Millî Mücadele’nin aynı zamanda millî hakimiyet için de yapılan bir iç mücadele olduğu, yakın tarihimizde es geçilen bir noktadır. 7 Ekim 1919’da başlayan 11 Nisan 1920’de sona eren dönemi “3. Meşrutiyet” olarak adlandırmak gerekir. Cumhuriyet rejimine kadar ilerleyen süreçte Saray’ın asıl ihaneti dış politikaya ilişkin değil, millî hakimiyet ilkesi üzerine kurulu olan anayasal sisteme son vermesidir.
Bu ay, yaşamı çok kısa olan ama daha sonra Misâk-ı Millî olarak bilinen Ahd-ı Millî adlı bildiriyi önce kabul (28 Ocak), sonra da ilân etmesi (17 Şubat) nedeniyle yakın tarihimizde çok şerefli bir yeri olan son Osmanlı Meclisi’nin açılışının 100. yılındayız.
12 Ocak 1920’de açılan bu meclisin, genel geçer tarih anlatılarımızda 2. Meşrutiyet’in son meclisi olduğu söylenir. Zamanında da o gün başlayan döneme “Dördüncü devre-i intihâbiyye”, yani “dördüncü seçim dönemi” denmiş ve son Meclis-i Mebûsân, 2. Meşrutiyet’in 1908, 1912 ve 1914 seçimleriyle sürmüş olan tarihine eklenmiştir. Ancak bu, anayasa hukuku açısından yanlış olduğu gibi tarih çözümlemesi açısından da kabul edilebilir bir şey değildir. Evet; o dönemi iyi anlayabilmek için Meclis-i Mebûsân tutanaklarını okumaya gittiğimizde kütüphanecilerin bize verdikleri o 100 yıllık cildin üzerinde “Dördüncü devre-i intihâbiyye” yazıyor. Ama bu, tarihsel aktörlerin o günkü siyasal tercihleri nedeniyle kullandıkları bir adlandırma. Değişik bir biçimde söyleyecek olursak, tarihin öznellik boyutunu gösteren güzel bir örnek. Dolayısıyla, bugün yaptığımız tarih çözümlemesini bağlamaması gerekir. Tarihsel aktörlerin öznelliklerini aşamayacaksak neden tarih çalışıyoruz ki?
Eğer aklı başında bir Millî Mücadele tarihi yazmak istiyorsak, işe Sultan 6. Mehmet Vahdettin ve Ahmet Tevfik Paşa Hükümeti’nin 2. Meşrutiyet’e son verdiklerini söyleyerek başlamamız gerekir. Bilindiği gibi sultan, 21 Aralık 1918’de, Mayıs 1914’te açılmış olan Meclis-i Mebûsan’ı dağıtmıştı. Bu, anayasal olduğu gibi meşru da olan bir karardı; zira bu Meclis’te ülkeyi savaşa sokmak yani savaş sonunda ortaya çıkmış olan feci duruma neden olmak; bir de savaş sırasında Ermenileri katletmek, İngiliz esirlerine kötü muamele etmek gibi ağır suçlamalarla karşı karşıya olan İttihat ve Terakkî Cemiyeti çoğunluktaydı. Üstelik söz konusu cemiyet Kasım ayı başında yaptığı son kongresinde kendi kendini feshetmiş, önderlerinden bir grup da yurtdışına kaçmıştı. Bu durumda, dağıtma kararını eleştirebilmek mümkün değildir. Ayrıca sözkonusu karar Anayasa’nın 7. Maddesi’ne gönderme yapıyor, yani yeni bir meclisin dört ay içerisinde yapılacak bir seçimle oluşacağı haberini de vermiş oluyordu.
