Eski çağlardan beri şaman, rahip yahut büyücü-şifacılar, yanılsama yoluyla insanları tabiatüstü güçlere sahip olduklarına ikna ettiler. Amaçları çoğu kez, mensubu oldukları topluluk içinde üstün bir konum kazanmaktı. Fakat daha iddiasız olanlar, bu işi seyirlik bir oyun olarak icra eden ustalar da oldu: Hokkabazlar, göz bağcılar, tasbazlar…
Hokkabaz, “hokka ile oynayan” demektir. İnsanın -mecazen- gözünü bağlayıp söz ve el çabukluğuyla aklın almadığı türlü numaralar sergileyenler… Güya var olanı yok, yok olanı var edenler… Nesneleri yerçekimine karşı yürütüp havada asılı tutanlar… Hırpani hırkalarının altından kap kacaklar, âlâ yemekler zuhur ettirenler… Velhasıl konuşkan, neşeli ve bazen de dervişmeşrep tipler… Hepsi Osmanlı toplumunun eğlence kültüründe aşina olduğu güleç yüzlerdi.
Metin And, eski Türk seyirlik oyunları içinde en ilginci olarak yorumluyor bu sanatı; zira bu sanatın çevresinde drama vardır: Oyunun başında usta ile yamak arasında, Karagöz-Hacivat örneği güldürücü bir orta oyunu sergilenir.
Kökeni binlerce yıl geriye giden bu oyun, eski Yunan ve Roma’da da biliniyordu. Türkiye’ye, 15. asrın sonlarında Portekiz ve İspanya’dan kaçan Yahudiler eliyle getirilmişti. Anlaşılan o ki Türk ustalar da bu oyunu çok sevdiler ve öğrendiler, şaşkınlık veren numaralarıyla izleyenleri büyülediler. Hokkabazlar, III. Murad’ın 1582’de Atmeydanı’nda ve III. Ahmed’in 1720’de Okmeydanı’nda oğullarının sünneti şerefine tertip ettikleri düğünler için hüner sahnesindeki yerlerini almışlardı. Ne şans ki, büyük minyatür ustaları Nakkaş Osman ve Levnî’nin eliyle, düğün kitaplarının yaprakları arasındaki yerlerini de alabildiler.
Hokkabazlar Atmeydanı’nda
III. Murad’ın, oğulları için 1582’de düzenlediği sünnet düğününde, hokkabazlar ve onları izleyen kalabalık görünüyor. İntizâmî Surnâmesi’nin sayfaları arasına Osman tarafından nakşedilmiş bu resim.
Hokus pokus
Sahneye yumurta gösterisi yapan bir hokkabaz çıktı. Dik tuttuğu bir çubuğun üzerine koyduğu yumurtaları aşağıdan yukarı doğru yürüttü. “Hokus pokus” yerine, “Çi var çi yok!” (ne var ne de yok) diye bağırdı ve yumurtalar bir çiy tanesi gibi havaya kalktı. Bir süre havada asılı kalan yumurta ileri fırladı ve bir ok atımı mesafedeki bir hokkanın içine girdi. Daha sonra adam hokkayı ters çevirip yumurtayı altına sakladı ve açtı: Yumurta kaybolmuştu. Başka numaralar da sergiledi: Bir heybeden bir sürü darı akıttı. Bir mendile birkaç filoriyi sarmalayıp karşısındakine verdi, bir çubukla dokunduktan sonra mendil açıldı, paralar yok olmuştu. Ensesine vurup ağzından elek dolusu para kustu. “Kendim bu sanatın inceliklerini bir bir kavrayıp felekteki Başak burcunu hayrette koymuşum” diye övünmeyi de ihmal etmedi.
İsmiyle müsemma
1720 şenliğinde, ünlü gösteri ustası Hacı Şahin, elleri ve kolları sıkıca bağlanarak içi iyice araştırılmış bir sepetin içine konuldu ve direğe çekildi. Tepedeyken bağlarından kurtulmayı başardı; yetmezmiş gibi, nereden bulduysa bir ibrik ile fincan çıkarıp kahve pişirdi. İki fincan keyif kahvesi içtikten sonra birazını aşağı döküp kahvenin sıcak olduğunu ispatladı. Sultana, şehzadelere ve Osmanoğulları’na dua ettikten sonra kolayca aşağı süzüldü ve sultanın huzurunda hilat giyip sadrazamdan bolca bahşiş aldı. “Hacı Şahin nam bir Mısrî acep şahinlik etti / Ne denli yüksek uçsa ona yakışır” diye övdü Vehbî onu dizelerinde.
Sepetten kurtulma oyunu
III. Ahmed’in 1720’de oğulları için tertip ettirdiği sünnet şenliğinde, zamanın ünlü gösteri sanatçıları Mısırlı Hacı Şahin ile yamağı Hacı Mehmed bir sepet numarası yapmak üzereler. Minyatürün görünmeyen kısmında mehter çalınıyor ve halk kalabalığı, önlerinde bir hat oluşturan yeniçerilerin ardından oyunu izliyor. Vehbî Surnâmesi içindeki Levnî çizimi.
Üfürükçüleri bile şaşırtan sihir
Hacı Şahin ve yamağı Mehmed, gözleri, el ve ayakları sıkıca bağlandıktan sonra iki ayrı sepete konuldular. Şahin sarı, Mehmed yeşil sepete sokuldu, sepetler iyice bağlandıktan sonra sarılıp üzerleri dikildi. Her iki sepet de çadırın içine konuldu, çadırın etrafı herhangi bir hile yapılmaması için çavuş ve hademeler tarafından tutuldu. On beş dakika sonra içeriden seslendiler, çadır kaldırıldı: İkisi de bağlarından kurtulmuş, Şahin’in konulduğu sarı sepetten Mehmed, diğerinin konulduğu yeşil sepetten ise Şahin çıkmıştı. Sepetlerin üzerindeki dikişleri herkes inceledi, tek bir çözülme emaresi yoktu. Gözcüler ne bir ses ne de bir kıpırtı duymuşlardı. Doğrusu bu oyun Hârut’un –ki bir melektir- bile beğeneceği, düğüme üfüren büyücüleri bile hayrette bırakan bir oyun olmuştu, Vehbî’nin satırlarında.
“Kesin ip var!”
İleri gelenlerden iki kişi, muhtemel hilenin ne olabileceğini tartışıyor.