Kasım
sayımız çıktı

Denizde ve sahilde çoktur, kovadan kalıpla kale olur, bazen içine kafa gömülür

Cambridge araştırmacıları bu yakınlarda kanıtladı: Kumullar kendi aralarında ilişkideler. Kumul göçlerinde topluca gerçekleşiyormuş hamleleri. Bırakıldıklarında herşeyi kapıp örtebiliyorlar: Arkeolojinin doğuş nedeni! Sanatın, edebiyatın, mimarinin temelinde-tarihinde vazgeçilmez bir madde kum. İçimize, hayatımıza karışan taneciklerin yolculuğu… Picasso, Saint-John Perse, Tektaş Ağaoğlu, Pierre Reverdy ve tabii Borges.

 İşim gücüm edebiyat-sa­nat-felsefe-kültür ya, do­ğal olarak “kum” der de­mez aklıma Calvino’nun “Kum Koleksiyonu” metni geliyor; bir kitabına adını da veren. 1974’de Paris’te açılan bir ser­gide rastlamıştım. Saydam şişelere doldurulmuş, fark­lı coğrafyaların kumsalların­dan, kumullarından toplanmış değişik renkli örnekleri -kum ‘specimen’leri toplayan çok sayıda koleksiyoncu var- bul­mak, biriktirmek, bunların pe­şine takılmak iyidir.

“Arénophile” deniyormuş kumseverlere. Yoksa kumpe­rest mi olmalı karşılığı? Sev­mek ile tap(ın)mak arasındaki farkı küçümsememeli; demek ki iki ayrı tutku biçiminden sözediyoruz böylece.

“Kum” deyiveriyoruz, mad­deyi pek tanımadığımız, türle­riyle tanışmadığımız için; bu nedenle sözlüğümüz de zen­ginleşemiyor. Kumuldan sö­zeden kaç kişi çıkar çevremiz­den? Kullanılmıyorsa kelime, temsil ettiği her neyse, onunla bağlantı kurulmadığını göste­rir. Cambridge araştırmacıları bu yakınlarda kanıtladı: Ku­mullar kendi aralarında ilişki­deler. Kumul göçlerinde toplu­ca gerçekleşiyormuş hamle­leri. Bırakıldıklarında herşeyi kapıp örtebiliyorlar: Arkeolo­jinin doğuş nedeni!

20. yüzyılın en önemli fotoğraf sanatçılarından Man Ray’in objektifinden, Max Ernst’ün kuma çizdiği desen, 1936.

Kum kullanan sanatçılar vardır; örneğin Tektaş Ağaoğ­lu etkileyici heykel-tablolar yapardı kum kullanarak. Derin rölyeflerdi (Acaba neredeler – artık?). Bir kum tasarımcısı­nın işleriyle karşılaştım dola­nırken: Rezzan Hasoğlu, Lexus Design ödülü almış çalışma­larıyla. Çıplak gözle görmek isterdim o işleri. Malzemesini toplamıyor, ısmarlıyormuş; bu beni biraz uzaklaştırdı serüve­ninden.

2020 Eylül sonu, kum fır­tınaları koptu İstanbul dahil Türkiye’nin pek çok bölgesin­de. Hiç ortasında kalmadım bugüne dek sıkı bir kum fır­tınasının. Belgesellerde ya da haber programlarında rastla­dığım görüntüler hem ürkütü­cü hem büyüleyiciydi -öyle­dir doğanın pek çok kalkışımı: Lav püskürten volkanlar, hor­tumlar, azgın dalgalar çift ku­tuplu duygular yaratır insanın ruhunda -kum fırtınaları da.

Kum yalnızca rüzgarlarla, fırtınasıyla gelmez üstümü­ze; yağmura da bindiği olur. Geçip gittiğinde, durduğun­da ve damlalar kuruduğunda, özellikle cam yüzeylerde apa­çık görülür izleri. Düşünme­yiz genellikle, oysa geldikleri yer düşünülürse yaratacağı et­ki farklılaşır: Sahra’dan, Arap Yarımadası’ndan gelen kum taneleridir onlar: Havalanmış, binlerce kilometre yol yaptık­tan sonra inmişlerdir şehri­mize. O gözle bakılmalı toz taneciklerine, sanki göçmen kuşlarmışcasına -şu farkla ki: Artık buraya/bize karışacak­lardır.

Madde kaybolmaz. Bir kum tanesinin izi sürülebilir mi? Sürülebilirse neyle, nasıl?

İnsan ne ki: Evrende kum tanesi.

