Kasım
sayımız çıktı

Anadolu hareketleniyor, İstanbul uyuyordu

Erzurum Kongresi sırasında “Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa ve Rauf (Orbay) Bey, İstanbul’da ulusun iradesine bağlı, yani Meclis-i Mebusan’ın denetiminde olan bir hükümet kurulması için delegeleri ikna etmiş, son Osmanlı Meclisi’ne giden yolu açmışlardı”. O dönem İstanbul basınında çıkan Refî Cevat imzalı bir yazı, İstanbul Hükümeti’nin ve ona yakın gazetecilerin hem gelişmelerden hem de kişilerin pozisyonlarından pek haberdar olmadığını gösteriyor. 

Dergimizin geçen sayısındaki Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey’in Erzurum Kongresi’ne katılma süreçlerine dair yazımız vesilesiyle Tolga Gerger Twitter’da, “Bir soru bir cevap: Refî Cevat’ın 2 Ağustos 1919 tarihli ‘Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey’ adlı kıyaslama yazısı doğrudur. İçeriğinde Rauf Bey kışkırtıcı olarak tanımlanırken Mustafa Kemal Paşa’nın Enver Paşa’yı tutuklama temennisi belirtilmektedir” diyerek gönderme yaptığı yazının fotoğrafını da paylaşmış. Bu yazı, Hürriyet ve İtilâf Partisi’ne yakın bir gazeteciyi ve 1919 yazında Mustafa Kemal ve Enver Paşalar ile Rauf Bey gibi önemli üç siyaset adamı hakkındaki fikirlerini daha iyi anlayabilmek bakımından kanımızca çok önemli. 

Refî Cevat (Ulunay) Bey’in yazısı, her şeyden önce, İstanbul basınının o sıralarda sağlıklı haber alamadığını, alsa bile fazla bir şey yazamadığını gösteren bir belge olarak önemlidir. Yazarın bu yazısını kaleme aldığı sırada kapanmak üzere olan Erzurum Kongresi hakkında bir bilgisi olmadığı görülüyor. Bu konuda sağlam bir bilgisi olsaydı, Rauf Bey’le Mustafa Kemal Paşa’yı ayrıştırmaya çalışmaz, bu iki kişinin tahriklerde bulunma nedeniyle tutuklanmalarını isteyen tebliği daha iyi anlar, belki de söz konusu olanın bir tahrik değil, doğu vilâyetlerinin savunma içgüdüsüyle giriştikleri bir hareket olduğu sonucuna varırdı. Yazısının en sonunda söylediği, “Mustafa Kemal Paşa’nın metâlibini hükümet pek güzel bilir” sözlerini de yarı yarıya doğru olarak değerlendirebiliriz. Nitekim, Amasya Bildirgesi vasıtasıyla Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal iradeye bağlı bir yönetim istediğinden hükümetin haberi olmadığını hayal bile edemeyiz. Acaba Refî Cevat Bey’in mi bundan haberi yoktu? Kesin olarak bilemiyoruz. Öte yandan, 2 Ağustos’ta Erzurum Kongresi’nin bildirisi henüz yayınlanmadığı için, seçimlerin yapılması ve Meclis-i Mebusan’ın yeniden açılması isteğini hükümetin de kesin olarak bilemeyeceğini varsayabiliriz. 

1890’da doğan Refî Cevat Ulunay muhalif görüşleri nedeniyle Lozan Antlaşması’ndan sonra 1938’e kadar sürgünde kalmıştır. 

