Kasım
sayımız çıktı

Dünyayı aç bırakan krizin Kuzey ve Güney hâli

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) bu yıl yayımladığı rapor, dünyanın şimdiye kadar yaşadığı en ciddi gıda krizinin eşiğinde olduğunu ortaya koydu. Rapora göre küresel olarak açlıktan etkilenen insan sayısı 2020’den bu yana yaklaşık 46 milyon ve COVID-19 salgınının patlak vermesinden bu yana 150 milyon arttı ve 2021’de 828 milyona yükseldi. Ulusal kalkınmacılık döneminden neoliberalizm çağına, krizin taşlarını döşeyenler.

FAİK GÜR

Dünyada açlık çeken in­sanların sayısı yükseli­yor. Üstelik gıda fiyat­larında da son dönemde tekrar yükseliş kaydediliyor. Açlık çe­ken insanların büyük bir kısmı savaş veya iklimdeki değişim­lerden daha çok etkilenen böl­gelerde yaşıyor. Tüm bunlar ciddi bir küresel gıda sorununa işaret ediyor. Gıda krizi üzerine konuşmaya başlamadan önce, sık karşılaşılan bir terminoloji sorununa değinmek gerek: Gıda güvencesi ve gıda güvenliği.

“Gıda güvencesi”, İngilizce­deki “food security” teriminin karşılığı. Buradaki “security” kelimesi Türkçeye genellikle “güvenlik” olarak çevrildiğin­den “food security” de “gıda gü­venliği” olarak tercüme ediliyor. Halbuki gıda söz konusu oldu­ğunda süreç bir “güvence” süre­cidir. Aynen iş güvencesinde ol­duğu gibi… Dolayısıyla buradaki doğru kullanım, “gıda güven­cesi” olmak zorundadır. Gıda güvenliği ise “food safety” için doğru bir çeviri olur. “Safety” sözcüğü gıdanın sağlıklı olup ol­madığı ile ilgilidir.

Cumhuriyet döneminde tarım 1923’te zirai üretimi artırmak için atılan ilk adımlardan biri, tarım makinelerinin ithalatından alınan vergileri kaldırarak Ziraat Bankası vasıtasıyla üretim makinelerinin ithalatını desteklemeye başlamaktı. Bu dönemde öşür vergisinin kaldırılması da önemli bir adımdı.

Gıda güvencesiyle ilgili gü­venilir verileri raporlarla dün­yaya sunan Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), bu yıl yayımladığı “Dünya­da Gıda Güvenliği ve Beslen­me 2022” raporunda dünyanın şimdiye kadar yaşanan en ciddi gıda krizinin eşiğinde olduğu­nu ortaya koydu. Rapora göre, küresel olarak açlıktan etki­lenen insan sayısı, 2020’den bu yana yaklaşık 46 milyon ve COVID-19 salgınının patlak vermesinden bu yana 150 mil­yon artarak 2021’de 828 milyo­na yükseldi. Burada pandemi­nin uzun zamandır yaşanmak­ta olan sorunları apaçık ortaya seren bir rol üstlendiğini gö­rüyoruz. Pandeminin geçtiği­ni varsaydığımız bir dönemde yayımlanan FAO 2022 raporu, pandemi öncesi azalma eğilimi görülen açlık ve yetersiz beslen­me verilerinin tersine döndüğü­nü gösteriyor.

Bunun nedenlerine baktığı­mızda, küçük üreticiliğin ege­men olduğu Küresel Güney’deki tarımsal yapılar ve bu yapıların gıdanın sıradan bir meta olarak görüldüğü dünya ekonomisi ile olan ilişkisi önümüze çıkıyor. 1990 sonrası, tarım destekleme politikalarının giderek azalma­sıyla bu ilişki giderek zayıfladı. Kalkınmacı kamu politikası an­layışı yerini piyasa yoluyla kal­kınmacı olduğunu söyleyen ne­oliberal politikalara bırakırken, küçük üretici hazırlıksız bir hâl­de piyasayla karşı karşıya kaldı; tarım girdi fiyatları ve tarımsal ürün fiyatları arasında bir ka­pana girdi ve tarımsal faaliyeti terk etmeye başladı. Bu da özel­likle Küresel Güney’de yapısal bir sorun oluşturuyor. Örneğin Türkiye’de bu dönemde küçük üreticilik 3 milyonun altına in­miş; tarımdan kopuş hız ka­zanmış ve hem kırsalda hem de kentte birleşik bir mutlak yok­sulluk oluşmuş. Küçük üretici­ler desteklenmediği takdirde de üretim ve tedarik zincirlerinin kırılganlığı devam edecek.

