Hz. Muhammed’in vefatından 20. yüzyıl başına kadar yaklaşık 1400 yılda, İslâm dünyasından 4 Medine, 14 Emevî (Şam), 37 Abbasî (Bağdat), 17 Endülüs (Kurtuba), 14 Fâtimî (Kahire), 17 Mısır Abbasî (Kahire), 29 Osmanlı (İstanbul) halifesi olmak üzere 132 halife gelip geçmiş. Tarihçi Necdet Sakaoğlu ile tarihî gelişimi içinde, dönüm noktalarıyla halifelik kurumunu, halifeleri konuştuk.
Halifelik kurumu neye dayanıyor? İlk olarak ne zaman, nasıl ortaya çıktı ve hangi kurallar çerçevesinde düzenlendi?
Necdet Sakaoğlu – Önce bir anlam hatırlatması yapalım: Dilimizdeki kalfa sözü, halifeden Türkçeleşmiştir. Terzi kalfası, berber kalfası deriz. Daha eskiye gidersek eski mekteplerde hocanın kalfası vardı. Sarayda “usta” cariyelerin yardımcılarına kalfa, resmî dairelerde memur ve kâtip yardımcılarına Arapçasıyla halife denirdi. Ünlü tarihçimiz Kâtip Çelebi, Batı dünyasında Hacı Kalfa (Halife) olarak tanınmıştır. Halife, “yerine geçen, yerine bakan” demektir.
İslâmiyet’teki halifelik, Hz. Muhammed’in ateşli bir hastalık sonucu 8 Haziran 632 tarihinde beklenmedik vefatının dayattığı bir emrivaki idi. Peygamber ümmi idi ama kurmaya çalıştığı nizam salt din amaçlı değildi. Tefekkürden ahlaktan toplum yapısının gelişmesine, ticarete her alanı önemseyen, Arap yaşamının yabancısı olduğu, gaza ve fetihle henüz adları bile bilinmeyen ülkelere doğru genişlemeyi hedefleyen bir idealdi. Danışman kâtibinin İranlı Selmân-ı Farisî olması anlamlıdır. Vefatını izleyen an ve ortamda Hz. Ebubekir halife seçilip biat edilmese, ideal İslâmiyet tasarısı kritik bir evreye girer, Arabistan yarımadasının güneybatısında Medine-Mekke merkezli oluşma aşamasındaki Kureyş-Haşimî din-kabile devleti kaçınılmaz sonla karşı karşıya kalabilirdi.
Gerçi, dinin temel kaynağı, yönetimin de anayasası sayılan ve Arap diliyle yazılmış ilk kitap Kur’an-ı Kerim tamamlanmıştı. Ayrıca Peygamberin de sınırlı sayıda kendi öğretileri (hadisler) vardı. Ancak bölgenin, devlet buyrukçuluğu yaşamamış Arap, Yahudi ve Bedevî toplulukları, İslâm dininde ve disiplininde tutmak zordu. Bu nedenle Peygamberin koyduğu din ve yönetim otoritesini yürütecek şurâca (danışmanlar kurulu), bilge bir vekil yani halife (yerine geçen) seçilmesi koşuldu. Bu nedenle Peygamberin görevlerini sürdürecek, onun ilkelerini bilen, arkadaşı, danışmanı, yardımcısı Hz. Ebubekir’e, -sahabelerden bir şurâ tarafından- halifelik görevi tevdi edilmişti.
İlk halife seçilen Ebubekir, Hz. Muhammed’in vekili sıfatıyla İslâmiyet’e ve İslâm dinine önder oldu. Halifelik görevleri, dini yaymak, fitne denen din karşıtı eylemleri önlemek, adaleti, güvenliği sağlamak, yoksulu yetimi korumak, Kur’an buyruklarını uygulamak, başka dinden olanların haklarını korumak ve vergi adaletiydi.
İki yıl sonra Hz. Ebubekir de ölünce bu kez şurâ, hem Peygamberin hem Ebubekir’in yerine Hz. Ömer’i halife belirlemiş; Ömer’den sonraki iki halife Hz.Osman’a, Hz. Ali’ye de aynı yöntemle biat edilmişti. Bunlara Dört Halife, Hülâfâ-i Râşidîn diyoruz.
