistan oluyor!’
İstanbul’da 12 Ocak 1920’de toplanan son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’ne Erzurum milletvekili olarak giren Süleyman Necati Güneri, Hâtıra Defteri adı altında topladığı anılarında aşağıdaki olayı naklediyor: “Erzurum’da eski âşinalardan yalnız Doktor Fuat Sabit Bey vardı. Hastahanede ser-tabib bulunuyordu. Bir gün emir neferi muttasıl oturduğum evden bizi erken çağırdı. Gittim, kapıdan girerken doktor:
-Müjde! Mütareke oldu.
-Mütareke-i tamme var mı? dedim. Telgrafı gösterdi. Yirmi [dördüncü] maddeye gelince:
-Eyvah! Vilâyat-ı Şarkiye Ermenistan oluyor…
dedim. Doktor:
-Öyle bir şey yok! dedi.
Maddeyi okuyorum:
“Ermeni ekseriyet sâkin olan vilâyetlerde asayişi muhill bir hâl zuhur ederse İtilâf devletleri oraları işgâl hakkını muhafaza eder.” Bu madde şu demektir ki Ermeni muhill-i asayiş hareket yapınca İtilâf ordusu Erzurum’a girecek ve Ermeniler de Türkleri kese kese ekseriyet teminine çalışacaktır. Bir Ermeni bulunmayan buraları müdafaa etmemek namussuzluktur.
Doktor:
-Ben seninle beraberim, fakat askerim. Teşebbüste bulunamam. Ne lâzımsa siz yapınız, dedi. Bir cemiyet kurulmasına karar verdik. Cemiyetin nizamnâme ve beyannâmesini hazırladım”.
(Süleyman Necati Güneri, Hâtıra Defteri, haz. Ali Birinci İstanbul, 1999).