4 Ocak 1919’da Osmanlı Devleti’nin resmî gazetesi Takvîm-i vekâyî’nin dördüncü sayfasında küçük bir duyuru yayımlandı. “Genel maddeler” başlığı altında, imzasız, “resmî tebliğ ” bile denmemiş, dolayısıyla da hangi yetkeden kaynaklandığı belli olmayan duyuru, seçimlerin barış antlaşması sonrasına ertelendiğini bildiriyordu. Bu ertelemenin bahanesi de, Osmanlı topraklarının bir bölümünün işgal altında olması ve seferberlik durumunun sürüyor olmasıydı. Seçimler barışın imzalanmasını izleyen dört ay içinde hemen yapılacaktı:
1919 başında ülke çapında bir seferberlikten sözedilemez. Anı kitaplarına meraklı okurlarımız biliyorlardır ki, birçok yedeksubayımız daha Kasım ve Aralık aylarında terhis olup evlerine dönmüşlerdi. İşgalin seçime engel olması fikri ise tümüyle yanlıştır. Tam tersine, işgal altındaki yerlere de seçim sandığı yerleştirmek, Osmanlı Devleti’nin buralardan vazgeçmemekte kararlı olduğunu göstermesi bakımından çok da iyi olurdu. Ancak biliyoruz ki, o günkü hükümette Maarif Nazırı olan kişi, memleketi Erzurum’a tayin edilmek isteyen Cevat Dursunoğlu’nun isteğini geri çevirirken, Erzurum’un elimizde kalıp kalmayacağının henüz bilinmediği gerekçesini göstermiştir. Yani, İtilâf Devletleri’nin bazı yörelerde seçim yapılmasına karşı çıkmaları halinde Tevfik Paşa Kabinesi’nin hiç de ısrarcı olmayacağı sonucuna varmamız en doğrusu olur.
İşin aslı o ki, ne Padişah ne de hükümet seçim istiyordu. Zira biliyorlardı ki, seçim yapıldığı takdirde mecliste, artık partileri olmasa da, önemli önderleri yurtdışına kaçmış olsa da, İttihat ve Terakkî’nin savunduğu değerlere bağlı bir çoğunluk oluşacaktı. Bu değerlerin başında ise “hakimiyet-i milliyye”, yani ulusal egemenlik ilkesi, yani meclis üstünlüğü ilkesi geliyordu. Sultan 6. Mehmet Vahdettin’in de, Tevfik Paşa’nın da yıllardır kabullenemediği en önemli yeniliği buydu 2. Meşrutiyet’in. Şimdi ise ellerine iyi bir fırsat geçmişti ulusal egemenliğe son verebilmek için. Karşısında çok zayıf kaldıklarını bildikleri İttihat ve Terakkî’yi İtilâf Devletleri savaş suçları nedeniyle cezalandıracak, bu sayede de sultanın istediği gibi hüküm sürebileceği veya meclis karşısında daha güçlü olacağı bir anayasal düzene geçebileceklerdi. Ancak bu konuda epey acele ettikleri görülüyor. Hatta acele ettiklerinin kendileri de farkındaydı ki, duyuru bir irâde-i seniyye (padişah emri) veya bir Bakanlar Kurulu kararı olarak yayımlanmadı. Adlarını duyurunun başına ya da sonuna ekleme cesareti gösterememişlerdi; zira bu yaptıkları anayasa ihlalinin de ötesine geçiyor, anayasal düzene basbayağı son veriyordu.
Bütün bunlardan çıkarılacak ilk sonuç, 2. Meşrutiyet’in 4 Ocak 1919’da sona erdiğidir. Yalnız, sonrasında olanlara bakmadan önce, bu gelişmeyle gerek Sultan Vahidettin’in gerekse de Ahmet Tevfik Paşa ve başka birçoklarının mutlaka meşrutiyet karşıtı oldukları sonucuna varmamak gerekir. Yukarıda da söylendiği gibi, Sultan Vahidettin’in padişahın meclis karşısında daha üstün bir konumda olacağı bir meşrûtî sistem istediğini düşünmek daha doğru olur. Nitekim sözkonusu ettiğimiz duyurunun yayımlanmasını izleyen günlerde Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın yeniden örgütlendiğini biliyoruz. Bu örgütlenmede başı çekenler arasında partinin ilk kurucularından olan “Damat” Ferit Paşa’nın olduğunu da biliyoruz. Öte yandan bu kişinin Sultan Vahidettin’e siyasal olarak da çok yakın olduğu ve kısa süre sonra sadrazam atanacağı da bildiklerimiz arasında. Dolayısıyla, sultanın mutlakiyet istemesi halinde ne parlamentoya ne de siyasal partilere gerek kalacağından, Hürriyet ve İtilâf’ın yeniden harekete geçmesini meclis üstünlüğü olmayan bir meşrutiyete gitmek istendiğinin kanıtı olarak kabul etmemiz gerekir. Tabii evdeki hesap çarşıya uymayacak ve ülke aylarca mutlakiyet rejiminde yaşayacaktır.
