Kasım
sayımız çıktı

Asırlık bir bellek var aramızda

103 YAŞINDAKİ ULVİYE TUR

Balkan ve 1. Dünya Savaşları çıkmadan doğdu, Cumhuriyet’in ilanından önce okula başladı. Şerî nikahla evlenen son hanımlardan 103 yaşındaki Ulviye Hanım ve 85 yaşındaki kızı Suna Hanım,#tarih’i evde bir çay partisine davet etti.

CEYLA ALTINDİŞ

Tatlı bir misafirliğin son saatlerinde hep olduğu gibi, nasıl olduysa söz, memleket işlerine ve dünya ahvaline gelmiş. Ulviye Hanım sözü alıyor: “Ben haberleri radyodan dinliyorum, ne olup ne bittiğini hep bilmek istiyorum, ama Suna daha çocuk, o kaldıramıyor, bazı günler televizyonu hiç açmıyor.” Gülüyoruz. Hem de çok gülüyoruz, çünkü 103 yaşındaki Ulviye Hanım, 85 yaşındaki kızı Suna Hanım’dan bahsediyor.

Asırlık bir bellek var aramızda
Görmüş geçirmişlik abidesi Gençlik fotoğraflarında Hollywood güzellerini andıran Ulviye Hanım’ın hafızası, canlılıkla parlayan gözleri kadar berrak. 103 senelik ömründe görüp geçirdiği ne varsa ayrıntılarıyla anlatıyor.
Asırlık bir bellek var aramızda

Bir öğle sonrasında, taze çayın ve ev yapımı mamullerle dolu sofranın tadını çıkarıyoruz. Suna Hanım kendi elleriyle hazırlamış. Nişantaşı’ndaki bu eve birkaç saat önce girmişiz, bu iki hoşsohbet hanımefendi bizi ayakta karşılamış. Lütfen “ayakta”yı öyle hızla geçmeyin. Eşyaların yıllanmış ama yıpranmamış olduğu sade döşeli bir salondayız. İyi ki gelmişiz! Belli ki cam önündeki berjer, Ulviye Hanım’ın köşesi, oturuyor: “Şekerim, benim küçüklerim, akrabalarım, sevdiklerimin hepsi gitmiş, onları hep özlüyorum. Ben mazi ile yaşıyorum. Hani gidersin gidersin de, yolun bittiğini düşünürsün… Ben de bu kadar yaşayacağımı bilmezdim.” Bir yandan Ulviye Hanım anlatıyor, bir yandan zihinlerimiz sürekli bir hesap makinesi görevi üstleniyor. Allah’tan yüzlerce fotoğraf var, yoksa belki de inanmayacağız. Zaten kendisi de üç basamaklı yaşına şaşkınlığını pek gizlemiyor: “Şimdi kızım yaşını söylüyor, inanamıyorum; torunum yaşını söylüyor, inanamıyorum. Ben de kendime şaşıyorum. Yaşımı bir düşünüyorum… Sonra Allah unutturuyor galiba, yoksa öyle kalakalırsın bir köşede.” Bir iki tanesi vitrinin kenarına sıkıştırılmış, albümlerde ve çok da açılmamış bir poşetin içindeki fotoğrafların arkasına düşülmüş eski Türkçe tarihler onaylıyor, Ulviye Hanım 1910’da doğmuş. Yani sevdiğimiz “klasik”lerin yazarı Tolstoy’un henüz öldüğü, Çin’de köleliğin kaldırıldığı,şimdikinden üç önceki İngiliz hükümdarı V. George’un tahta geçtiği, Meksika’da 20. yüzyılın ilk büyük devriminin yaşandığı ve Osmanlı Devleti’nin Arnavutluk bağımsızlık hareketiyle cebelleştiği yıl. Büyük cihan harplerinin daha ilki bile patlamamış. Karşımızda doğduğu yılı Rahibe Teresa’yla paylaşan bir kadın var! Ve tarihe geçmeyi kesinlikle hakediyor. Gençlik fotoğraflarında Hollywood güzellerini andıran Ulviye Hanım’ın genel görünümü ve mavi gözlerinin canlılığı hayret uyandırıyor. Gözlerinin içi gibi kendi de gülümsüyor ve şaşkınlık nidalarımıza uyarıyla cevap veriyor: “Gençliğimde çok hareketliydim, yakın zamana kadar da dışarı çıkıyordum, fakat şimdi sokak falan tamam. Gözümü katarakt yaptırmadım, idare ediyor. Her şey gibi vücut da eskiyor kızım. Bana da gençken derlerdi ki, ‘gençliğinin kıymetini bil.’ Ben zannederdim ki bu böyle gidecek, gitmiyor. Hele şimdi bir sürat devri. Aç gözünü hafta, aç gözünü ay bitti.” Şimdiki zamanı fazla hızlı buluyor.