Hz. Muhammed ve Ebubekir, din koyuculuğunun yanında, örnek rehber, yönetici, cihat ve gaza önderi de olmuşlar; Ebubekir, “yerine geçen” anlamındaki halifelik görevini gereği gibi yapmıştı. Ama hükümdar değildi. Hz. Ömer’in halifeliğinde ise İslâm coğrafyası fetihlerle Arap dünyasını aşarak Mısır’dan İran’a kadar ülkeleri kapsadı. Bu yeni bir durumdu. Olağanüstü ve ivedi gelişmeler sonucu, din ve Kur’an’a dayalı yönetime koşut, halifeye ve Mekkeli buyrukçulara, bir imparatorluk düzeni ve istilâ orduları örgütlemeyi ve bir İslâm devleti dayatıyordu.
Doğal ki başlangıçtaki Mekke-Medine merkezli peygamber dönemi yapılanması sona erdi. Halife Hz. Ömer’e “Emirülmüminin” denildi. O ve ardılları Osman ve Ali, yeni süreçte halifelik yanında devlet başkanlığı ve başkomutanlık demek olan Emirülmüminin görevini de yüklendiler. Müminlerin emirliği, halifeliklerinin üstünde resmî-dini özel bir unvan ve görev, yani egemenlik, uyruk durumundaki ulusların, başka dinlerden olanların yaşadığı ülkelerin buyrukçuluğu demekti. Böyle tanımlandığı için de halifeler, meliklik, sultanlık, şahlık, sanları dışında bir unvan arayışıyla kendilerine emirilmüminliği eklediler.
Halifelik gibi emirülmümininlik de Hz. Muhammed’in öngörmesi, vasiyeti değildi. Talep de edilmemiş, şurâca öngörülmüş ve seçilmişti. Peygamber’in vefatında halifelik, sonraki koşullarda da Emirülmümininlik kabul edilmişti. Arap-İslâm ileri gelenlerinden bir şurânın seçtiği Ebubekir’e Halife-i Resulullah dendiği gibi, aynı yöntemle biri diğerinin halefi (ardılı) olan Ömer, Osman ve Ali de aynı zamanda Halife-i Resulullah sayıldılar.
Dört Halife Devrini (632- 661) temsil eden ilk dört halifenin ortak özelliklerine gelince… Bunları üstün kılan meziyetler elbette vardı. Dördü de saygın Arap kabilelerinden, Peygamber’e ilk biat edip Müslüman olanlardan, hayatta iken “cennetle müjdelenenler”di. İslâmiyet’e büyük hizmetleri olmuş, dördü de Hz. Peygamber’e en yakın, sahabenin de ulularındandı. Peygamberle gazalara katılmışlar, halifeliğe de şura kararı ile seçilmişlerdi. Ebubekir ve Ömer Peygamber’in kayınpederleri, Osman ve Ali damatları, Ali aynı zamanda amcasının oğlu, kuzeniydi. Halifelikleri Arap-İslâm gelenekleri açısından da tartışmasız ve meşru idi. Herbiri bir öncekinin ardılı konumunda selef- halef (öncül-ardıl) oldular. İslâm tarihinin Hülâfa-yı Râşidin denen ilk halifeleri bunlardır. Bütün Müslümanlar da ya doğrudan veya vekâletle bunlara biat etmişlerdi.
Ortaçağ İslâm ülkelerinde halifeler aynı zamanda devlet başkanı mıydı? Dinî ve siyasi otorite tek elde mi toplanmıştı? Yetki ve sorumlulukları nelerdi?
N.S. – İslâm tarihinin içinden çıkılmaz bir konusudur halifelik… Ne yapmaları gerekiyordu, ama neler yaptılar? Kimler halife oldu?.. Araplar dışında biz Türklerden de halife olanlar var. Osmanlı padişahları halifeliği niçin benimsediler? Tâberî Târihü’l-Rüsûl ve’l-Mülûk’de şu anekdotu naklediyor: “Hz. Ömer Halife seçilince Selmân-ı Farisî’ye sormuş: Ben hükümdar mıyım, halife miyim? Şu yanıtı almış: Eğer vergiyi bir dirhem fazla alır veya vergiyi kanunsuz kullanırsan halife değil hükümdarsın!”
Belki birkaçı müstesna bütün halifeler hükümdarlık ettiler! Kimileri zulüm ve sapkınlık yapmaktan da çekinmediler.