İstanbul basınının haber alma konusundaki zaafını gösteren diğer bir nokta da Refî Cevat Bey’in Enver Paşa’nın bir ara Azerbaycan’a gelmiş olduğunu sanması, yazısını yazdığı sırada ise Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa’nın elinde tutuklu bulunduğunu umuyor olması. Tabii yazar, Mustafa Kemal Paşa’nın henüz Erzurum’dan ayrılmadığını bilmiyor; ama Sivas’tan söz etmesi, belki Amasya Bildirgesi’nde tasarlanan Sivas’taki kongre bilgisinin yarım yamalak kendisine ulaşmış olmasından kaynaklanıyordur. Bunu da bilemiyoruz. Ancak, Enver Paşa’nın Bolşeviklerle birlik olarak Azerbaycan’da çalıştığına ilişkin yanlış istihbaratın nereden ve nasıl kaynaklandığını tahmin edebiliriz. Bilindiği gibi Enver Paşa, ertesi yılın Temmuz ayında, III. Enternasyonal’in 2. Kongresi sırasında Moskova’ya gelecek, daha sonra da Azerbaycan’a gidip Bakü’de Eylül ayında toplanacak olan Doğu Halkları Kongresi’nde boy gösterecekti. Ankara’da 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’nin ilk dış ilişkisi de Mustafa Kemal Paşa’nın Vladimir Lenin’e yazdığı mektup olacaktı. Bu gelişmelerin, jeostrateji ve o günlerin dünya politikası açılarından gayet mantıklı olduklarını kimsenin yadsıyacağını sanmıyoruz. Dolayısıyla, ister yurt dışına kaçmış İttihatçı önderler olsun, ister Anadolu’daki direnişçiler, Türk ulusçularının er veya geç Bolşeviklerden destek arayacaklarına ilişkin, korkuyla karışık bir beklentinin daha 1919 yazında ortaya çıktığını, bunun da dedikodulara özgü bir biçimde gerçekmiş gibi yayıldığını söyleyebiliriz. 

Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey, Sivas Kongresi günlerinde, Heyet-i Temsiliye üyelerinin bir bölümüyle 

Refî Cevat Bey’in yazısında Enver Paşa’ya ilişkin olarak söylenmesi gereken önemli bir şey de yazarın Paşa hakkında kullandığı küçültücü sözlerdir. Bu noktada İttihatçılar tarafından beş yıl boyunca önce Sinop, sonra Çorum, daha sonra da Konya’da sürgün tutulmuş bir Hürriyet ve İtilâf Partisi sempatizanını duyuyoruz tabii. Ama Refî Cevat Bey’in üslubunu bir tek İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı olan nefretiyle açıklayamayız. Burada hem 2. Meşrutiyet hem de erken Cumhuriyet dönemlerinde gördüğümüz sınıfsal bir gerginliğin de dışavurumu var. Muhafazakâr bir paşazade, hiç sevmediği bir devrimin önde gelenlerinden birini, alt tabaka kökenli olması nedeniyle kötülüyor. Enver Paşa’nın babası Ahmet Efendi’yi sırf “efendi” sıfatına (bkz. Dilin Tarihi-Tarihin Dili sayfası, s. 14) vurgu yapmak için kullanması, Paşa’ya da “kondüktör oğlu” biçiminde gönderme yapması son derece yakışıksız tabii; ama temsilî rejime, giderek demokrasiye geçerken yaşanan gerginliklere ilişkin iyi bir tarihî tanıklık olduğu gibi, neden bu gibi unvanların Cumhuriyet döneminde kaldırıldığını anlamaya da yardımcı oluyordur sanırız. 

Refî Cevat Bey, Rauf Bey’i, Hamidiye macerasına değinmekle birlikte, vatanperver bir devlet memuru olmasından çok, İttihatçı olmasıyla ele almış. Rauf Bey’in 1. Dünya Savaşı’nda yaptıklarına ilişkin söyledikleri doğru tabii; ama savaşın gereklerini yerine getiren bir subay olduğunu da unutmuş bu arada. Öte yandan, Ahmet İzzet Paşa Kabinesi’nde Bahriye Nazırı olmasını, sonra da Mondros’a gönderilmesini eleştirmesi ise, inandırıcı olmadığı gibi, neredeyse okurlarını aptal yerine koyan bir İngiltere sevdası sergiliyor. Nitekim Refî Cevat Bey, Rauf Bey gibi bir İttihatçının bakan ve Bırakışma’da baş müzakereci olmasının Osmanlı Devleti’nin iyi niyetine gölge düşürdüğünü söylüyor. Değil bir Hürriyet ve İtilâf sempatizanı, belki bütün partilere eşit mesafede duran bir Osmanlı bile Ekim 1918 sonlarında böyle düşünebilirdi. Ama Britanyalıların Mondros Bırakışması’ndan sonra yaptıklarını görmüş biri olarak iyi niyetten söz etmesi gerçekten çok yersiz.

