Bundan tam 30 yıl önce dağılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, 1917 Ekim Devrimi’nden itibaren dünyadaki siyasal dengeleri altüst etmişti. Devrim’in ihanete uğramasını takip eden Stalin dönemi ve sonrası, benzersiz kayıplar, acılar ve bürokratik baskılardan sonra Gorbaçov döneminde “Glasnost” ve “Perestroyka” ile sonuçlandı. Bir türlü “demokratikleşemeyen” SSCB’nin 1991’de sona eren ömrünün satır başları.
Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya liderleri, 8 Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağıldığına dair bir bildiri yayımladılar. Böylece, 1917 Ekim Devrimi’nden kaynaklanan ve ardından Stalinizm tarafından çarpıtılan bir toplumsal inşaya son verdiler. SSCB’nin çok da ani ve şiddetli olmayan dağılması (tasfiyesi, düşüşü, çöküşü, yıkılışı) dünyayı şaşırttı. Üniversiteli “sovyetoloji” akademisyenleri bile, sistem hakkında yeterli bir teorik anlayış geliştiremediklerini kabul etmek zorunda kaldılar.
Ekim 1917’de başlayan macera şüphesiz 1991’e kadar aynı güzergahta seyretmedi. Ekim 1917’de iktidarı alan Bolşevik Partisi’nde örtük olarak iki çizgi vardı. İçsavaşın bitimiyle, “nasıl bir devlet?” sorusu öne çıktı ve bu durum partide ve toplumda bir yarılmaya yol açtı. Devleti merkeze alan bir strateji peşinde olanlar kısa zamanda öne çıkarken, halkın çoğunluğunun çıkarlarını savunmaya yönelik diğer yaklaşım hızla gölgelendi ve giderek tasfiye edildi. Bu tasfiyenin siyasal yönü 1923-27 aralığında yaşanmışken, fizikî tasfiye 1937-38 Büyük Terörü’nde, 5-7 milyon kurbandan sözedildiği dönemde gerçekleşti. Aralarında Ekim 1917’nin merkez komite üyelerinin bulunduğu kayda geçen ölüm cezası infazı 700 bindir.
1917’den 1991’e
Sosyalist bir ideolojinin arkasına saklanan ve gaspçı bir bürokrasi tarafından yönetilen planlı ekonomi sistemi SSCB, kendi çelişkilerinin kurbanı olmuştur. Düşüşün zamanı ve biçimi önceden belirlenmemiş olsa da, Ekim Devrimi’nden ortaya çıkan ama gelişiminde kapitalizm ile sosyalizm arasında sıkışıp kalan bu sistem, ayakta kalamayacak kadar derin çelişkiler içerisindeydi.
Üç Rus Devriminde (1905, 1917 Şubat ve Ekim) yaşananın aksine, belirleyici olan kitleler 1991’de sokaklara inip sistemi çökertmediler. Bu açıdan dönüşümün kansız olması şaşırtıcı olmamalı. Nihayetinde Sovyet sisteminin çöküşü, bürokratlardan oluşan bir koalisyonun ve toplumsal olarak heterojen bir kapitalizm yanlısı aydınlar grubunun önderlik ettiği; işçiler ve diğer çalışan kesimleri altetmek için yukarıdan bir devrim biçimini aldı.
Moche Lewin Sovyet Yüzyılı kitabında “Zaten rejim devrilmedi: İç kaynaklarını tükettikten sonra öldü ve kendi ağırlığı altında çöktü” diye yazar. SSCB’nin ortadan kalkması Fukuyama’nın “tarihin sonu” diye tanımladığı, küreselleşmiş demokratik liberalizmin zaferini imleyen bir perspektife yol açmıştı. Bugün hayırla yadedilmeyen dönemin Demir Lady’si İngiltere Başbakanı Thatcher’ın formülüyle (TINA) başka bir alternatif yoktu artık.
Ancak bugün “duvarın yıkılmasından” sonra vaadedilenden çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Batı’nın pazarladığı “Kızıl Tehlike”den eser yok. Öte yandan eski Sovyet ülkelerindeki toplumsal kazanımların yerinde yeller eserken Putin’in şahsında bir otokrat hükmünü sürdürmekte. “Soğuk Savaş” duvarın çöküşüyle ortadan kalkacak, barış dünyaya hükmedecek derken, “Yeni Soğuk Savaş”, silahlanma ve açlık gündemimizde.