Yukarıda ilk dört halifenin peygambere yakınlıklarına, konumlarına ve nasıl seçildiklerine değindik. Sonraki halifelerin, yani Emevî, Abbasî, Fâtimî, Endülüs… en son Osmanlı hükümdarlarının ya da bunlardan pek çoğunun halifelikleri acaba meşru muydu? Yukarıda sıralanan ölçütler dikkate alındığında, 14 Emevî, 38 Abbasî halifesi arasında, ilk dört halife düzeyinde veya onları örnek alan-anımsatanların sayısı üçü beşi geçmez.
Emevî saltanatını kuran ve ilk Beni Ümeyye halifesi Muaviye’dir. Bunun babası Ebu Süfyan, Mekke’nin zaptına kadar Peygamber’le savaşmış müşriklerin önde gelenlerindendi. Hz. Osman zamanında Suriye (Şam) valiliğine atanan Muaviye, Hz. Ali ile girdiği mücadeleyi kazanarak 661’de Şam’da halifeliğini duyurmuştu. Muaviye ile başlayan Şam merkezli Emevî saltanatı/halifeliği Arap dünyasına özel ilk ve katıksız bir imparatorluktu. Halife unvanı, bu erkin dinsel donatısıydı. Emevî halifeleri daha ileri giderek, kendilerini Halife-i Resulullah yerine “Halifetullah” (Allahın yerine geçen!) ilan etmişlerdi (sonraki dönemlerde bu unvan yumuşatılarak “Zıllullah” yani Allah’ın gölgesi denilmiştir).
Muaviye’nin oğlu Yezid ve torun II. Muaviye’den sonra yönetim, yine Beni Ümeyye’den Mervan soyuna geçmiştir. Yezid, üç yıl süren hükümdar halifeliğinde İslâm dünyasına Kerbelâ Vak’ası’nı yaşatarak yeni dinin affedilmez günahkârı ve nefret odağı olmuştur. Halifelik kavramının kutsallığını ve masumiyetini kirleten Yezid’den sonrakilerin halifelikleri ve meşruiyetleri her zaman tartışılmıştır.
Emevî halifeleri, Süfyanî ve Mervanî olmak üzere iki ayrı koldan 14 kişidir. Bunlar Mekkeli Ümeyye kabilesine mensuptular. Bu kabile Hz. Muhammed’e karşı çıkmış, savaşmış Araplardandı. İlk halife Muaviye, hile ve savaşla halifeliği 661’de gasbetmişti. O ve ardılları egemenlik merkezlerini Mekke ve Medine’den kuzeydeki Şam’a taşıyarak saltanata dönüştürmüşlerdir. İslâm tarihleri, bu hanedanın Ömer bin Abdülaziz (712-15) dışındaki bireylerini halife değil padişah gösterir. Kadıasker Yahya Efendi (öl. 1639) Tarih-i Saf’ta Emevîler için “doğruluktan uzaklaşmış bu topluluk 14 “padişah”tı diyor. Hanedan atası Muaviye için Hz. Ali’nin, bunun oğlu Hz. Hasan’ın halifeliğini tanımayarak zorbalıkla padişahlık ettiğini, ölmeden Müslümanları oğlu Yezid’e biat ettirdiğini yazıyor.
Ayrıca Yezid’in lutîliğini (oğlancılığını), ayyaşlığını, Abdullah bin Zübeyr’in ayaklanmasında Kâbe’yi mancınık atışlarıyla yıktırdığını, ardıllarından Abdülmelik’in zulümlerini, Kibirli Velid’in 40 karılı olduktan başka 60 kadınla evlenip boşandığını, Süleyman’ın bir oturuşta 1 Rum kantarı yemek veya 370 yumurta yediğini, II. Yezid’in aşk derdiyle öldüğünü, Hişam’ın giysilerini 600 devenin taşıdığını, II. Velid’in sürekli zina ettiğini, babasıyla yatmış cariyelerle bunlardan doğan kızlarla cinsi temasta bulunduğunu, bir gün, sarhoş ve cünupken koynundaki cariyeye, imamlığı halifeler yaparlar, ben sana yaptıracağım diyerek halifelik cübbesi giydirip mihraba geçirdiğini anlatır. Yahya Efendi, Ümeyye oğullarından halifelik şanına yaraşır tek şahsiyet olarak Ömer bin Abdülaziz’i övmüştür.