Anadolu’da kışkırtıcılık yapma konusunda Rauf Bey’in Mustafa Kemal Paşa’dan ayrı olarak ele alınması ise gayet düşündürücü. Ne de olsa Refî Cevat Bey’in elinde aynı suçu ikisine de isnat eden bir tebliğ var. Acaba Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’daki görevine yazarımızın desteklediği “Damat” Ferit Paşa tarafından atanmış olmasının o sıralarda hâlâ bir etkisi kalmış mıydı? Pek sanmıyoruz. Ancak, Paşa’nın İstanbul’daki görüşmelerinde Refî Cevat Bey’i bir hayli etkilemiş olduğu da bir gerçek. Bu, daha önce yazdığımız gibi (bkz. #tarih, sayı 58), Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da geçirdiği altı ay boyunca nasıl iyi politika yaptığının, İttihatçı, İtilâfçı demeden nasıl herkesle konuşup kendini beğendirdiğinin iyi bir kanıtı. Elimizdeki anı kitaplarında okuduklarımız arasında, Ferit Paşa’nın atama kararında Refî Cevat Bey’in herhangi bir rolü olduğuna ilişkin bir satıra rastlamadık gerçi; ama görüşmelerinin ve Refî Cevat Bey’in olumlu izlenimlerinin başka bazı İtilâfçı kulaklara da gittiği muhakkaktır. Fakat durum gene de garip, çünkü Mustafa Kemal Paşa’nın isyanını, özellikle de sürgün arkadaşı ve memuriyetten ayrıldıktan sonra gazetesinde yazılarını basacağı Refik Halit (Karay) Bey üzerinden İstanbul Hükümeti’ne yönelttiği ağır eleştirileri (bkz. #tarih, sayı 61) Refî Cevat Bey’in bilmediğini varsaymak gerçekten çok zor. 

Rauf Bey, bilindiği gibi, askerlikten istifa edip Anadolu’ya geçmişti. Ama Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçişi resmi bir atamayla gerçekleşti. Öyle sanıyoruz ki Refî Cevat Bey, hükümete bir anlamda, “kendi atadığınız adamı şimdi neden tutuklamak istediğinizi açık açık söyleyin” der gibi bitirdiği makalesiyle, aslında Anadolu’da neler olup bittiğine ilişkin bölük pörçük duyumlarını bir de hükümetin ağzından duymaya çalışıyordu. Nitekim yazısında bunu açıkça gösteren, kısa bir bölüm var. Dikkat edilecek olursa, Mustafa Kemal ve Enver Paşalar’a ilişkin gerçek olmayan duyumlarından söz ederken Refî Cevat Bey, birden konuyu değiştirip, “Oranın valisi yok mu? O halde hükümet içinde ufak büyük hükümetler mi teşekkül etmiş?” sorularını sorarak, tam da o günlerde Anadolu’da yaşananları özetlemiştir. Gerçekten de Sivas Kongresi’ni önceleyen haftalarda Anadolu’daki vali ve mutasarrıfların büyük bir çoğunluğu ya Millî Mücadele safına geçmişler ya da İstanbul’a kaçmışlardı. Sivas Kongresi sona erdiğinde ise Damat Ferit Paşa Kabinesi’nin sözü, İstanbul sınırlarının ötesinde dinlenmez olmuştu. 

