İnternet’in hayatımıza soktuğu “hızlı öğren, çabuk unut” eğilimi arkeoloji dünyasını da derinden etkiliyor. Popüler kültür sansasyonu rating’le ödüllendirince, şişirme haberler telafisi zor bir “arkeolojik kirliliğe” neden oluyor.
Yeni keşiflerle durmaksızın gelişen arkeoloji bir yandan da “magazin” bir boyuta ilerliyor. Arkeolojinin temel heyecanı toprağın içinde ne olduğunun bilinmemesidir. Kazılarla açığa çıkan mimari kalıntılar ile küçük buluntuların ne anlama geldiklerini bilimsel yöntem ve yaklaşımlarla ilgili insanlara duyurulması ise kazı başkanları ile arkeologların başlıca görevlerindendir. Geldiğimiz noktada arkeolojik bilgilendirmelerin akademik yollar yerine hızla popüler kanallara yöneldiğini görmekteyiz.
Akademik yayınlara halkın ulaşma zorluğu yeni eğilimin en önemli nedeni gibi görünse de, aslında bunun temelinde bir arz – talep dengesi olduğu anlaşılmaktadır. Arkeoloji ve tarih öğrencileri de dahil, arkeolojik faaliyetleri izleyenler, kazılarda yapılan yeni ve önemli keşifleri kısa bir sürede, haber dilinde öğrenmek istiyorlar. Arkeologlar da önemli gördükleri bulguları hızlı bir şekilde duyurma olanaklarını kullanıyorlar. Buraya kadar sistemin doğru çalıştığı gözlense de, arkeoloji ile ilgili haber ve yorumlara bakıldığında sıradanlaşmanın yanısıra, alelacele yapılan değerlendirmelerin, hatta yanlış bilgilendirmelerin kimsenin henüz fark edemediği bir“arkeolojik kirliliğe” neden olmaya başladığı görülmektedir. Bu durum bugün önemsiz gibi görünse de, önümüzde 30-40 yıl içinde toplumun gözündeki arkeoloji algısında önemli sorunlara yol açacak gibi durmaktadır. Boş, abartılı ve hatta yanlış yorumlar ile hatalı tarihlendirmeler doğru bilgiye ulaşılmasını, daha da vahimi doğru bilginin yanlış bilgilendirilmiş olan topluma kabulünü giderek zorlaştıracaktır.
Arkeoloji somut bulguya dayanır. Bulgu bir döneme aittir ve arkeolojik bir kimliği vardır. Arkeolojik bulgunun ne dönemini ne de kimliğini değiştirebilirsiniz. Kamuoyunu belli bir süre yanıltılabilirsiniz ancak sürecin sonunda, başka kazılarda ortaya çıkan benzer bulguların da yardımıyla konu edilen bulgu ait olduğu döneme ve kültüre iade edilecektir.
Bugün belli kesimlerin gözlerini dikmiş oldukları Şanlıurfa yakınlarındaki Göbeklitepe güncel ve çarpıcı bir örnek durumundadır. Kimilerinin arkeopolitika kimilerinin ise kutsal kitaplar temelinde ilgilendikleri Göbeklitepe, Kürtlerin türediği bir merkez ya da Adem ile Havva’nın dünyaya indiği Cennet Bahçesi gibi temalar çerçevesinde halen konuşulmaktadır. Günümüzden 12 bin yıl önce, mağaradan henüz çıkmış insan topluluklarının yüksek bir din temelinde oluşturmuş olduğu Göbeklitepe, yazının icadından yaklaşık 7 bin yıl öncesi bir dönemde var olmuştu. Bırakın etnik ayrımları, belki de daha dillerin bile oluşmadığı uzak bir dönemde, Kürtlerin, Arapların ya da başka bir günümüz halkının kökenini aramak çarpıcı bir arkeolojik kirlenme örneğidir. Sıradan bulguları sıradışı gösterip haberleştirmek diğer bir kirlenme biçimidir. Bir Urartu yerleşmesinden 2700 yıllık Urartu mührü bulmak ne kadar sıradışı olabilir, düşünmek gerekir.
Bir Kalkolitik Dönem (MÖ 5500 – 3500) yapısı içinde oturmak ve uyumak gibi günlük ihtiyaçlar için yapılmış olan kerpiç sekileri taht olarak yorumlamak kadar abartılı bir görüş olabilir mi? Buradaki amaç belli ki yerleşmede bir saray olduğunu kanıtlamaktır. Sarayda kimler ikamet eder? Tabii kral, hükümdar ve eşdeğer bir yönetici. Peki kral ve hükümdar olması için bir devlet ya da krallık gerekmez mi? Günümüzden 6000 – 7000 yıl önce bir devletin ya da krallığın varlığı nasıl açıklanabilir? Üstelik saray denilen yapıdan elit bulgular yerine sıradan günlük kullanım eşyaları çıkarken! Yine arkeolojik haberlerden öğrendiğimiz üzere, bazen taht sekisi bulunmasa da saray keşfedilebilir. Bunun için yapının dışındaki kaldırımların nitelikli olması yeterlidir. Taş bir kaldırımla bir sarayın ne gibi bağlantısı olabileceği ise ayrı bir merak konusudur.
Saray kavramı aslında Anadolu’nun ilk beylikler döneminin yaşadığı Erken Tunç Çağı’nda (MÖ 3000 – 2000) ortaya çıkmıştır. Geç Öntarih de diyebileceğimiz bu dönemde Mezopotamya ve Akkadlı tüccarların Anadolu’ya geldiklerini ve bazen sıkıntı yaşadıklarını biliyoruz. Krallarından yardım isteyen tüccarların isteklerine Akkadlı Sargon duyarsız kalmamış ve Buruşhattum kentine sefer yapmıştır. Aksaray yakınlarındaki Acem Höyük olduğu düşünülen Buruşhattum’un bir kent devleti olduğunu ve bir kralı bulunduğunu yazılı belgelerden öğrenmek Anadolu devletleşme sürecinde bir ilk olmuştur. Erken Tunç Çağı’nda durum böyle iken, köy niteliğindeki bazı yerleşmelerde açığa çıkarılan megaron benzeri yapıların saray olarak nitelendirilmesi, üstüne üstlük üç beş konutluk köyün Batı Anadolu’nun ilk şehri olduğunun iddia edilmesi nasıl bir reklam düşkünlüğüdür? Bu yerleşmenin, “Büyük Kervan Yolu” denilen bir sistemde Anadolu ticaretinin merkezine yerleştirilmesi bilim aklına sığacak bir olay değildir. Son dönemde bazı arkeologların siyasallaşması “arkeolojik kirlenme”ye katkı yapan başka bir olumsuz gelişmedir. Herkes gibi her arkeoloğun da bir politik görüşü olması doğaldır. İtiraz noktası arkeoloğun siyasal görüşünü Türkiye arkeolojisini yeniden düzenleme çerçevesinde dayatmasıdır. Bildirilerle ve sosyal medya aracılığıyla kendisi gibi düşünmeyenleri hakarete varan düzeylerde eleştirmeleri daeta bu kabahatin açık ikrarı gibidir.