Lenin’in Son Kavgası kitabında Moche Lewin, Lenin’in 1922’den itibaren parti-devlet kaynaşmasına ve genel olarak Çarlık’tan devralınan bürokrasinin egemenliğine karşı mücadelesini anlatır. Lenin “Biz eski devlet makinasını devraldık, işte şansızlığımız buydu. Çoğu zaman bu makina bizim aleyhimize çalışıyor” demekle sınırlı kalmamış, ülkeyi Çarlık’tan devralınan bürokrasinin yönettiğini belirtmişti: “Kim kimi yönetiyor? Doğru bir şekilde bu güruhu komünistlerin yönettiğinin söylenebileceğinden çok şüpheliyim. Gerçeği söylemek gerekirse, onlar yönetmiyorlar, yönetiliyorlar”.
Küresel güç SSCB
SSCB’nin radikal dönüşümü devlet aygıtını elinde bulunduran bir nomenklatura’nın, yanılmaz-amansız bir önder aracılığıyla yürürlüğe soktuğu zecri tedbirlerle, emperyalist ülkeler krize girerken bir dizi azgelişmiş ülkenin sanayileşmesine paralel olarak 30’lu yıllarda hızlı kentleşme ve sanayileşmeyle gerçekleşti (tam olarak 1928-1939). Bu arada iktidarın ele geçirilmesin de önemli bir rolü olan parti, devletle özdeşleşerek siyaseten kendini feshetmiş bulunuyordu.
Aslında, varlığının nispeten uzun sürmesi, büyük ölçüde bu uçsuz-bucaksız ülkenin insan ve doğal kaynaklarının zenginliğinin yanısıra 1929-33 dünya ekonomik krizi ve 2. Dünya Savaşı’nda Atlantik’ten Pasifik’e uzanabilecek Nazi İmparatorluğu’nu engellemiş olmasının verdiği meşruiyet sayesindeydi. 2. Dünya Savaşı’ndaki direniş ve devasa kayıplar vatanseverlik duygusunu geliştirmişti. Savaş öncesinde rejimin zayıflığını örtmek için kullandığı kitlesel zulüm, “tasfiyeler” diye anılan temizlik hareketinin bıraktığı tahribatın ardından; savaş sonrasında Rusya, güçlü olmasına güçlü ancak toplumsal ilişkiler açısından kırılgan bir ülke olarak belirdi.
Sovyet toplumunda 1953’te Stalin’in ölümünden, resmî olarak kabul edilen 1983 krizine, güçlü bir büyüme (% 5.7 ile başlayıp giderek azalan ve 80- 85 arasında % 2’ye düşünce, tarım da artık ülkeyi besleyemez hâle geldi) ve modernleşme dönemine kadar, kentleşmeden başlayarak derin değişiklikler oldu. Bu tabloya 1985’te petrol fiyatlarının düşmesiyle ithalatın temel kaynağının kuruması da eklenebilir.
ABD ile girişilen silahlanma yarışı nedeniyle üretimin önemli bir kısmı askerî harcamalar kalemine aitti. Ünlü Sovyet ve daha sonra Amerikalı sosyolog Vladimir Chlapentokh bu durumu şöyle ifade etti: “[SSCB’nin varlığının] Son 10 yılında, ekonomik büyüme oranları istikrarlı bir şekilde düştü, malların kalitesi kötüleşti ve teknolojik ilerleme yavaşladı (…) Ancak, tüm bu eksiklikler oldukça kronik olmakla beraber ölümcül bir öneme sahip değildi. Hasta bir insan, tıpkı hasta bir toplum gibi, uzun süre yaşayabilir”.
Kırsal göç, bürokratik muhafazakarlık ile yeni gelişen toplumsal güçler arasında büyüyen uyuşmazlığın kültürel ihtiyaçları (edebiyat, sinema, müzik), artık 30’lu yılların arkaik propagandasıyla giderilemezdi. 1970’lerin sonlarında yapılan kamuoyu yoklamaları, resmî propaganda retorikleriyle insanların düşündükleri arasında keskin bir uçurum olduğunu ortaya çıkardı.
