Cambridge araştırmacıları bu yakınlarda kanıtladı: Kumullar kendi aralarında ilişkideler. Kumul göçlerinde topluca gerçekleşiyormuş hamleleri. Bırakıldıklarında herşeyi kapıp örtebiliyorlar: Arkeolojinin doğuş nedeni! Sanatın, edebiyatın, mimarinin temelinde-tarihinde vazgeçilmez bir madde kum. İçimize, hayatımıza karışan taneciklerin yolculuğu… Picasso, Saint-John Perse, Tektaş Ağaoğlu, Pierre Reverdy ve tabii Borges.
İşim gücüm edebiyat-sanat-felsefe-kültür ya, doğal olarak “kum” der demez aklıma Calvino’nun “Kum Koleksiyonu” metni geliyor; bir kitabına adını da veren. 1974’de Paris’te açılan bir sergide rastlamıştım. Saydam şişelere doldurulmuş, farklı coğrafyaların kumsallarından, kumullarından toplanmış değişik renkli örnekleri -kum ‘specimen’leri toplayan çok sayıda koleksiyoncu var- bulmak, biriktirmek, bunların peşine takılmak iyidir.
“Arénophile” deniyormuş kumseverlere. Yoksa kumperest mi olmalı karşılığı? Sevmek ile tap(ın)mak arasındaki farkı küçümsememeli; demek ki iki ayrı tutku biçiminden sözediyoruz böylece.
“Kum” deyiveriyoruz, maddeyi pek tanımadığımız, türleriyle tanışmadığımız için; bu nedenle sözlüğümüz de zenginleşemiyor. Kumuldan sözeden kaç kişi çıkar çevremizden? Kullanılmıyorsa kelime, temsil ettiği her neyse, onunla bağlantı kurulmadığını gösterir. Cambridge araştırmacıları bu yakınlarda kanıtladı: Kumullar kendi aralarında ilişkideler. Kumul göçlerinde topluca gerçekleşiyormuş hamleleri. Bırakıldıklarında herşeyi kapıp örtebiliyorlar: Arkeolojinin doğuş nedeni!
Kum kullanan sanatçılar vardır; örneğin Tektaş Ağaoğlu etkileyici heykel-tablolar yapardı kum kullanarak. Derin rölyeflerdi (Acaba neredeler – artık?). Bir kum tasarımcısının işleriyle karşılaştım dolanırken: Rezzan Hasoğlu, Lexus Design ödülü almış çalışmalarıyla. Çıplak gözle görmek isterdim o işleri. Malzemesini toplamıyor, ısmarlıyormuş; bu beni biraz uzaklaştırdı serüveninden.
2020 Eylül sonu, kum fırtınaları koptu İstanbul dahil Türkiye’nin pek çok bölgesinde. Hiç ortasında kalmadım bugüne dek sıkı bir kum fırtınasının. Belgesellerde ya da haber programlarında rastladığım görüntüler hem ürkütücü hem büyüleyiciydi -öyledir doğanın pek çok kalkışımı: Lav püskürten volkanlar, hortumlar, azgın dalgalar çift kutuplu duygular yaratır insanın ruhunda -kum fırtınaları da.
Kum yalnızca rüzgarlarla, fırtınasıyla gelmez üstümüze; yağmura da bindiği olur. Geçip gittiğinde, durduğunda ve damlalar kuruduğunda, özellikle cam yüzeylerde apaçık görülür izleri. Düşünmeyiz genellikle, oysa geldikleri yer düşünülürse yaratacağı etki farklılaşır: Sahra’dan, Arap Yarımadası’ndan gelen kum taneleridir onlar: Havalanmış, binlerce kilometre yol yaptıktan sonra inmişlerdir şehrimize. O gözle bakılmalı toz taneciklerine, sanki göçmen kuşlarmışcasına -şu farkla ki: Artık buraya/bize karışacaklardır.