ALEMDAR GAZETESİ, 2 AĞUSTOS 1919

Erzurum Kongresi sırasında Millî Mücadele karşıtı bir gazetecinin dağınık fikirleri

Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey

Bir iki gün evvel cerâid-i mahalliyyede Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey hakkında hükümet tarafından neşredilen bir tamim vardı. Anadolu’ya gönderilen Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey’in bazı tahrikatta bulunmuş olmaları dolayısıyla tevkiflerine dair olan bu tamim bugünün en mühim meselesini teşkil edecek mahiyette bulunduğundan fevkalade câlib-i nazar-ı dikkattir. 

Rauf Bey’i tanımam, tanımadım, yakından tanımak fırsatı da elvermedi. Yalnız Rauf Bey’i Balkan Muharebesi’nde Hamidiye ile Akdeniz havzasındaki harekâtıyla tanıdık. Kolonya şişelerinin, pudra kutularının üzerinde resimlerini gördük. Her devirde nazar-ı dikkati câlib vukuata karışmakla tanınan bir refikimiz de beş on tavırda resmini koydu. Bilahare Harb-i Umûmî’de işittik ki Rauf Bey, İran’a gitmiş. Elinde mühimce yekûna baliğ olan altınlar varmış. Bu altınlar orada propaganda yapılacak diye boşu boşuna sarf ve istihlak edilmiş. Bir netice çıkmış veya çıkmamış. Mahaza Rauf Bey İzzet Paşa Kabinesi’nde Bahriye Nazırı oldu. Mütareke Komisyonu’nda bulundu. Bîtarafîsini muhafaza edemeyerek İran’a propaganda yapmak fikriyle azimet buyuran bir zatın Mütareke kabinesinde Bahriye Nazırı olması, sonra Komisyon’da bulunması Avrupa’yı hüsnüniyetimiz hakkında oldukça şüpheye düşürecek mahiyettedir. Bugün de işitiyoruz ki Rauf Bey Anadolu’da tahrikat yapıyormuş. 

Mustafa Kemal Paşa’ya gelince: burada nokta-i nazarımız değişir. Mustafa Kemal Paşa ile menfadan avdetten sonra bir mesele hakkında görüştük. Sabık Polis Müdürü Halil Bey’in harpten firarı hakkında yazdığımız fıkra mülahazatımıza esas teşkil etti. Şişli’deki evinde mülâki olduk. Yek nazarda Paşa hoşumuza gitti. Muntazam hücre-i iştigalinde geniş yazıhanesi başında sivil giyinmiş temiz, sarışın bir zat olan Mustafa Kemal Paşa mülâkatımıza esas teşkil eden mesele hakkında görüşürken daha fazla tafsilat daha mukni delâil beyan etmek üzere kalktı, dolabını açtı, dosyalarından birini çekerek Halil Bey ile beraber bulunduğu harbi, düşmanın hangi cihetten ateş açtığını pek muntazam çizilmiş planlarını birer birer göstererek anlattı. Hayat-ı askeriyesine taalluk eden safahatı tetkik ettik. Bir Avrupalı ceneral de bu kadar olurdu. 

Kemal Paşa ile mülâkatımız, Halil Bey’in gayet garip bir entrikası neticesi olarak evrak-ı havadise düştü. Mahaza bu münasebetle Mustafa Kemal Paşa’yı tanımış olduk. Bilahare Ferit Paşa’nın birinci mi, ikinci mi sadaretinde hükümet Mustafa Kemal Paşa’yı Üçüncü Ordu Müfettişliği’ne tayin eyledi. Bundan sonra gün geçmedi ki samiamız birçok dedikodulara makes olmasın. 

Mustafa Kemal Paşa hükümete itaat etmiyormuş. Azl edilmiş, azl edilmemiş. Sadece İstanbul’a çağırılmış, gelecekmiş, gelmeyecekmiş. 