1960’lı yılların ortalarında Kosigin ve Andropov dönemlerinde hazırlanan raporlar, ABD karşısında Sovyet ekonomisinin kömür-çelik dışında nal topladığını gösteriyordu. Kömür-çelik de 20. yüzyılın değil 19. yüzyılın motor gücüydü. Verimlilik, yaşam standardı, teknoloji gibi ölçütlerde Sovyet ekonomisi umut vermezken; siyasal yapı da -1964’te Kruşçev’in bir darbeyle kızağa çekilmesinden sonra 18 yıl hüküm süren Brejnev’in şahsında felç olmuş bir politbüronun yüksek yaş ortalamasından da izlenebileceği gibi- hareket edemez durumdaydı. Ayrıca yüksek yöneticilerin büyük kısmının bulaştığı yolsuzluklar, mafya şebekeleri diz boyuydu.
1960’ların sonundan beri belirgin olan durgunluk eğilimi, SSCB’nin jeopolitik statüsünü ve rejimin iç istikrarını tehdit ediyordu. Yolsuzluk ve gevşek bürokrasi toplumun her tarafına yayılmış, rejimin etkinliğini ve meşruiyetini baltalayan ahlaki bir kriz yaratmıştı. Bu sorunların derin kaynağı, 1917 Devrimi’ni takip eden 10 yıl boyunca halktan alınan iktidardaki bürokratik tekeldi. Büyük ve küçük bürokratlara da terör uygulayan Stalin’in kişisel diktatörlüğü, bu bürokratik rejimi de tehdit ediyordu. Ancak Stalin’in 1953’teki ölümünden ve Kruşçev döneminden sonradır ki, bürokratik rejim, sloganı “kadrolara saygı” olan Leonid Brejnev (1964-1982) önderliğinde gerçek bir altın çağ yaşadı. Ancak Brejnev’in bu “kadrolara saygı” politikası da, memurların cezasız kalmasına, görev suistimallerinin gelişmesine ve herhangi bir ciddi reformu engelleyen katı bir muhafazakarlığa yolaçtı. Yine de, aradan geçen dönemde meydana gelen derin sosyal ve ekonomik dönüşümlere rağmen, ekonomiyi ve toplumu yönetme sistemi 1920 sonlarından bu yana büyük ölçüde değişmeden kaldı.
“Piyasa” reformları 1965’te Başbakan Aleksey Kosigin tarafından başlatıldı. Leonid Brejnev en azından tarımda büyük bir yeniden yatırım girişiminde bulundu. Kosigin reformu, 1968’de Çekoslovakya’nın işgaline varan siyasi gelişmeler nedeniyle terkedildi. 1970’lerde, sınırlı bir şirketler veya kolektif çiftlikler çerçevesinde daha “liberal” yönetim deneyimleri devam etti. Şirketler kârlılığa yönlendirildi ve yöneticileri buna göre ödüllendirildi; ancak bu yöneticiler rekabetçi olmak için hareket etmekte özgür “gerçek patronlar” değildi. Bununla birlikte sistem gayriresmî bir faaliyeti (takas, gri borsa, karaborsa) yani girişimi özgürleştirdi; yasadışı sermaye biriktirdi; yolsuzluğu, kamu mallarının çalınmasını, hem devlet aygıtı içinde hem yeraltında hem de açıkta mafya türlerinin oluşumunu teşvik etti.
Perde açılıyor
Mart 1985’te, yaşça “geçkinlerden” oluşan bir siyasi büronun en genç ve en enerjik üyesi olan 54 yaşındaki Mihail Gorbaçov, en yüksek mevki olan genel sekreterliğe atandı. Bu atama, zirvede acil reform ihtiyacı konusunda bir fikir birliğini yansıtıyordu. Gorbaçov’un görevi sistemin çelişkilerini çözmek değil -aslında bunlar ne anlaşıldı ne de tanındı- ama bürokrasiyi kendisinden kurtarmaktı (bu açıkça çelişkili ama sistemin doğasından kaynaklanan bir görevdi). Gorbaçov’un çözmesi beklenen iki temel sorun, ekonomik durgunluk eğilimi ve işlevsiz bürokrasiydi.