Madde kaybolmaz. Bir kum tanesinin izi sürülebilir mi? Sürülebilirse neyle, nasıl?
İnsan ne ki: Evrende kum tanesi.
Görebildiğim, ilk kumlu tablo çalışmalarının André Masson’un elinden çıktığı: 1926. Zemine önce tutkal döşedikten sonra kum püskürterek gerçekleştirdiği tabloların Pollock’u etkilediği, “action painting”i bir bakıma tetiklediği öne sürülüyor.
“Herşey”i kullanan Picasso, kuma başvurmamış olsun; mümkün mü?! Juan-les-Pins’de yaptığı 20 Ağustos 1930 tarihli “Baigneuse Couchée” bir kumda sereserpe gerçekten de. Daha ilginci, ters çevrilmiş bir tuvalde kartondu, çiviydi, ottu ve kumdu, birleştirmiş olması. Ve bir palmiye yaprağı eklemesi -ilkinden tam 1 hafta sonra.
İlgincin ilginci, Picasso kumsalda da rahat duramayan çocuktu. 1937’de, Mougins kumsalında gerçekleştirmiş kumda desenini. Kaybolmasından önce Man Ray’ın çektiği fotoğrafa borçluyuz yok-varlığını!
Kum, kumul, kumsal imgesinin merkezî görev gördüğü bir şiir, Saint-John Perse’in Sürgün’ü. 1941’de, gerçekten de sürgünde bulunduğu Long Beach Island’da yazdığı yekpare nesir-şiirinin 1942’deki ilk basımı kitaplığımda. Perse’in tipik, yüksek seslenmeli poetikasının bir çeşitlemesi buradaki. Açık denizin umman evrenine övgü döşedikten sonra, burada, suyun ya da çölün kıyısındaki kum düzlükte çıplak ayakla çizilmiş harfler. Hem kaygan, hem yutucu bir zeminden, şair, kumdan yansıyan sönmüş boyutunu eşeliyor.
İnsan yeryüzünde sürgün.
Pierre Reverdy Devingen Kum’u ölümünden 1 yıl önce (1959), Solêsmes’de yazmıştı. Ancak şiirin başlığına kazınan imge daha eski tarihli birkaç şiirinden gelir: Kumun görünür görünmez yer değiştirmeleri ile yaşam devinimleri çakışır burada. “Bavulsuz geçiş ölüme”, en başından, sımsıkı bir ritmik düzen içinde bir vasiyet toparlaması mahiyetine oturtur bu ortaboy şiiri. Meraklılar sanal ortamda bulabilir (‘Le Sable Mouvant’ yazarak) Picasso’nun hızını Devingen Kum’dan alan 10 suluboyasını.
Borges, yaklaşık 30 yıl arayla “Kitab”a iki kez sonsuzluk hakkı verdi: Babil Kütüphanesi (1941) sonsuz sayıda nüshadan oluşmuştu; Kum Kitabı (1975) başı sonu olmayan, iki ucu sonsuza açık biricik kitabı ağırlayan masal oldu. O kitaba adını da verdiğine bakarak denklemi şöyle kurabiliriz: Kum Kitabı’ndaki kum kitabı hikayesinde sözü edilen kum kitabı, sonunda bir rafına gizlice yerleştirildiği kütüphaneyi sonsuzluk katına böylece taşımıştır.
Atar Doha’da Jean Nouvel tasarımı müze geçen yıl açıldı; “para”nın cirit attığı utandırıcı bir törenle. Frank Gerry etkisi bulaşıcılığını sürdürüyor! “Kum Gülü” bir doğa formu; bölgenin özellikleriyle uyumlu seçim olmuş mimarlık açısından. Nouvel’in kurduğu çatı düzeniyle sanal ortamda rastlanan doğal ‘kum gölü’ görüntülerini kıyasladığımda, açıkçası, bu öykünmeli seçimin yapının lehine sonuç vermediğine varıyorum.