Asırlık bir bellek var aramızda
1937 Ulviye ve Suna Hanımlar, anne-kız, 77 yıl arayla
aynı pozu veriyor.
Asırlık bir bellek var aramızda
2014

Hayatı 20. yüzyılın başlarında Zonguldak’ta başlamış. “Babam Ali Remzi Bey, annem Ayşe Hanım. Anne tarafım Boşnak olduğu için babası ona Hayka dermiş dolayısıyla bütün Zonguldak anneme Hayka Hanım derdi. Babamsa memur olarak Sivas’tan gelmiş Zonguldak’a, sonra da memuriyeti bırakmış, maden ticaretiyle uğraşmaya başlamış. Ben çocukken, Ruslar Zonguldak’ı bombaladı. Bütün kent, civar köylere taşındı. Büyük dayımın Çaycuma’da evi ve çiftliği vardı. Bizi küfelere koyup oraya götürdüler.” Ulviye Hanım’ın en eski hatırası bu. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı yıllarını hatırlıyor. Sonra gözünün önüne koca bir yatakta uzanan babası geliyor. “Bütün Zonguldak boşalmışsa da babam orada yalnız kalmış. Bünyesi zayıf düşmüş olmalı ki ciğerleri hastalanmış. Heybeliada’daki sanatoryuma götürmüşler. Biz üç kardeşiz. En büyüğü benim, Aliye ve Mazhar küçük. Babam ilk çocuğunu yanına istemiş, beni oraya götürmüşler. Annemle bir sene adada kalmışız. Babam, henüz 33 yaşındayken orada ölmüş. İki kere yüzünü hatırlıyorum. Babam yatakta yatıyor, annem beni kaldırıp ona gösteriyor.” Herkesin hayatında böyle acı şeylerin olduğunu kendine hatırlatıyor ve gözlerinin doluşunun geçmesini bekliyor. “Sonra annem, dayım madenci Süleyman Sırrı ve ben Zonguldak’a döndük.” Fakat Ulviye Hanım’ın babasının ölümünü başka bir acı takip etmiş. 1918’de 40-50 milyon kişinin ölümüne yol açan grip salgını, onun da ailesine uğramış. “Anneannem Necibe Hanım’ın bir hafta sonra nikahlanacak 18 yaşındaki kızı teyzem de İspanyol nezlesi olmuş, onu da kaybetmişiz.” Sonra ortaya, babası Ali Remzi Bey’in sağlığında çocuklarını emanet ettiği akrabası Kadri Kansu Bey çıkmış ve Ulviye Hanım’ın 25 yaşındaki annesiyle evlenmiş. Ulviye Hanım, “Babam ‘Çocuklar sana emanet Kadri’ diye yazmış, ‘Evlen’ dememiş ki ona!” diye takılarak anlatıyor ve Kadri Kansu Bey’i sevgiyle anıyor. “Yine de teyzem de hastalıktan gidince, anneannem bırakmamış beni onlara. Anneannemi anne bilmişim. Zaten hepimiz koskoca bir bahçe içindeydik. Ben sekiz yaşındaydım. Annemin evi, iki dayımla anneannemin evleri buradaydı. Her sözüm dinleniyor, her istediğim yapılıyordu, nazlı büyüttüler beni.”

Asırlık bir bellek var aramızda
Ulviye Hanım’ın salonundan babası Ali Remzi Bey ve
çok özlediği annesi Ayşe Hanım’ın portreleri.
Asırlık bir bellek var aramızda

Ulviye Hanım, dönemin Zonguldak’ını sinematografik bir dille aktarıyor: “O zaman Zonguldak çok tenha, bambaşkaydı. Büyük bahçeler içindeki evlerdeydik. Bütün akrabalar hepsi birbirini severdi, hep beraberdik, bu ev senin, şu ev onun, koştururduk. Hep yemekli toplantılar yapılır, Amasra’ya yazlığa gidilirdi. Böyle geçti seneler.”