Gorbaçov tarafından 1985’ten 1987’nin ortalarına kadar yürürlüğe konan reformlar niteliksel olarak farklı üç aşamadan geçti: İdari personelin önemli oranda sirkülasyonu (“nomenklatura” için iş güvencesinin sonu) ve Bakanlıkların birleştirilmesi; önde gelen sanayi sektörlerinde yatırımların artırılması; şirketlerden bağımsız kalite kontrolünün getirilmesi ve aşırı alkol tüketimi ile mücadele.
Dış politikada Gorbaçov, SSCB’yi silahlanma yarışından çıkarmak için tek taraflı girişimlerde bulundu; bu politika Batı halkları hatta hükümetleri tarafından sıcak bir şekilde karşılandı. Gorbaçov Sovyet birliklerini Afganistan’dan çekti. Buna, SSCB’nin o zamana kadar kendi çıkarları çerçevesinde desteklediği Üçüncü Dünya’daki anti-emperyalist mücadelelerden aşamalı olarak ayrılması da eşlik etti.
Glasnost ve Perestroyka
Ancak bu dönemin belki de en cüretkar ve geniş kapsamlı girişimi, sansürün kontrollü bir şekilde kaldırılması olan “glasnost” (saydamlık) idi. Amacı, muhafazakar bir güç olan bürokrasiyi, ayrıcalıklara ve gücün kötüye kullanılmasına karşı olan kamuoyu karşısında savunmaya almaktı. Gorbaçov ayrıca, kamuoyunda tartışma olmamasının ekonominin performansı üzerinde büyük bir ağırlık oluşturduğunu anlamıştı. Ancak sonuçta Gorbaçov, “glasnost”a rağmen bürokrasinin ayrıcalıklarına veya gücüne ciddi şekilde dokunmadı. Büyümeye geri dönüşe ve ahlaki iklimde belirli bir iyileşmeye rağmen, reformların sonuçları yetersizdi. 1987’nin ortalarına doğru, bu nedenle, tamamen farklı bir ölçekte ve cüretkar bir reform aşaması başlattı: “Perestroyka” (revizyon). Ekonomi cephesinde ademi merkezileştirmeyi, hâlâ devlete ait olan şirketlerin aralarında piyasa ilişkileri kurmak için bunları “özgürleştirmeyi” amaçlıyordu. İşletmelerin günlük yönetiminden kurtulan merkezî devlet, eylem araçlarını oldukça dolaylı şekilde elinde tutacaktı. Buna rağmen reform hareketi, ekonomide uzun süredir devam eden merkezkaç kuvvetleri serbest bırakarak, merkezî hükümeti ekonomik süreçler üzerinde etkili kontrolden mahrum bırakacak bir pratik etkiye sahipti.
Üretim aygıtının düzensizliği, her şeyden önce yaşamı ciddi biçimde karmaşıklaştıran kıtlıkların giderek artmasıyla kendini gösterdi. Kısa bir süre sonra yeni bir kanunla, kamuoyunu şoke etmemek için “kooperatifler” olarak adlandırılan küçük özel işletmelerin kurulması yasallaştırıldı. Girişimci ve esnek faaliyetler, kıtlıkların giderilmesine yardımcı olacaktı. Ancak tam tersi oldu: Bu sözde kooperatif sektörü kamu sektörünü parazitleştirdi; özellikle daha ucuz mallardaki kıtlığı artırdı; halkın öfkesini güçlendirdi.
Ülkede geleceğin birçok kapitalistinin içinden çıkacağı yetkililer, devletin mali desteği olmadan bu faaliyet alanında parladı. Yeni ekonomik reform aslında gerçekten orijinal değildi. Yugoslavya, daha sonra Macaristan ve Polonya… Her biri kendi usulünce bunu zaten benimsemişti.
Perestroyka’nın özgünlüğü, siyasi bileşeni olarak sunulan “demokratikleşme”ydi. Sansürün cüretkar bir biçimde kısıtlanması, rejime bağlılık koşuluyla bağımsız derneklere hoşgörü gösterilmesi bu dönemdeydi. Özellikle Mart 1989’da Yüksek Sovyet seçimleri kısmen bağımsız adaylara açıldı. Ayrıca yeni şirketler kanunu, şirketlerde en üst mercii olarak “emekçilerin kolektif konseyleri”nin seçilmesini öngördü. Bu önlem, çalışanların yöneticiler karşısındaki yeni bağımsızlığına ilişkin korkularını hafifletmeyi amaçlıyordu. Ancak pratikte, bağımsız sendikaların ve kolektif eylem geleneğinin yokluğunda, işçilerin yöneticilerine olan bağımlılığı kırılmadı.