Kerbelâ Vak’ası’ndan başka, Emevîler’in yayılma-hükmetme siyasetine hizmet eden Haccac, Mühelleb, Kuteybe ve diğer komutanların korkunç kıyımları, İslâm tarihinin unutulmaz facialarıdır.
Emevî saltanatının yıkılışından on yıl kadar sonra, Mervanîlerden Abdurrahman 756’da Endülüs’e giderek yeni bir Emevî Devleti kurar. Bu soyun sekizincisi olan Nasır-billah III. Abdurrahman, 10. yüzyıl başında Abbasî halifesi Muktedir-billah’ın düştüğü zaafı gerekçe göstererek halifeliğini ilan etmiş, sonraki Endülüs melikleri 1031’e kadar yaklaşık yüzyıl boyunca halifelik unvanı da almışlardır.
Yine o yıllarda Mısır’da ve Mağrip ülkesi denen Kuzey Afrika’da da Fatimîler denen Şiî-Alevî bir halifelik daha kurulmuştu. Fatimî halifelerinin uçuk-kaçık tipleri arasında Peygamber’e söven, Tanrılığını ilan eden, cinsel sapık ve ayyaşlar vardır. Sünnî ulema, bunları dinsizlikle suçlamıştır. Hasan Sabbah, Fatimî öğretisinden esinle Ortaçağ’ın en korkunç terör örgütünü kurmuştur.
N.S. – 750’den 1258’e kadar beş yüzyıldan fazla hükümranlıkları olan Abbasoğulları’nın atası, Haşimî kabilesine mensup ve sahabeden, Peygamber’in amcası Abbas’tı. Halifeliği kuransa bunun dördüncü kuşaktan torunu Abdullah’tır. Bu kimlik, dönemin güçlü komutanlarından Emevî karşıtı Horasanlı Ebu Müslim’in ordu gücüne dayanarak Halife-i Resulullah makamını elde etmiştir. Bu ilk Abbasî halifesine, zulmünün aşırılığından “Seffah” (kan dökücü) denilmiştir.
Abbasîler de daha başlangıçta Emevîler gibi hanedan düzeni kurdular. Ardılı Mansur cimriliğiyle ünlüymüş. Kendisini halifelikten alaşağı etmek isteyen İmam-ı Azam’ı hapsetmiş, hatta zehirletmiş. Bağdat’ın kurucusu bu Mansur’dur. Sonraki Mehdî, Hâdî, Harun Reşid, baba-oğul-torun üçlüsü, Emin, Me’mun, Mutasım da Harun Reşid’in oğulları halifelerdir. Bunlar, Abbasîlerin parlak döneminin temsilcileri sayılır. Başta Hanefîlik, Sünnî- Şiî mezheplerin doğuşu, Horasanlı Bermekoğulllarının başarılı vezirlikleri, sonra bütün bireylerinin katledilmesi bunların zamanındadır. Arap ve İslâm edebiyatının klasiklerinden Binbir Gece Hikâyeleri’nin büyük ölçüde Harun Reşid döneminde tedvin edildiği sanılır.
Halife Mu’tasım, İslâm dini açısından tehlikeli ve zor bir çıkış yaparak “Kur’an yaratıktır” (Tanrı sözü değildir) savında direnmiştir. Bu sav, kaderi inkâr eden Mutezile mezhebinin (kul yaptıklarının yaratıcısıdır) doğmasına neden olmuştur.
İslâm imparatorluğu için Muaviye’nin, Abdülmelik’in ve Hişam’ın başarabildiği devlet örgütlenmesi ve yönetimi, Abbasîlerin ilk yetmiş yılında (750-820) Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya kadar yayıldı. Hint’te, Sind’de, Rum’da (Anadolu) yeni sınırlar çizildi. Harun Reşid, artık Doğu Roma’dan daha güçlü bir imparatorluğu temsil ediyordu. Ordusunda Türk komutanlar, bürokraside Fars (İran) ve Horasan aydınları öndeydi. Grek ve Lâtin bilim eserlerinin ve kültür mirasının Arap kentlerine taşınması da bu dönemde başlamıştır.