Vahşi bir sualtı savaşı André Masson, “Balıkların Savaşı” (1926) adlı tablosunu, tuvalin bazı bölgelerine serbestçe astar boyası uygulayıp üzerine kum atarak ve ardından fazlalıkları fırçalayarak yapmıştı. Ortaya çıkan görüntü, keskin dişli balıklar arasında vahşi bir sualtı savaşını akla getiriyordu.

Görebildiğim, ilk kum­lu tablo çalışmalarının And­ré Masson’un elinden çıktığı: 1926. Zemine önce tutkal dö­şedikten sonra kum püskürte­rek gerçekleştirdiği tabloların Pollock’u etkilediği, “action painting”i bir bakıma tetikle­diği öne sürülüyor.

“Herşey”i kullanan Pi­casso, kuma başvurmamış olsun; mümkün mü?! Juan-les-Pins’de yaptığı 20 Ağus­tos 1930 tarihli “Baigneuse Couchée” bir kumda sereserpe gerçekten de. Daha ilginci, ters çevrilmiş bir tuvalde karton­du, çiviydi, ottu ve kumdu, bir­leştirmiş olması. Ve bir palmi­ye yaprağı eklemesi -ilkinden tam 1 hafta sonra.

İlgincin ilginci, Picasso kumsalda da rahat durama­yan çocuktu. 1937’de, Mou­gins kumsalında gerçekleştir­miş kumda desenini. Kaybol­masından önce Man Ray’ın çektiği fotoğrafa borçluyuz yok-varlığını!

Kum, kumul, kumsal im­gesinin merkezî görev gördü­ğü bir şiir, Saint-John Perse’in Sürgün’ü. 1941’de, gerçekten de sürgünde bulunduğu Long Beach Island’da yazdığı yek­pare nesir-şiirinin 1942’deki ilk basımı kitaplığımda. Per­se’in tipik, yüksek seslenme­li poetikasının bir çeşitleme­si buradaki. Açık denizin um­man evrenine övgü döşedikten sonra, burada, suyun ya da çö­lün kıyısındaki kum düzlükte çıplak ayakla çizilmiş harfler. Hem kaygan, hem yutucu bir zeminden, şair, kumdan yan­sıyan sönmüş boyutunu eşe­liyor.

İnsan yeryüzünde sürgün.

Kumda sereserpe Pablo Picasso’nun 20 Ağustos 1930 tarihli “Baigneuse couchée”si…

Pierre Reverdy Devingen Kum’u ölümünden 1 yıl önce (1959), Solêsmes’de yazmıştı. Ancak şiirin başlığına kazınan imge daha eski tarihli birkaç şiirinden gelir: Kumun görü­nür görünmez yer değiştirme­leri ile yaşam devinimleri ça­kışır burada. “Bavulsuz geçiş ölüme”, en başından, sımsı­kı bir ritmik düzen içinde bir vasiyet toparlaması mahiye­tine oturtur bu ortaboy şii­ri. Meraklılar sanal ortamda bulabilir (‘Le Sable Mouvant’ yazarak) Picasso’nun hızını Devingen Kum’dan alan 10 su­luboyasını.

Borges, yaklaşık 30 yıl arayla “Kitab”a iki kez sonsuz­luk hakkı verdi: Babil Kütüp­hanesi (1941) sonsuz sayıda nüshadan oluşmuştu; Kum Ki­tabı (1975) başı sonu olmayan, iki ucu sonsuza açık biricik kitabı ağırlayan masal oldu. O kitaba adını da verdiğine ba­karak denklemi şöyle kurabi­liriz: Kum Kitabı’ndaki kum kitabı hikayesinde sözü edilen kum kitabı, sonunda bir rafına gizlice yerleştirildiği kütüpha­neyi sonsuzluk katına böylece taşımıştır.

Atar Doha’da Jean Nouvel tasarımı müze geçen yıl açıldı; “para”nın cirit attığı utandırı­cı bir törenle. Frank Gerry et­kisi bulaşıcılığını sürdürüyor! “Kum Gülü” bir doğa formu; bölgenin özellikleriyle uyumlu seçim olmuş mimarlık açısın­dan. Nouvel’in kurduğu çatı düzeniyle sanal ortamda rast­lanan doğal ‘kum gölü’ görün­tülerini kıyasladığımda, açık­çası, bu öykünmeli seçimin yapının lehine sonuç vermedi­ğine varıyorum.

Dünyanın kumu camın içinde Lexus Design Ödülü’nü alan tasarımcı Rezzan Hasoğlu’nun “Sand to glass” projesinden dünyanın farklı bölgelerinden kum türleriyle yaptığı cam objeler.