“Demokratikleşme” de elbette demokrasi değildi. Amaç her zaman egemen toplumsal tabaka olan bürokrasiyi kendisinden kurtarmaktı. Ancak bunun için, sosyal korumanın zayıflamasından ve eşitsizliklerin artmasından korkan halk sınıflarının desteğini kazanmak gerekiyordu. Siyasi açılmanın sınırlı doğası ve ekonomik reformla bağlantılı sorunlar, kaçınılmaz olarak Temmuz 1989’da 400 bin kömür madencisinin genel greviyle sonuçlanan halk hoşnutsuzluğunu ateşledi. Aynı zamanda, büyük şehirlerde bürokratik otoritelere karşı kimi zaman 10 binlerce göstericiyi harekete geçiren demokratik bir yurttaş hareketi oluştu. Baltık ülkelerinde, Gürcistan’da ve Ermenistan’da, ulusal bilincin tarihsel olarak daha gelişmiş olduğu cumhuriyetlerde; demokratik hareket doğal olarak daha büyük bir özerklik, egemenlik ve son olarak 1991’de bağımsızlık talebini öne sürdü (özellikle Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin yıkılmasından sonra).
Serbest ekonomi
1989’da kamusal tartışmalarda beliren -asıl anlamını anlamadan- ekonominin bürokrasinin pençesinden kurtulacağı beklentisiyle “tutarlı piyasa reformları” yapma yaklaşımı, demokratik hareketi cezbetmişti. 1990’da Perestroika’nın bariz başarısızlığıyla karşı karşıya kalan Gorbaçov’un kendisi de bu görüşe bağlandı. Böylece Haziran 1990’da, şirket sahiplerine tam yetki veren ve işçileri görmezden gelen yeni bir Şirketler Yasası kabul edildi. Ancak Gorbaçov, zayıf meşruiyeti rejimin sosyalist olduğu iddiasına dayandığı için temkinli davranmak zorunda kaldı (1991’de yalnızca temel malların fiyatlarındaki artış, büyük bir grev dalgasına yol açtı). Konumunu hiçbir zaman halk oylamasına sunmamış olan Gorbaçov, siyasi anlamda demokratik meşruiyetten yoksundu. Öte yandan 1990 baharındaki ilk gerçek demokratik seçimler sırasında (Anayasanın Komünist Parti’nin “öncü rolü”nü kutsayan maddesi kaldırılmıştı) kapitalizm yanlısı güçler, reformların yavaşlığına yönelik eleştirileri nedeniyle siyasi bürodan ihraç edilmiş Boris Yeltsin’in çevresinde geniş bir yelpazede toplandılar. Temsilcilerinden birkaçını Rusya’nın en büyük şehirlerinin belediye başkanlığına ve Rusya Cumhuriyeti Parlamentosu’na seçebildiler. Ancak “Demokratlar” etiketi altında bilinen bu liberaller, kapitalist restorasyona karşı halkın tepkisinden de çekiniyorlardı. Onlara göre Sovyet halkı hâlâ sosyal adalet ve eşitlik değerlerine bağlıydı; yani bu anlamda “lumpenleşmiş”ti!
Boris Yeltsin sahnede
Siyaset sahnesine yeni bir güç egemen olmuştu: Seçimle Rusya’da iktidar olan Boris Yeltsin. Gorbaçov’un somutlaştırdığı federal güce meydan okuyor ve yasaları veya reform projelerini uygulamıyordu. Geniş bir sosyal tabanı vardı: Yeni oluşturulan iş çevreleri, canlanan bir işçi hareketi ve 1989-1990’da çöken eski komuta sisteminin ekonomik nomenklatura’sı. Başbakan İgor Gaydar liderliğindeki Rus reform ekibi, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) tavsiyelerine uygun olarak fiyatların serbestleştirilmesini, büyük özelleştirmeleri, kamu harcamalarında ciddi bir kesintiyi içeren bir “şok terapi” hazırlıyordu. Rus liberalleri, neoliberalizmin Papalarından Milton Friedman’dan ve Şili’deki reformculardan öğütler aldılar.