Sonraki 30 halifenin çoğunun hem kimlik hem kişilik sorunları yüzünden, 10. yüzyılda, özellikle de Şiî Büveyhilerin sonra Selçuklu sultanlarının Bağdat’a egemen olmaları sonucu, halifelik parıltısı giderek sönmeye yüz tuttu. Zaten yetersiz halifeler, hanedan içi kavgalaşmalarla dinî ve siyasi otoritelerini yitirir oldular. Toplumsal sorunlar arttı ve anarşi başladı. Bu süreçte tarih, içki meclislerinde zaman geçiren, ordunun ayaklanmasına neden olan, alaşağı edilen halifelerin hüsran öykülerini yazmıştır.
Haremine her biriyle ilişkide bulunduğu üç bin cariye dolduran halife de, gözlerine mil çekilip sokağa bırakıldığından dilenen, türlü hileler kuran halifeler de vardır. Bu dönemde, Abbas oğullarından halife olanlar, Ahmed, Cafer, Muhammed, Ali, Abdullah… öz adlarını bırakarak, Mütevekkil-alallah, Mustansir-billah, Müsta’in-billah… gibi halifelik unvanları almayı gelenekleştirmişlerdir ama, bu Arapça adların iddialı anlamlarına uydukları söylenemez.
1258’de Irak’ı işgal eden Hülagû, Abbasoğullarının bütün bireylerini, son halife Musta’sım’ın veziri Alkami’nin organize ettiği bir şölen kandırmacasıyla kılıçtan geçirttikten sonra, bu son halifeyi de Nasirüddin Tusî’nin önermesi üzerine bir sığır derisine sardırıp süvari tümenlerinin önüne attırarak toz duman ettirmişti.
Ortada bir yazgı örtüşmesi var. Abbasî halifeliğinin kuruluşunda ilk halife Seffah nasıl ki Emevî hanedanı bireylerini bir şölene çağırıp kılıçtan geçirttikten sonra üstlerine sofra kurdurmuşsa, kapanışta da bu kez aşağı yukarı benzer bir mizanseni Moğol sultanı Hülagû Abbasoğullarına uyguladı. O katliamdan her nasılsa kurtulan Halife Müsterşid’in torunlarından Ebül Abbas Ahmed, Mısır’a kaçırılmış, sığındığı Memlûk sultanı Baybars tarafından 1261’de Mustansir unvanı verilerek halife ilan edildiğinden, bu koldan inenler 1517’ye kadar Kahire’de sözde halifelik etmişlerdir. Müstemsik oğlu III. Mütevekkil, Mısır Abbasi halifelerinin sonuncusudur. Yavuz’un Mısır’ı zaptettikten sonra İstanbul’a gönderdiği ve halifeliği devraldığı ileri sürülen halife de budur.
Halifelik Osmanlılara nasıl geçti? Anlatılan, aktarılan tarihin ne kadarı doğru, ne kadarı sonradan oluşturuldu?
N.S. – Halifeliğin Osmanoğullarına nasıl geçtiğine dair kesin bir bilgim yok diyeyim, varsın cahilliğime verilsin! Bilgim var diyebilmem için, bu geçişi anlatan ve o tarihte yazılmış güvenilir kaynaklar olmalıdır. Şu önümdeki yazma kitap Hüseyin Hezarfen’in Tenkihü’t-tevarih’idir. Yavuz Selim’e 4 yaprak (8 sayfa) ayırmış. Ne Mütevekkil’in İstanbul’a gelişine, ne halifeliğin devrine dair tek sözcük yok! Padişahların yaşam öykülerine çalışırken bu konuya değinen bir kaynak bulamadım; Yavuz’un ve diğer padişahların fermanlarında sıralanan elkap arasında gerçi “halife”li terkipler de vardır: Halife-i âfâk, vâris-i hilâfet, Halifetullah, halife-i rûy-i zemin, halife-i arz, hatta Halife-i Resulullah… bunlar padişahların gerçek halifeliklerini değil, “Zıllullah-i fi’l-âlem” (Allahın yeryüzündeki gölgesi) gibi manevi nitelemelerdir. Yavuz daha Mısır seferine çıkmadan önce Kırım Hanı, mektuplarında İstanbul için Dârü’l-hilâfe, Yavuz’a da Cenâb-ı Hilâfet-kibâb tanımında bulunmuş. Şimdi bunlara bakıp “Kırım Hanı, İstanbul’u, Yavuz’un Mısır seferinden önce hilafet merkezi, Yavuz’u da halife yapmıştı” mı diyelim?