Bu noktada ise “Millî Mücadele” adını verdiğimiz sürecin tarihçiliğimizin bugüne kadar çok ihmal ettiği iç siyaset boyutunu görüyoruz. Kabul etmek gerekir ki, “Kurtuluş Savaşı” adı verilen sürecin gayet “saçma” bir biçimde hemen 19 Mayıs 1919’dan itibaren başlatılması; 1908’den beri devam etmekte olan devrim sürecinin, yani millî hakimiyet ilkesini savunanlarla bu ilkeye karşı olanlar arasındaki mücadelenin üstünü örtecek biçimde kullanılmış, “Millî Mücadele”nin aynı zamanda millî hakimiyet için de yapılan bir iç mücadele olduğunu toplumun iyi anlamasına engel olmuştur. Bunun sonucunda da birçok vatandaşımız, ülkemizde cumhuriyetin Saray’ın ihaneti sonucunda ortaya çıktığını düşünürken, sözkonusu ihanetin dış politikaya ilişkin olduğunu sanır. Halbuki cumhuriyete kadar gidilmesine neden olan asıl ihanet, yukarıda da gördüğümüz gibi millî hakimiyet ilkesi üzerine kurulu olan anayasal sisteme son verilmesidir.
Bu yanılsamaya millî hakimiyet yanlılarının 1919 seçimlerine kadar, hatta seçimler bitip Meclis-i Mebûsân açıldıktan sonra bile kullandıkları söylemin de katkıda bulunduğunu görmeliyiz. Nitekim ister Erzurum Kongresi sırasında olsun, ister Sivas Kongresi sırasında olsun, millî hakimiyet yanlıları Sultan Vahidettin’i doğrudan doğruya hiç suçlamamışlardır. Aylarca seçim yapılmamasına gönderme yaparlarken bile padişahtan sözetmemişler, durumu İstanbul’daki “Damat” Ferit Paşa Hükümeti’nin bir tasarrufu gibi göstermişlerdir. Meşrutiyet’e son verildiğinden hiç sözetmemiş, seçimlerin bir türlü yapılmamasından şikâyetçi olmuşlardır. Nitekim Sivas Kongresi’nin Sultan 6. Mehmet Vahidettin’e 14 Eylül 1919 tarihinde çektiği telgrafta, neredeyse komik diyeceğimiz bir özellik vardır. Sultana hitap eden metinde Sadrazam Ferit Paşa aylardır seçim çağrısı yapmadığı için şikâyet edilir; sanki Anayasa, seçim çağrısı yapma selâhiyet ve görevini sultana değil de başbakana tanıyormuş gibi! Tabii o metnin asıl muhatabı padişah değil, metni Sivas’ta hemen yayımlayacak olan İrade-i milliyye gazetesinin okurları, yani Anadolu insanıydı. Böylece topluma “biz padişaha karşı değiliz; hükümete karşıyız” mesajı verilmiş olacaktı.
Ancak Sultan Vahidettin, bu makalenin konusu dışında kalan nedenlerden dolayı yelkenleri suya indirmek zorunda kalıp Ekim başında seçim çağrısı yapınca, ortaya garip bir durum çıktı. Anayasal düzene son veren padişah, yeniden anayasal düzene dönüyordu! Millî hakimiyet yanlıları bu durumda ne yapacaklardı? İşgal altındaki İstanbul’da Sultan Vahidettin’den neden Meşrutiyet’e son verdiğinin hesabı mı sorulacaktı? Yoksa, yapılması gereken onca önemli iş varken, 1909’da yaptıkları gibi padişah’ı hal edip yerine yenisini mi geçireceklerdi? Veya eski sadrazamlar Ahmet Tevfik ve “Damat” Ferit Paşalar’ı aylarca seçim çağrısı yapmadıkları için mahkemeye mi vereceklerdi?
Bunların hiçbiri Boğaz’da demirli İtilâf savaş gemilerinin top namluları neredeyse Meclis-i Mebûsan binasının pencerelerinden içeri girecek bir durumdayken yapılacak iş değildi tabii. Yapılmayacak bir iş de, girilen yeni dönemin yeni bir meşrûtiyet olduğunu söylemek olurdu. Bu bakımdan yeni döneme 3. Meşrutiyet’in birinci seçim dönemi denmedi. Yani 2. Meşrutiyet sanki hiç bitmemiş gibi yapılarak yeni döneme “dördüncü seçim dönemi” dendi.