Bürokratik sistemin giderek bariz şekilde batması ve bizzat Gorbaçov’un kapitalizme temkinli dönüşü gözönüne alındığında, vahşi özelleştirmeden tabii en iyi yararlanan bürokratlar “piyasa”yı “demokrasi” ile gölgelemişlerdi. “Demokratik hareket”in standart taşıyıcısı haline gelen nomenklatura’nın eski bir üyesi olan Boris Yeltsin “demokrasi” ile “piyasa” arasında mükemmel bir köprüydü.
SSCB’nin dağılması
Özelleştirmelerden aslan payını alanlarla piyasacı entelektüeller arasındaki bu ittifak, demokratik hareketlerin egemenlik talebinin arkasında toplandığı SSCB Cumhuriyetlerinin çoğunda geçerliydi. Ukrayna, özellikle çarpıcı bir durum sergiliyordu. Cumhuriyet Yüksek Sovyeti’nin (Ukrayna Parlamentosu) yeni seçilen başkanı Leonid Kravçuk, yakın zamana kadar milliyetçiliğe karşı mücadeleden sorumlu Komünist Parti sekreteriyken, milliyetçi hareket Rukh ile ittifak kurmuştu. Böylece Kravçuk hem ulusal bir kurtarıcının meşruiyetini sağladı hem de Ukrayna’nın Rusça konuşan büyük nüfusu, kendisini güven verici bir süreklilik sembolü olarak gördü.
Bunlara karşın SSCB’nin dağılmasının arkasındaki ana güç, çevre cumhuriyetlerin milliyetçi hareketleri değil, 12 Haziran 1991’de Rusya Devlet Başkanı seçilen Boris Yeltsin’di. Mart 1991’deki referandum, Rusya nüfusunun ezici çoğunluğunun ülkenin yenilenmiş bir konfederasyon biçiminde sürdürülmesinden yana olduğunu göstermişti. Ancak Nisan 1991’de Birlik Antlaşması’nı imzalayan Yeltsin için, merkezî bir federal hükümetin sürdürülmesi Rusya’nın gücünü sınırlayan bir durumdu. Rusya, SSCB’nin doğal kaynaklar ve sanayi bakımından açık ara en zengin kısmıyken, neden merkezî bir hükümetle ve diğer cumhuriyetlerle iktidarı paylaşacaktı ki?
19 Ağustos 1991’de Yeltsin’in zamanı geldi. Kabine üyeleri, tatilde olan Gorbaçov’un yokluğundaki toplantıda olağanüstü hâl ilan ederek tüm siyasi faaliyetleri askıya aldı. Ancak SSCB’nin dağılacağı korkusu içindeki darbeciler, şiddetli baskıya başvurmayı “başaramadılar” veya bunu istemediler. Bu da 21 Ağustos 1991’de, Yeltsin’in bir demokratik direniş kahramanı havasıyla ateş etmeyen bir tankın üzerine çıkarak kazandığı itibarla harekete geçmesine ve Gorbaçov’un yetkilerine elkoymasına yol açacaktı.
“Sovyet komünizmi” artık ölmüş ve piyasa ideolojisi genel olarak kabul edilmişti. Şimdi çıkar gruplarının, birdenbire büyük bir tasfiye satışında devredilen mirastan parsayı kapma mücadeleleri vardı. Mihail Gorbaçov’un perestroyka’sı, ekonomik ve sosyal koşulların hızla bozulması, eşitsizliklerin patlaması, ayrılıkçı hareketler ve etnik gruplar arası çatışmalarla çıkmaza girmişti. Herkes “acil çıkış” arıyordu.
Berlin Duvarı’nın yıkılması ile Baltık ve Güney Kafkasya cumhuriyetlerinin ayrılması büyük bir psikolojik şoktu. Güvenilir bir alternatif yoktu. Gorbaçov’un bir ağırlığı kalmamıştı. Yeltsin’in yelkenlerindeki rüzgar, para ve hediyeler vadeden Batı’nın desteğiydi. İşçi sınıfı ve diğer toplumsal tabakalar; yükselen fiyatlar, toplumsal bozulma, birilerinin yükselişi ve diğerlerinin cehenneme düşmesiyle birlikte yaşam koşullarının birkaç ay içinde iyice kötüleşmesine şahit oldular. 1991’den sonra artık “daha iyi ücret” veya “özyönetim” talep etmek sözkonusu değildi.