Halifelik, İslâm devletlerinin hükümdarları için zorunlu veya gerekli bir unvan veya statü değildi. Dahası, İslâm devletlerinin hükümdarları, örneğin Selçuklu Sultanları, hükümdarlıklarının meşruiyeti için Abbasî halifelerinden menşur getirtirler, halifenin ortağı, dinin ve dünyanın kılıcı… gibi Arapça unvanlar alırlardı. Yani halifelerin, bütün İslâm padişahlarının üstünde onursal bir konumları vardı. Halifeliğin Osmanlı hanedanına geçişi koşullar açısından mümkün de değildi
Bir soru şudur: Acaba halifelik, Abbasîler’in Mısır kolundan Osmanlılara geçti mi?.. Bunu kendi tarihlerimizdeki yakıştırma mizansenlere dayandırmak yerine, örneğin Arap ve Mısır tarihlerine bakarak soruşturmalı. Veya Osmanlı hanedanına bu kadar kolay geçebildi ise neden önceki Müslüman toplumlu hanedanlar, örneğin Memlûk sultanlarından biri, 13. yüzyıldan 16. yüzyıla gelesiye neden Kahire’deki sözde halifelerden bu görevi devralmamıştı? Veya İran’da Hz. Ali soylu imamlar, neden halife olalım dememişlerdi?
Her aydının okuyup yararlanacağı en güvenilir Osmanlı kaynağı, merhum Uzunçarşılı’nın eseri Osmanlı Tarihi’dir. Bu kitaptaki cümle şudur: “Mısır’ı alan Yavuz, Kahire’de oturan Halife Mütevekkil-alallah’ın yerine babası Müstemsik-billâh’ı vekâleten halife ilan ettirmiş, Mütevekkil’i de İstanbul’a göndermişti”. Bu ne demek oluyor? Asıl halife Mütevekkil, önceki halife yaşlı babası Müstemsik’i vekil atayıp ola ki “Kutsal Emanetler”in muhafızı olarak İstanbul’a gönderilmiş veya babası Mısır’da vekil, kendisi İstanbul’da halife olsun istenmiş. Buna dair bir açıklık yok. Ayasofya’da düzenlenen bir törenle halifeliği Yavuz’a devrettiği sonradan uydurulmuştur. İstanbul’a gelen Mütevekkil, emanetler nelerse bazılarını gasbetmiş, o devrin İstanbul yosmalarıyla sefihane yaşamaya başlamış. Birlikte gelen amcazâdeleri bu durumu Divan’a şikayet etmişler. Mütevekkil Yedikule’de hapsedildikten sonra Mısır’a gönderilmiş. Uzunçarşılı bu bilgileri yanlış hatırlamıyorsam İbn İyas’tan verir.
Kısacası hilâfetin devri sonraki bir uydurmadır ve mümkün de değildir. Çünkü Yavuz, Arap ve Haşimî değildi.
Bu Mülkün Sultanları kitabımda şöyle yazmıştım: “Çok sonraki yıllarda Ayasofya’daki dinî bir törenle Yavuz’un Abbasi halifesi Mütevekkil’den halifelik sanını devraldığı, Mütevekkil’in minbere çıkıp Selim’i İslâm halifesi ilan ettiği, sırtındaki halifelik hil’atını da çıkarıp Selime giydirdiği ya da Eyüp Sultan Camiinde padişaha halifelik kılıcını kuşattığı, Mütevekkil’in İstanbul’da bir takım uygunsuz davranışlarda bulunduğundan Yedikule’de tutuklandığı, Kahire’ye gitmesine izin verildiği yahut ölümüne değin halifelik sanını koruduğu vb. rivayetler ortaya atılmıştır.
Ancak Selim’i “Cenâb-ı saltanat- meâb-ıhılâfet-âyât, “Hüdâvendigâr-ı hallede-hılâfetehu”, “Halife-i âfak”, “müceddid-sıfat-ı hulefâ’yı selef”,”Vâris-i hilâfet”, “Halifetullah” ve “Halife-i Resulullah”, “halife-i Rûy-i zemin”, “Halife-i Arz” gibi sanlarla tanıtan belgeler vardır. Bunlar, onun Mütevekkil’den halifeliği devralalmasıyla ilgili değildir”.