Bu şâyiât arasında matbuat meselenin esasını anlamayarak daha doğrusu anlayıp söyleyemeyerek bir müddet yutkundu durdu. Hükümet bu mesele hakkında vâzıh bir tebliğde bulunmamıştı. Binaenaleyh ne efkâr-ı umûmiyye, ne de efkâr-ı umûmiyyeyi azıcık temsil edebilen matbuat ne olup bittiğini bilmiyorlardı. Arada sahaif-i matbuatta görülen garip bir tebliğ ortada birçok şeylerin devran eylediğini ihsas ettiriyordu. Mesela Sivas’ta bir kongre akdedilecekmiş bunu da yine harcırahtan filan bahseden tebliğ-i resmiden anlıyorduk. Bir mesele ne derece müphem kalırsa efvah-ı nâsda o kadar dallı budaklı bir şekil kesb eder. Bunu bütün açıklığı ile efkâr-ı umûmiyyeye anlatmak ve talep edilen şeyin ne olduğunu, talep edenin ne hak ve sıfatla iddia-i hukuk eylediğini izah etmek icap eder. 

(ON İKİ SATIRLIK SANSÜR BOŞLUĞU) 

Bir aralık bir şayia daha çıktı. Mustafa Kemal Paşa Azerbaycan’da bulunan Enver’le teşrik-i mesai eylemiş. Bizim teşehhüd miktarı gördüğümüz Kemal Paşa ciddi bir askere benziyordu. Ahmet Efendi’nin oğlu ile beraber yürüyeceğini zannetmiyorduk. Evvelce de işitmiş idik ki Harb-i Umûmî esnasında Mustafa Kemal Paşa kasapça yaptırmak istediği harekât yüzünden Enver’le de geçinememiş, onunla da arası açılmış. Enver’in memlekete ettiği fenalığı, dünyada bir çocuk bile takdir eder. Üç ikbal (SANSÜR) dolaşan kondüktörzadenin bu vatanı sürüklediği câh-ı izmihlali unutarak (SANSÜR) onunla teşrik-i mesai etmek Mustafa Kemal Paşa hakkında kalbimizde oldukça esaslı bir şüphe tevlit ediyordu. 

Yine evvelki akşam işittik ki Mustafa Kemal Paşa Enver’i tevkif ederek Sivas’a getirmiş. Sivas neresi? Memâlik-i Osmâniyye’nin bir vilayeti değil mi? Oranın valisi yok mu? O halde hükümet içinde ufak büyük hükümetler mi teşekkül etmiş? Bu ne karışık mesele! 

Eğer hakikaten Mustafa Kemal Paşa böyle bir cesaret göstererek memleketin en kavi düşmanını bu suretle ele geçirmiş ve tevkif etmiş ise şimdiye kadar gelen hükümetlerin hiçbirisinin yapamadığını yapmış demek oluyor. Temenni edelim ki doğru çıksın. 

Bundan anlaşılıyor ki Enver Almanya’da değil, Azerbaycan’da imiş. Payitahtta münteşir gazetelerin ifadelerine nazaran Azerbaycan Bolşeviklerinin başına geçerek kumanda ediyormuş. İyi bilmiyoruz ama Bolşeviklik bir nevi içtimaiyattır diyorlar: içtimaiyat ise bir ilim üzerine müesses olması icap eder. Eğer o ilm-i içtimai, Enver gibi bir herifi aralarına kabul ediyorsa o ilm-i içtimaiye bir yuf borusu çalmak lazım gelir. Azerbaycan halkını da kondüktörzâdeden dolayı tebrik ederiz. 

Çünkü Enver’in bu millete kılavuzluk eylediği on sene zarfında Türk milletinin burnu bir an belâdan kurtulmadı. Bundan sonra Azerbaycan Türkleri gündeye kullanacak can, mal, paraya malik iseler birlikte rahat rahat mücâhede(!)lerine devam eylesinler. Bizden yana mübarek olsun. 

Sadede avdet edelim: 

Mustafa Kemal Paşa’nın metâlibini hükümet pek güzel bilir. Bu hususta efkâr-ı umûmiyyeyi tatmin eylemesi icap eder. Zira müphemiyet bir takım şâyiâta sebebiyet veriyor. 

Her şeye vukuat ile mi ıttıla kesp edelim? 

Refî Cevat