Kasım
sayımız çıktı

Dilini Osmanlı arısı soksun!

Ağdalı konuşmaya, eski Türkçe kelimeler kullanmaya meraklı, bunun sınıfsal, kültürel veya siyasal saygınlık getiren bir şey olduğunu sanan insanlar çıktı ortaya. Osmanlı özentiliğine ve uydurma tarih algısına koşut olarak, eskinin hakiki, yeninin ise yapma olduğu düşünülüyor!

“Binaenaleyh tabii ki kutsaliyet!”
Desen: GÜVEN BİLGE

Burdur’un bir hamamının duvarında, “Lütfen sulara kesiverin” ibaresine rastlayabilir, İç Batı Anadolu’da gezinirken, “Yemem mi gari böyle yemeğe?” türünden cümleler duyabilirsiniz. İsmin “i” hali yerine “e” halinin kullanılması, eğitim yoluyla standart bir Türkçenin verilememiş olduğunu vurgulamakla birlikte, bir dil yanlışı değil, Anadolu’ya yerleşen atalarımızın farklı yörelerden geldiğini gösteren bir işarettir yalnızca. Kaldı ki iş sadece bir eğitim meselesi de değildir. Türkiye’de “milletçiliğin” (buna folklorizm de diyebiliriz) uzunca bir dönem milliyetçiliği bastırmış olması, örneğin yerel türkülerin devlet radyolarında bile yerel ağızla söylenmiş olması da, dilin standartlaşmasına köstek olmuştur. Ülkenin birçok yerinde 1960’lara kadar herhangi bir Türkiye radyosu dinlenmemiş olması da cabası!

Standart Türkçenin doğru dürüst öğretilememesi, bir dizi vurgu yanlışına da neden oldu. Örneğin, “Yunanistan” veya “Bulgaristan” adları, dördüncü hece yerine üçüncü heceye vurgu yapılarak söylenir oldu. Bu noktada kabahati, okullarımızdaki Türkçe derslerinin gittikçe zayıflaması ve nitelikli öğretmen yetiştirilememesi nedenleriyle eğitim dizgemizde aramak gerektiği kanısındayım. Yoksa “gelecek durak” ye- rine neden “bir sonraki durak” densin ki? Ancak, bu gibi yanlışlarda da yanlışı yapanla alay etmek yerine doğruyu öğretemeyeni kınamamız gerekiyor.

Öyle sanıyorum ki, şu “ki”nin olur olmadık yerlerde kullanılmasının kökeninde de iyi eğitilmemiş öğretmenler var. Önce, bir tür “evet” anlamına gelen “tabii”, “tabii ki” (hatta tabii ki de!), sonra da “oysa”, “oysa ki” oldu. Bunların ikincisi daha da korkunç oldu, zira “oysa” (“o ise”), zaten “ne ki” demektir. Bunlar yetmezmiş gibi, birileri “ta ki”yi bulup çıkarttı. Gerçi bu bir icat değildi; ama atalarımızın onu “-e kadar” karşılığı olarak kullandığı bilinmediğinden (örneğin: “Ta ki sabah ola”), “ta ki sabah olana kadar” gibi “atlı süvari” tarzında yeni bir deyiş türü hayatımıza katıldı.

Bunların nereden çıktığı sorusunu yanıtlayabilmek benim için zor. Belki dilbilimcilerin, özellikle de sosyolojik dilbilimcilerin fikrine müracaat etmemiz gerekiyor. Ama eski dünyaya bir özenme de varmış gibime geliyor. Yani bu tür icatlar, “iddia” ya da “hafriyat” gibi sözcüklere Türk dilinin dönmemesi sonucunda ortaya çıkan “iddaa” ya da “harfiyat” gibi yanlışlarla aynı türden değiller. Bu sonuncular, dilin morfolojisinden kaynaklanan yanlışlardır. “Pantalon” ya da “kanape” demek Türkler için gerçekten zordur. Sesli uyumu x – y – y biçiminde olmak zorunda olduğundan bu sözcükler dilimizde “pantolon” ve “kanepe” olmuşlardır. O yüzden bunlara “yanlış” demek yanlış olur. Tabii bu, bazen karşımıza çıkan “Barboros”lara da yeşil ışık yakmak olmuyor!

Böyle düşünmemin nedeni, daha 1960’larda ortaya çıkan ve Öztürk Serengil’in meşhur “Temem, bilakis!” tekerlemesiyle dillere destan ettiği “bilhassa”yla “bilakis”in karıştırılması meselesidir. Şehirli kültürle yeni tanışan bir sınıfa mensup ve eğitim seviyeleri pek parlak olmayan insanların şehirde duydukları bu sözcükleri kullanmaya kalkışmalarıydı bu gülünçlüğü yaratan. “Özellikle”ye ya da “tam tersine”ye (“özel” yeni çıkmıştı, “ters” ise 20. yüzyıl ortalarına kadar dışkı da demek olduğu için pek kullanılmazdı) henüz alışmamış olanların diline öykünme, böyle iki arada bir derede bir komiklik yaratmıştı.

Aynı sıralarda, “ayrıca” diyeceği yerde “ayrıyeten” (dikkat: “ayrıyetten” diye şeddeli söyleyenler de vardır), “yakından” diyeceği yerde “yakinen” diyenler de türedi. “Kutsallık” (veya “kutsiyet”) yerine “kutsaliyet” bile kullanıldı. Osmanlıca konuşma meraklısı bu özentileri, “dolayısıyla” diyeceği yerde ikide birde “binaenaleyh” diyen o yılların başbakanı Süleyman Demirel’in mi cesaretlendirdiğini düşünmeliyiz, bilmiyorum. Yoksa bu, “Öztürkçe”cilerin bazı aşırılıklarına tepki miydi?

Gerçek olan şu ki, ağdalı konuşmaya meraklı, bunun sınıfsal, kültürel veya siyasal saygınlık getiren bir şey olduğunu sanan insanlar çıktı ortaya. Geçen sayımızda kapak konusu yaptığımız Osmanlı özentiliğine ve uydurma tarih algısına koşut olarak, eskinin daha hakiki, yeninin ise yapma olduğuna ilişkin bir önyargıdan yararlandıkları da söylenebilir. Ama genç nesil bu gibilere gülüyor; tıpkı Aynaroz Kadısı’nın ikide birde “binaenezzalik” demesine Musahipzade Celal seyircilerinin güldüğü gibi.