Kum yenir mi? Pika send­romu da, jeofaji de yerine göre bir ruhsal sıkıntının tezahü­rü olarak değerlendiriliyor; gelgelelim farklı kültürlerde farklı yaklaşımlara rastlan­dığı sır sayılmaz. Kil, toprak, kum yemeyi sağaltıcı görenler, altedilmez bir gereksinmenin karşılanması olarak bakıyorlar konuya. Tanpınar’ın, açık bir şaşkınlıkla, Ahmet Hâşim’in kil yeme tutkusundan sözedi­şine değinmiştim.

Kum koleksiyoncuları bir­birlerine kum eşantiyonları satmaz, değiş-tokuş yaparlar­mış; onlara duyduğum saygıyı bir tık yükseltti bunu öğrenmiş olmak. Genellikle 30 mili­metre küplük şişeler kullanılı­yormuş. Bir koleksiyoncu, Gu­adeloupe’da 300’ü aşkın kum türü olduğunu yazmış -bir renk cümbüşü. Kum koleksi­yoncular derneğine üye oldu­ğunda, “hoşgeldin”i 50 şişe ar­mağan göndererek yapmışlar.

Evde kumsuz olmak birden küçülttü beni.

William Blake, “bir kum tanesinde bütün bir dünya” di­yesiymiş.

The Sand Paper, uluslara­rası kum koleksiyonerleri der­neğin yayın organı. Yılda iki kez elektronik ortamda yayım­lanıyor bu kum gazetesi; İngi­lizce üzerinden haberleşiyor, bilgi ve görüntü paylaşımın­da bulunuyor, tanışıp görüşü­yorlar. Kum sayesinde birlikte yaşamaya başlayanlar oluyor mudur? Niye olmasın: Tanış­tıklarında Picasso’dan nefret etme gibi bir ortak yanları ol­duğu için görüşmeyi sürdüren, sonrasında evlenen çift 1 yıl sonra ayrılmış -yetmez kum sevmek, sevmemek.

Gezegeni yokolmuş bir uydu Osmanlı saraylarının en genişi Edirne Sarayı’nın günümüze ayakta ulaşan yapılarından Kum Kasrı Hamamı tek başına, yalnız bir görüntü veriyor.

Hoffmann’ın karanlık hikâ­yesi Der Sandmann’a, 4-5 yıl oldu “Tesadüf” başlıklı dene­memde sokulmuştum. İrkil­ticiliğini Kum Adam’ın şöyle koyar Hoffmann: “O kötü bir adam; yatmak istemedikle­rinde çocukların yanına ge­lir ve gözlerine avuç dolusu kum serper; çocukların gözleri kan-revan içinde yuvalarından fırlar; sonra Kum Adam onları bir çuvalın içine atar ve yav­rularını beslemek için hilalin içine götürür; yavruları ora­daki yuvada oturur, baykuş­larınki gibi kıvrık gagalarıyla yaramaz çocukların gözlerini yerden kaldırıp yerler!”

Tim Burton’u aratmayan yaklaşım. Bereket, bildiğim kadarıyla, uykusuzluk pek çekmiyor Kum Adam.

İslâm Ansiklopedisi’nde­ki Sarây-ı Cedîd maddesinden aktarıyorum:

“Edirne Sarayı’nın en önemli özelliği Osmanlı sa­rayları arasında en geniş saray olmasıdır. Saraya ait Cihan­nüma Kasrı duvar kalıntıla­rı, Kum Kasrı ile tek kubbeli Kum Kasrı Hamamı, Bâbüs­saâde ile dokuz kubbeli saray mutfaklarının bir kısmı ayak­tadır”.

Kum Kasrı’nı büyük ola­sılıkla Fatih yaptırtmış; adı, içinde bulunduğu Kum Mey­danı’ndan geliyormuş. Ha­mam, biraz gezegeni yokolmuş bir uydu izlenimi yaratıyor in­sanda. Çevredeki kumun özel bir dokusu olduğu anlaşılıyor; yapımında kullanılmış bel­ki de.

Edirne’nin de “Kum ma­hallesi” var. Bir tek o mu? Sı­nırın iki karış ötesinde, Di­metoka’nın da Kum mahallesi varmış.

Edirne tarihine ilişkin te­mel kaynakların başında ge­liyor Enîsü’l-Müsâmirîn -eh, biz de işin içindeyiz işte!

Yazar-ressam işbirliği Pierre Reverdy’nin Devingen Kum (Sable Mouvant) kitabında Picasso’nun yaptığı “Sculptor at Work” suluboyası, 1966.