Atatürk Orman Çiftliği deneyimi Atatürk Orman Çiftliği, 1925’te Ankara’nın batısında ki Yenimahalle’de Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından parça parça ve farklı bireylerden satın alınarak kurulmuş; Türk tarımına öncülük etmeyi amaçlamıştı (altta). Köy Enstitüleri de haftalık 44 saatlik ders programının 11 saatini tarım faaliyetlerine ayırıyordu.

Rapor her şeyin birbirine bu kadar bağlı olmasının büyük bir sorun olduğunu gösteriyor. Metaların sınırsız dolaşıma gir­mesini destekleyen neoliberal politikalar evreninde gıda, sıra­dan bir meta muamelesi gördü­ğünde, küreselleşmiş sorunları çözmek de giderek zorlaşıyor. Pandemi, bize, özellikle gıda ve tarım bağlamında, bunun ne kadar riskli olduğunu göster­miş oldu. Savaş da aynı işlevi görüyor.

Biraz geriye gidelim… 1980’den bu yana etkinlik kaza­nan küresel iktisadi politikalar­daki değişikliklerin bir sonucu, dünya toplam tarım üretiminde bir artış olmuştu. Ama bu aynı zamanda bölüşüm ilişkilerin­de inanılmaz bir bozukluğu da beraberinde getirmiş ve yok­sulluk derinleş­mişti. 1970’lerin sonunda ulusal kalkınmacılığın bitişi ile başla­yan neoliberal dönem bu iki hususu tartışma­sız bir şekilde ortaya koyacak gelişmelerle dolu. Hem neolibe­ral dönem hem de ulusal kalkın­macılığın olduğu 1980’ler ön­cesi dönem esasen üretim mer­kezciydi. Üretimin tamamen piyasaya bırakılması noktasın­da bir kayma diye de bakabiliriz bu dönüşüme. Piyasa üretimi artırır denir. Evet doğru, üretim arttı ama açlık ve yetersiz bes­lenmeyle birlikte…

Eski ulusal kalkınmacılık paradigması, iyimser bir dönem yaratmış olsa da yarattığı çevre sorunları ile eleştiri yağmuruna tutulmuştu. Biyoçeşitlilik ko­nusu bu eleştirilere imkan sağ­layan bir çerçeve sundu örne­ğin. Kalkınma gerçekleştirmek istiyorsunuz ama bunu sürdü­rülebilir olarak yapmadığınız zaman kalkınmanın özü olan yerelde üretilen değerin yerelde kalması konusunu es geçiyor­sunuz. Ayrıca, topografyayı geri dönülmez şekilde bozuyorsu­nuz. Tohum çeşitliliğini giderek azaltıyorsunuz. Özellikle büyük firmaların bu konudaki perfor­mansı üzerine yazılmış bilimsel makaleler mevcut.

Ulus-devletlerden oluşan uluslararası sistemi, “anarşik” bir ortam olarak tanımlayan yaklaşımlar vardır. Bu yakla­şımları kapitalizmin gelişme di­namikleri ile beraber değerlen­dirdiğimizde ulaştığımız örnek­lerden biri Ukrayna krizi oluyor. Ayırt edici iki yönü var bu kri­zin. İlki, bir ülkenin dünya tica­retine konu olan ürününe el ko­nuyor. İkincisi, el konulamayan kısımlarının da ihraç edilmesi­nin önünde zorluklar ortaya çı­kıyor. Aracılık faaliyetleri kısmi çözüm üretse de durumun riski ortada. Savaş durumundan kay­naklı bir kriz diyebilirsiniz buna ama tarım ürünlerinin doğru­dan “silah” gibi kullanılması bi­linmeyen bir şey değil. Mesele­nin özü, gıdayı sıradan bir meta olarak değerlendirmenin riskini göstermesi.

Mevcut tarım politikaları­nın işe yaramadığını artık ka­bullenmek zorundayız. Ayrı­ca küçük üreticiliğin kurumsal yapı altında bir güç oluşturması ve piyasayla ilişkiye girmesinin yolunu bulmak gerekiyor. Kü­çük üreticiliğin, kooperatif ben­zeri kurumsal şemsiyeler altın­da faaliyet göstermesi bu dönü­şüme hizmet edebilir. Çözüm, kamu politikalarının yeniden tasarlanmasında.