Halifeliğin tarihini, tarihsel misyonunu merak edenlerin başvuracağı önemli kaynaklar vardır. Bize göre bunların en önemlisi, halifeliğin kaldırılması görüşmelerinde TBMM’de uzun bir konuşma yapan Adliye Vekili İslâm bilgini olan Seyyid Bey’in açıklamalarıdır.
Osmanoğullarının hac ve halifelik açmazları ilginçtir. Padişahların hacca gitmemesine şeyhülislamın fetva verdiği övgüyle yinelenir de, eğer gerçek halifelerse neden hac kafilelerinin başında Abbasî halifeleri gibi hacca gitmedikleri konuşulmaz. Arap toplumları halife tanımadığı Osmanlı padişahlarına kerhen bağlılık göstermiş, fırsat buldukça da isyan etmişlerdir.
Osmanlı dönemindeki halifelik Arap dünyasındakilerden hangi alanlarda farklılık gösterdi? Osmanlı halifeleri bu makamı nasıl gördüler ve yaşadılar?
N.S. – Halifelik, dediğim gibi padişahlık için gerekli bir unvan-sıfat değildi. Bunun bir denemesi Memlûkler döneminde Mısır’da yaşanmıştı. Abbasî soylu sembolik halifeler Memlûk sultanlarının himayesinde 1250’lerden 1517’ye kadar münzevi yaşadılar. Bir kez de son Osmanlı Halifesi Abdülmecid Efendi, İstanbul’da bir buçuk yıl sembolik halifelik yaptı. Her Cuma o camiden ötekine namaza gitti. Tuhaf görüntülerle, sözde ecdadı gibi selamlık alaylarına çıktı; bazen otomobille bazen at binerek hatta sarıklı sorguçlu kıyafetler giydi. Bir seferinde otomobille köprüden geçerken İngiliz polisi otomobilini durdurdu, bekletti ve Halife-i Müslimin’e ceza kesti!
Osmanlı padişahlarının halifeliği her açıdan Arap dünyasındaki halifelikten farklı olmuştur. Padişahlar Arap değildi, Arapça da bilmiyorlardı. Esasen bu iki noksan yeter. Fıkıh ve akaid bilgileri de halife sıfatı taşımalarına yetecek düzeyde değildi. Başka bir tezat, padişahlar, Hz. Peygamber’in yasakladığı cülus merasimiyle tahta otururlardı ve bu merasimde padişaha biat edilirdi. Halife ilan etmek için bir Arap şurasının kararı gerekiyordu herhalde. Cülus fermanlarında “Taht-ı Osmaniye cülus ettim” cümlesi vardır. Halifelikle ilgili olduğu varsayılan tören, Eyüp Sultan Türbesi’ndeki kılıç kuşanma merasimiydi.
Osmanlı padişahının İslâm halifesi de olduğunun resmen tescili, 1774 Rusya yenilgisi üzerine imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan (1774) beş yıl sonra 1779 Aynalıkavak Tenkihnamesinde’dir. İlk kez bu metinde I. Abdülhamid’in “halife” sanıyla anılmasına Rus delegeler imza koymuşlardır.
Halifeliğin diplomatik resmiyet kazandığı 18. yüzyıl sonlarına gelesiye, diyelim ki padişahlar İslam âleminin halifesi sanını ve şanını da taşıyorlardı… Şimşirlik ve kafes tutukluluğundan tahta çıkan padişahlarına, Ramazan ayı içinde “Huzur Dersi” adı altında ilmihal ve akaid dersleri veriliyordu. Müderrisler saraya gelir, birkaçı mukarrir (ders verenler) diğerleri de muhatap konumunda soru-cevap tekniğiyle ders yaparlar, padişah, şehzadeler, kafes arkasında da harem kadınları bu izleme derslerde ibadet kurallarının inceliklerini dinlerlerdi. Herhalde hiçbiri “ben halifeyim” diyecek donanımda değildi. Ancak padişahlar için de diğer Müslüman hükümdarlar gibi İslâmî unvan ve lakaplar taşıyorlardı. “Allahın yeryüzündeki gölgesi”, “Allahın yeryüzündeki halifesi” gibi.
Gerek Emevî- Abbasî gerekse Osmanlı dönemlerinde padişah-sultan kimliğinin yanısıra “halife” kimliğiyle öne çıkanlar kimlerdi?
