Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) bu yıl yayımladığı rapor, dünyanın şimdiye kadar yaşadığı en ciddi gıda krizinin eşiğinde olduğunu ortaya koydu. Rapora göre küresel olarak açlıktan etkilenen insan sayısı 2020’den bu yana yaklaşık 46 milyon ve COVID-19 salgınının patlak vermesinden bu yana 150 milyon arttı ve 2021’de 828 milyona yükseldi. Ulusal kalkınmacılık döneminden neoliberalizm çağına, krizin taşlarını döşeyenler.
FAİK GÜR
Dünyada açlık çeken insanların sayısı yükseliyor. Üstelik gıda fiyatlarında da son dönemde tekrar yükseliş kaydediliyor. Açlık çeken insanların büyük bir kısmı savaş veya iklimdeki değişimlerden daha çok etkilenen bölgelerde yaşıyor. Tüm bunlar ciddi bir küresel gıda sorununa işaret ediyor. Gıda krizi üzerine konuşmaya başlamadan önce, sık karşılaşılan bir terminoloji sorununa değinmek gerek: Gıda güvencesi ve gıda güvenliği.
“Gıda güvencesi”, İngilizcedeki “food security” teriminin karşılığı. Buradaki “security” kelimesi Türkçeye genellikle “güvenlik” olarak çevrildiğinden “food security” de “gıda güvenliği” olarak tercüme ediliyor. Halbuki gıda söz konusu olduğunda süreç bir “güvence” sürecidir. Aynen iş güvencesinde olduğu gibi… Dolayısıyla buradaki doğru kullanım, “gıda güvencesi” olmak zorundadır. Gıda güvenliği ise “food safety” için doğru bir çeviri olur. “Safety” sözcüğü gıdanın sağlıklı olup olmadığı ile ilgilidir.
Gıda güvencesiyle ilgili güvenilir verileri raporlarla dünyaya sunan Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), bu yıl yayımladığı “Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme 2022” raporunda dünyanın şimdiye kadar yaşanan en ciddi gıda krizinin eşiğinde olduğunu ortaya koydu. Rapora göre, küresel olarak açlıktan etkilenen insan sayısı, 2020’den bu yana yaklaşık 46 milyon ve COVID-19 salgınının patlak vermesinden bu yana 150 milyon artarak 2021’de 828 milyona yükseldi. Burada pandeminin uzun zamandır yaşanmakta olan sorunları apaçık ortaya seren bir rol üstlendiğini görüyoruz. Pandeminin geçtiğini varsaydığımız bir dönemde yayımlanan FAO 2022 raporu, pandemi öncesi azalma eğilimi görülen açlık ve yetersiz beslenme verilerinin tersine döndüğünü gösteriyor.
Bunun nedenlerine baktığımızda, küçük üreticiliğin egemen olduğu Küresel Güney’deki tarımsal yapılar ve bu yapıların gıdanın sıradan bir meta olarak görüldüğü dünya ekonomisi ile olan ilişkisi önümüze çıkıyor. 1990 sonrası, tarım destekleme politikalarının giderek azalmasıyla bu ilişki giderek zayıfladı. Kalkınmacı kamu politikası anlayışı yerini piyasa yoluyla kalkınmacı olduğunu söyleyen neoliberal politikalara bırakırken, küçük üretici hazırlıksız bir hâlde piyasayla karşı karşıya kaldı; tarım girdi fiyatları ve tarımsal ürün fiyatları arasında bir kapana girdi ve tarımsal faaliyeti terk etmeye başladı. Bu da özellikle Küresel Güney’de yapısal bir sorun oluşturuyor. Örneğin Türkiye’de bu dönemde küçük üreticilik 3 milyonun altına inmiş; tarımdan kopuş hız kazanmış ve hem kırsalda hem de kentte birleşik bir mutlak yoksulluk oluşmuş. Küçük üreticiler desteklenmediği takdirde de üretim ve tedarik zincirlerinin kırılganlığı devam edecek.
Rapor her şeyin birbirine bu kadar bağlı olmasının büyük bir sorun olduğunu gösteriyor. Metaların sınırsız dolaşıma girmesini destekleyen neoliberal politikalar evreninde gıda, sıradan bir meta muamelesi gördüğünde, küreselleşmiş sorunları çözmek de giderek zorlaşıyor. Pandemi, bize, özellikle gıda ve tarım bağlamında, bunun ne kadar riskli olduğunu göstermiş oldu. Savaş da aynı işlevi görüyor.
Biraz geriye gidelim… 1980’den bu yana etkinlik kazanan küresel iktisadi politikalardaki değişikliklerin bir sonucu, dünya toplam tarım üretiminde bir artış olmuştu. Ama bu aynı zamanda bölüşüm ilişkilerinde inanılmaz bir bozukluğu da beraberinde getirmiş ve yoksulluk derinleşmişti. 1970’lerin sonunda ulusal kalkınmacılığın bitişi ile başlayan neoliberal dönem bu iki hususu tartışmasız bir şekilde ortaya koyacak gelişmelerle dolu. Hem neoliberal dönem hem de ulusal kalkınmacılığın olduğu 1980’ler öncesi dönem esasen üretim merkezciydi. Üretimin tamamen piyasaya bırakılması noktasında bir kayma diye de bakabiliriz bu dönüşüme. Piyasa üretimi artırır denir. Evet doğru, üretim arttı ama açlık ve yetersiz beslenmeyle birlikte…
Eski ulusal kalkınmacılık paradigması, iyimser bir dönem yaratmış olsa da yarattığı çevre sorunları ile eleştiri yağmuruna tutulmuştu. Biyoçeşitlilik konusu bu eleştirilere imkan sağlayan bir çerçeve sundu örneğin. Kalkınma gerçekleştirmek istiyorsunuz ama bunu sürdürülebilir olarak yapmadığınız zaman kalkınmanın özü olan yerelde üretilen değerin yerelde kalması konusunu es geçiyorsunuz. Ayrıca, topografyayı geri dönülmez şekilde bozuyorsunuz. Tohum çeşitliliğini giderek azaltıyorsunuz. Özellikle büyük firmaların bu konudaki performansı üzerine yazılmış bilimsel makaleler mevcut.
Ulus-devletlerden oluşan uluslararası sistemi, “anarşik” bir ortam olarak tanımlayan yaklaşımlar vardır. Bu yaklaşımları kapitalizmin gelişme dinamikleri ile beraber değerlendirdiğimizde ulaştığımız örneklerden biri Ukrayna krizi oluyor. Ayırt edici iki yönü var bu krizin. İlki, bir ülkenin dünya ticaretine konu olan ürününe el konuyor. İkincisi, el konulamayan kısımlarının da ihraç edilmesinin önünde zorluklar ortaya çıkıyor. Aracılık faaliyetleri kısmi çözüm üretse de durumun riski ortada. Savaş durumundan kaynaklı bir kriz diyebilirsiniz buna ama tarım ürünlerinin doğrudan “silah” gibi kullanılması bilinmeyen bir şey değil. Meselenin özü, gıdayı sıradan bir meta olarak değerlendirmenin riskini göstermesi.
Mevcut tarım politikalarının işe yaramadığını artık kabullenmek zorundayız. Ayrıca küçük üreticiliğin kurumsal yapı altında bir güç oluşturması ve piyasayla ilişkiye girmesinin yolunu bulmak gerekiyor. Küçük üreticiliğin, kooperatif benzeri kurumsal şemsiyeler altında faaliyet göstermesi bu dönüşüme hizmet edebilir. Çözüm, kamu politikalarının yeniden tasarlanmasında.