Kum yenir mi? Pika sendromu da, jeofaji de yerine göre bir ruhsal sıkıntının tezahürü olarak değerlendiriliyor; gelgelelim farklı kültürlerde farklı yaklaşımlara rastlandığı sır sayılmaz. Kil, toprak, kum yemeyi sağaltıcı görenler, altedilmez bir gereksinmenin karşılanması olarak bakıyorlar konuya. Tanpınar’ın, açık bir şaşkınlıkla, Ahmet Hâşim’in kil yeme tutkusundan sözedişine değinmiştim.
Kum koleksiyoncuları birbirlerine kum eşantiyonları satmaz, değiş-tokuş yaparlarmış; onlara duyduğum saygıyı bir tık yükseltti bunu öğrenmiş olmak. Genellikle 30 milimetre küplük şişeler kullanılıyormuş. Bir koleksiyoncu, Guadeloupe’da 300’ü aşkın kum türü olduğunu yazmış -bir renk cümbüşü. Kum koleksiyoncular derneğine üye olduğunda, “hoşgeldin”i 50 şişe armağan göndererek yapmışlar.
Evde kumsuz olmak birden küçülttü beni.
William Blake, “bir kum tanesinde bütün bir dünya” diyesiymiş.
The Sand Paper, uluslararası kum koleksiyonerleri derneğin yayın organı. Yılda iki kez elektronik ortamda yayımlanıyor bu kum gazetesi; İngilizce üzerinden haberleşiyor, bilgi ve görüntü paylaşımında bulunuyor, tanışıp görüşüyorlar. Kum sayesinde birlikte yaşamaya başlayanlar oluyor mudur? Niye olmasın: Tanıştıklarında Picasso’dan nefret etme gibi bir ortak yanları olduğu için görüşmeyi sürdüren, sonrasında evlenen çift 1 yıl sonra ayrılmış -yetmez kum sevmek, sevmemek.
Hoffmann’ın karanlık hikâyesi Der Sandmann’a, 4-5 yıl oldu “Tesadüf” başlıklı denememde sokulmuştum. İrkilticiliğini Kum Adam’ın şöyle koyar Hoffmann: “O kötü bir adam; yatmak istemediklerinde çocukların yanına gelir ve gözlerine avuç dolusu kum serper; çocukların gözleri kan-revan içinde yuvalarından fırlar; sonra Kum Adam onları bir çuvalın içine atar ve yavrularını beslemek için hilalin içine götürür; yavruları oradaki yuvada oturur, baykuşlarınki gibi kıvrık gagalarıyla yaramaz çocukların gözlerini yerden kaldırıp yerler!”
Tim Burton’u aratmayan yaklaşım. Bereket, bildiğim kadarıyla, uykusuzluk pek çekmiyor Kum Adam.
İslâm Ansiklopedisi’ndeki Sarây-ı Cedîd maddesinden aktarıyorum:
“Edirne Sarayı’nın en önemli özelliği Osmanlı sarayları arasında en geniş saray olmasıdır. Saraya ait Cihannüma Kasrı duvar kalıntıları, Kum Kasrı ile tek kubbeli Kum Kasrı Hamamı, Bâbüssaâde ile dokuz kubbeli saray mutfaklarının bir kısmı ayaktadır”.
Kum Kasrı’nı büyük olasılıkla Fatih yaptırtmış; adı, içinde bulunduğu Kum Meydanı’ndan geliyormuş. Hamam, biraz gezegeni yokolmuş bir uydu izlenimi yaratıyor insanda. Çevredeki kumun özel bir dokusu olduğu anlaşılıyor; yapımında kullanılmış belki de.
Edirne’nin de “Kum mahallesi” var. Bir tek o mu? Sınırın iki karış ötesinde, Dimetoka’nın da Kum mahallesi varmış.
Edirne tarihine ilişkin temel kaynakların başında geliyor Enîsü’l-Müsâmirîn -eh, biz de işin içindeyiz işte!