N.S. – İlk akla gelen şahsiyetlerle bir sıralama yaparsak: Emevîlerden Muaviye, Abdülmelik, Velid, başarılı bir devlet örgütleyicisi olan Hişam; annesi tarafında Hz. Ömer’in torunu olan Ömer bin Abdülaziz. Harunreşid dönemi (783- 805) özellikle sanatta, bilimde, edebiyatta, gönençte Abbasîlerin doruğu kabul edilir. Her iki yapıda da fetih ve istila görevlerini Ortaasyalı sipehsalarlar sürdürürken, devlet örgütünde, bürokraside eğitim-öğretimde, hekimlikte, mimarlıkta da yine Arap olmayanlar, çoklukla da İranlı, Azerbeycanlı, Anadolulu aydınlar, devlet adamları görev alıyorlardı. 11. yüzyılda siyasi gücünü yitiren Abbasî halifeleri, Büveyhilerin, Selçuklu sultanlarının, en son İlhanlı Devleti’nin himayesi veya baskısı altında silikleşmişlerdi.
Osmanlı hanedanında halifeliği ile öne çıktığı söylenebilecek birkaç padişah adı verilebilir: Yavuz Sultan Selim, güvenilir kaynaklarca doğrulanmasa da, halifeliği Mısır Abbasî halifeliğinden devralan padişah sayılır. Bunun babası II. Bayezid ve büyükbabası Fatih Sultan Mehmed, oğlu Sultan Süleyman da İslâmi kanun ve kuralları bilen inceleyen, kanunnâmeler yazan padişahlar olarak halifelik kimliğine yakın görünürler. II. Abdülhamid ise Asya, Avrupa, Afrika kıtalarındaki Osmanlı ülkesi dışında da, Rusya’da, Asya’da, Hindistan’da on milyonlarla ifade edilen bir Müslüman tebaanın halifesi kimliğiyle evrensel bir siyaset gütmüştür. Bunun tipik ve somut bir projesi Hicaz Demiryolu girişimidir. Buna karşılık son padişah VI. Vahideddin’in 1922’de Türkiye’den ayrıldıktan sonra Hicaz Meliki Haşimî soylu Şerif Hüseyin’in çağrısı üzerine Mekke’ye giderek halife-i Müslimin sanıyla “Âlem-i İslâm’a” hitaben yayınladığı beyannamenin de hiçbir etkisi olmamıştır.
Nihayet bir de saltanattan yoksun son halifemiz var: Ankara’da BMM tarafından seçilen Abdülmecid Efendi. Türkiye’den çıkarıldıktan sonraki başvurularından hiçbir sonuç alamamış. Yaşamını Fransa’da tamamlayan Abdülmecid Efendi, daha çok ressamlığıyla tanınmıştır. Batılı entelektüel anlayışta bir zattı.
Halifeliğin bugün siyasetteki algısını ve yerini nasıl görüyorsunuz? Bu algılar tarihî gerçeklerle ne ölçüde bağlantılı?
N.S. – Son padişah Vahideddin’in (öl. 1926), son halife Abdülmecid’in (öl. 1944) çabalarının Türkiye’de ve İslâm âleminde karşılık bulamaması gösteriyor ki, 632’de Hz. Ebubekir’le başlayan ve 1924’e kadar 1292 yıl süren halifelik, zamansal ve işlevsel olarak doğal kapanışını yapmıştır.
Bugün marjinal çıkışlar dışında, halifelik özleminin gündemde olduğu bir Müslüman topluluktan söz edilemez. Asya ve Afrika’da nüfus çoğunlukları Müslüman olan ve şeriat kurallarını önemseyen devletlerde bile halifelik özlemi veya girişimi yok.
Bizdeki halifelik serüveninin başında ve sonunda iki “sürgün” vak’ası yaşanması da tuhaf bir rastlantıdır. Halifeliğin Mısır’da sona erişi ile bizdeki kapanışına bakarsak, 1517’deki uydurma “devir” ile dört asır sonra 1922-1924 arasındaki gülünç oldubittiler, Mütevekkil’in ve Abdülmecid’in sürgünlerine bağlanır. Osmanlı ve Cumhuriyet tarihlerine sonradan yüklenmiş gariplikleri ciddiye alan araştırmacılar da az değildir.