Çoğunluğu elde etmiş olan Müdafaa-i Hukuk mensubu milletvekilleri, Heyet-i Temsiliyye Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın isteği doğrultusunda hareket etmediler ve mecliste kurdukları gruba “Müdafaa-i Hukuk Grubu” adını vermediler. İtilâf Devletleri’yle boğuşmaya hazırlanan bir mecliste bu grup adı kuşkusuz daha yakışıklı olurdu. Ama onlar iç politikada barışın sağlanmış olduğunu göstermek için padişaha bir cemile yapıp, açılış konuşmasını yaptırmaya bile gelmeyen Sultan Vahidettin’in Başkatip Ali Fuat Bey’in okuduğu konuşmasında geçen “felâh-ı vatan” (vatanın kurtuluşu) deyimini kendilerine grup adı olarak aldılar. İki ay sonra, 16 Mart 1920’de yaşananlar, komedinin de sonu oldu tabii. Mustafa Kemal Paşa, ertesi Eylül ayında Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada Sultan Vahidettin hakkında “hain” sıfatını kullanacaktı.
Daha önce yaptığımız yayınlarda, 7 Ekim 1919’daki seçim çağrısıyla başlayan dönemden sözederken “3. Meşrutiyet” adlandırmasını kullandık. Benim gibi düşünen başka tarihçilerimiz de var. Ancak onlar bu adlandırmayı kullanmıyor, Sina Akşin’in de yaptığı gibi “Son Meşrutiyet” diyorlar. Nedeni ise Üçüncü Meşrutiyet başlıklı bir kitabın varlığı. Bu kitap, hukuk ve tarih alanlarındaki ulusal performansımızın ne kadar üzüntü verici boyutlarda olduğunu gösteren bir “eser”. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olup üç dönem de milletvekilliği yapmış olmasına rağmen yazarı Mahmut Goloğlu’nun anayasa hukukundan pek bir şey anlamadığını gösteren bu Üçüncü Meşrutiyet, 23 Nisan 1920 ile 20 Ocak 1921 (Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu) arasındaki dönemdir! Yani yazar, Osmanlı anayasal sisteminin tümüyle dışında kalan Büyük Millet Meclisi’ni yalnızca bir Osmanlı Devleti kurumu yapmakla kalmamış; Ankara’da, yani başkent dışında, Âyân Meclisi olmadan ve tümüyle padişahın iradesine karşı kurulmuş, o yüzden de kurucu ve katılımcılarının birçoğu İstanbul’da ölüm cezasına çarptırılmış bir meclisi “meşrûtî”leştirmiştir. Bazılarımız, “Bir Demokrat Parti milletvekili, devrimden bu kadar anlar işte” deyip geçebilirler tabii; bazılarımız için ise bu bir doktora tezine başlama nedeni olabilir. Ancak şurası muhakkak ki, şimdilerde Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın yeniden bastığı bu kitabın adı, “3. Meşrutiyet” adının kullanılmasını çok zorlaştırıyor. Ne var ki doğru kelimeleri yanlış kullananların elinden almak gerek. Şair ne demiş: “Türkçede Üçüncü Meşrutiyet’e Üçüncü Meşrûtiyet denir!”
Gazete köşesinde kalan…
Seçimleri erteleyen imzasız ve resmî olmayan duyuru!
Yanda görülen duyuru ‘Mevadd-ı umûmiyye’ (genel maddeler) başlığıyla yazılmış ve herhangi bir imza taşımıyor.
Anayasa’nın değiştirilmiş 7. maddesinin ilgili fıkrası gereğince Mebuslar Meclisi’nin feshi Padişah’ın haklarından olması nedeniyle adı geçen Meclis 21 Aralık 1918’de fesh edilmiştir. Aynı Fıkra gereğince dört ay içinde yeniden seçim yapılarak Meclis’in toplanması gerekiyorsa da, herkesin bildiği gibi Osmanlı topraklarının bir kısmının işgal altında olması ve seferberlik durumunun henüz sona ermemiş olması nedeniyle şimdi girişilecek bir seçim sürecinin kanunlara uygunluğunun mümkün olamayacağı açık olduğundan, öte yandan da seçimlerin yapılabileceği durumun mutlaka sağlanması gerektiğinden Allah’ın lütfuyla barış antlaşmasının imzalanmasıyla birlikte kanunun öngördüğüne uygun olarak hemen dört ay içerisinde seçime girişileceğinin kararlaştırıldığı ilan olunur.