Asırlık bir bellek var aramızda
İmparatorluk taşrasının son tanığı Ulviye Hanım okul arkadaşları ve öğretmeniyle hatıra pozu veriyor, yıl 1922 ve tümünün başı açık, (üstte). Artık mezun ve evli olan Ulviye Hanım, Zonguldak’ta bir balo için giyinmiş, (altta).
Asırlık bir bellek var aramızda
“Zonguldak, 28 Şubat 927, hatıra-i izdivaç.” Şerî nikahın üzerinden aylar geçmiş, Ulviye Hanım ve eşi evde izdivacını kutlamak için gelenleri kabul ediyor.
Asırlık bir bellek var aramızda

Devam ediyor: “Aşırı dindarlık yoktu, herkes kendince yaşardı dininin gereklerini. Bir yakınımızın oğlu yük dolabına girer tesbih çekerdi! Uluorta yaşanmazdı. Erkeklerden ziyade kadınlar oruç tutardı. Anneannem de ramazanda orucunu tutar, namazını kılar, köyden gelenlere basmalar alırdı. 1923’e kadar Zonguldak Rumlarla doluydu. Ben onlara ‘amca’ veya ‘teyze’ diye hitap ederdim. Onlarla kardeş gibiydik. Sonra eşyalarını satıp gittiler, mübadelede ağlaya ağlaya ayrıldık. 1922’de bir günü çok net anlatıyor: “Çarşıda bir kıyamet kopuyor, bir şenlik havası esiyor, öğreniyoruz ki İzmir kurtulmuş! Sonra Cumhuriyet geldi ve her şey daha da canlı oldu.” Dahası için anneannesinin babası madenci Ahmet Ali Ağa’nın torunu Doğu Karaoğuz’un Karaelmas’ın İlk Madencileri kitabını okumamızı öneriyor. Suna Hanım, ona yüksek sesle okumuş ve yaşadığı sokaklar, tanıdığı kim varsa gözünde canlanmışlar.

Asırlık bir bellek var aramızda
Aralarında sadece 19 yaş var Yıl 1929, Ulviye Hanım ve kucağında 6 aylık kızı Suna. “Babam sevgisini belli etmezdi ama çok sevildiğini bilen mutlu bir çocuktum” diyor Suna Hanım. Genç yaşta nedense İngilizce sevdasına düşmüş, Üsküdar Amerikan Koleji’nde okumuş. “Annemi öyle özlerdim ki ‘yetim kızın’ imzalı mektuplar yazardım.” 1953’te evlenmiş, Selva ve Verda adında iki kızı olmuş. Ankara’da ve uzun yıllar Karadeniz Ereğlisi’nde yaşamış. Hayatı boyunca çalışmış, 45 yaşındaki kocası Kenan Bey’i beraber geçirdikleri bir trafik kazasında kaybetmiş ama ayakta kalmayı başarmış. Şimdi bir taraftan annesi bir taraftan torunuyla ilgileniyor. Geçirdiği tüm badirelere rağmen, en az 20 yaş genç gösteriyor.

“İlkokula yine orada başladım fakat okulu hiç sevmiyordum. Beşinci sınıfta sadece beş kişiydik. Ne kadar azdık! İyi kötü beşinci sınıfı bitirdim. Arkadaşlarımdan bazıları İstanbul’a gelip hakim ve doktor oldular. Benimse, okumaktan aklım çıkıyor! Hiç istemiyordum, bir de 14-15 yaşlarında dayım Süleyman Sırrı Bey’in arkadaşına sevdalanınca iyice vazgeçtim!” Ve yine bir gülümseme beliriyor yüzünde: “Sonra okumayı sevdim ama iş işten geçmişti!” Aslında tam da o sırada biz de onun gibiyiz, “sevda” lafını duyunca, hikayenin hemen o tarafını dinlemek için can atıyoruz, o devam ediyor: “Eski harflerle başladım, eski harflerle bitirdim okumayı. Din dersinin ismi “ulûm-i diniye”ydi. Zor geldiği için Kuran’ı bir türlü okuyamazdım. Ama o zaman ezberlediğim duaları hâlâ okurum. Hepsi ezberimdeler.”

Asırlık bir bellek var aramızda
Ulviye Hanım, Zonguldak’ta kardeşi Mazhar Bey’le beraber. Hâlâ devam ettirdiği “günde iki sigara” alışkanlığı bu günlerden kalmış olmalı.

Sevda meselesine merakımızı hisseden Ulviye Hanım, bekletmiyor. Küçük yaşta, 16’yı henüz bitirmişken evlenmiş. Önceleri Zeki Bey, onu anneannesinden istermiş ama anneannesi çok küçük olduğunu söyler, vermezmiş. “Sevda iki tarafta da çok ileriydi. Zeki Bey aslında anneanneme 18 yaşıma gelene kadar bekleyeceğine söz vermiş. Sonra Medeni Kanun çıkacak denilince beklemedi, benim de işime geldi tabii” diye açıklıyor. “Zeki Bey, o sırada İstanbul’da bedelli askerlik yapıyor. Şişli’de tuttuğu möble evde annesi ve görümcemle oturuyor. Anneannemi de benimle beraber oraya çağırıyor ama anneannem dayılarımı Zonguldak’ta bırakamıyor. O gelmeyince tabii ben de gelemiyorum, Zeki’nin de tepesi atıyor. Zonguldak’a gelip beni alıyor. Medeni Kanun’dan bir gün evvel, nasıl beceriyorsa beceriyor… Aptalın da tekiyim, seviyorum o kadar, aklım hiçbir şeye ermiyor. Benim evliliğim eski nikahla oldu böylece” derken hiç pişman görünmüyor. Böylelikle İstanbul’a gelen Ulviye Hanım, yine de kendisini eleştiriyor: “Şimdiki kızlar akıllı, ben o zaman işte, ‘Ben gelmiyorum, söz verdin, bekle’ demedim. Hem seviyorum, hem de zannediyorum ki gitmezsem bırakır beni.” Anneannesinin evinden içinde iki üç esvap olan bir valizle alelacele çıkan Ulviye Hanım, kızı Suna Hanım’a dönüyor ve “Halan koynunda yatırdı beni iki gece” deyiveriyor. Tabii yine gülüyoruz. “Kocamın durumu iyiydi o zaman, bana neler neler aldılar. Kaç ay kaldık orada bilemiyorum fakat Şubat 1927’de vapura binip Zonguldak’a gittiğimizi iyi hatırlıyorum. Ben heves etmiştim dönünce düğüne. O zaman salon düğünü falan yok, evde gelin oluyorsun, biri geliyor, biri gidiyor, giyindik ve fotoğraflar çektirdik.” Bu arada eşiyle birlikte göründükleri 28 Şubat 1927 tarihli siyah beyaz fotoğrafı gösteriyor. Evlendikten sonra Zeki Bey, Zonguldak’taki madende muhasebeci olmuş. Evde bir erkek aşçı ve gündüzlü hanımlar çalışırmış. Kayınvalidesi de Zonguldak’a gelip onlarla birlikte yaşamış: “Şimdiki kızlar kayınvalideyi atıyorlar, oysa zavallı kadın kızını bırakıp yedi sene bizimle yaşadı, anneannem Zeki Bey’e bu şartla vermiş beni.” 1928’de Millet Mektebi’ne gidip Latin harflerini öğrenmiş Ulviye Hanım. Hatta Zeki Bey’in eniştesi Zonguldak milletvekili Ragıp Bey (Özdemiroğlu) onu bunun için cesaretlendirmiş. 1929’da da Suna Hanım doğmuş. Ailece Zonguldak’ın “Küçük Paris” diye anılan yıllarının tadını çıkarmışlar. “Ne partiler ne davetler olurdu orada. Güzel geçti gençliğim, Allah için güzel geçti!” 1954’te İstanbul’a temelli gelmişler. “Kocam Halk Partili’ydi. Demokrat Parti gelince Divriği’ye tayin ettiler ama gururluydu gitmeyi reddetti, dolayısıyla İstanbul’a yerleştik.” Yakın yıllara kadar yazları Nişantaşı’ndan Yeniköy’e yürürmüş denize girmek için. Suadiye’deki köşklerde yaşayan akrabaları ziyaret edermiş. Zeki Bey, 1968’de vefat etmiş. O “gittiğinden beri” Ulviye Hanım da yıllarını bugünkü mahallesinde geçirmiş. Özendirici olmasın ama, hâlâ devam ettirdiği ilginç bir rahatlama yöntemi var: pencerenin başında değil, ütü yaparken veya bulaşık yıkarken bir sigara tellendirip yüzyılı aşan hayatının en kıymetli anlarını yeniden yaşamayı seviyor. “Amerikan sigaraları hafif, bana bir şey edemiyor onlar. Her şey alışmaya bağlı. Ben çocukluğumdan beri alıştığım şeyleri yapıyor, alıştığım gibi yaşamaya devam ediyorum” diyor. Ancak kitaplarda okumaya alışkın olduğumuz günleri, alışkın olmadığımız bir tatlılıkla anlatan bu hanımlardan hiç ayrılmak istemiyoruz. Bu yaşamı kitaplaştırmamak yazık olacak.