Kasım
sayımız çıktı

Hayatın ritmini değiştirirdi

İSTANBUL'DA VE SARAYDA RAMAZAN

Ramazan’ın gelişiyle diğer Osmanlı şehirleri gibi İstanbul’da da gündelik hayat neredeyse tamamen değişir, gıda maddeleri konusunda sıkıntı yaşanmaması için çaba gösteren devlet de denetimleri artırırdı.

Osmanlılar döneminde İstanbul’a Ramazan geldiğinde hayatın akışı yavaşlardı. Sokaklar sabahları tenhalaşır, geceleri ise eğlence erbabıyla dolup taşardı. Sahura kadar olan zamanı hoş geçirmek için teravih namazını kılanlar, Ramazan şerefine süslenmiş olan kıraathanelere, gazinolara, tiyatrolara yönelir, Fatih, Beyazıt gibi cami avlularında kurulan sergileri gezerdi.

Devletin de yerine getirmesi gereken, Ramazanın ne zaman başlayacağını tespit etmek, çarşı pazarda fiyat denetimini ve özellikle gıda maddelerinin kaliteli ve yeterli olmasını sağlamak gibi bazı görevleri vardı. Bir devlet geleneği olarak Sadrazamın devlet görevlileri ile din adamlarına iftar yemeği vermesi başlıbaşına bir merasim ve protokole tabi idi. 

Hayatın ritmini değiştirirdi
Padişahın el yazısı III. Selim’in Ramazanda tebdil-i kıyafetle çarşıyı teftişe çıktığı bir gün ekmek bulamayan halkın şikâyetlerine şahit olunca Sadrazama bunun çaresine bakılması için verdiği emir. 1800 tarihli yazı III. Selim’in el yazısıdır (solda). Yine III. Selim’in 1790 yılı Ramazanında Sadrazam Hasan Paşa’nın davetli listesini onayladığını Sadrazamın yazısının üstüne kendi el yazısıyla “Resme riayet oluna” (Törene uyulsun) 

Hicri takvimdeki Ramazan ayının başlangıç gününün tespitine özel bir önem verilirdi. Hicri takvimde aylar hilalin görünmesiyle başlar yine hilalin görünmesiyle biterdi. Şaban ayının son gecesi Ramazan ayı hilalinin görünmesi gerekirdi. Oruca başlamak için bu çok mühimdi. Hava açıksa sorun yoktu. Hilal İstanbul’daki yüksek kule ve tepelerde gözlenir, hilali görenler bir şahitle beraber kadıya giderek hilali gördüklerini söylerler, karşılığında para ile ödüllendirilirlerdi.

Ancak hava bulutluysa hilal görülemezdi. Bu durumda Şaban ayının başladığı günden itibaren 30 gün sayılır ve Ramazan ayı başlatılırdı. Hilalin gözetlenmesi, hilal göründüğünde ertesi günün Ramazan olduğunun ilanı, hilal görünmezse Şaban ayının otuza tamamlanması gibi kararlar İstanbul Kadısının göreviydi. Kadı durumu padişaha arz eder, padişahın onayıyla cami ve mescitlerde kandil yakılarak halka ilan edilirdi. İftar ve sahur zamanlarını haber vermek üzere top atılması da adettendi. Önceleri Boğaziçi’nde ezanın duyulmadığı yerlerdeki Müslümanların orucu erken açıp, sahuru geçe bırakmalarının önüne geçmek için Rumeli ve Anadolu Hisarları ile diğer Boğaz kalelerinden top atılırdı. Sonraları şehir surlarının dışında bulunan köy ve çiftliklerdekiler için de Yedikule’den top atılmasına başlanmıştır.

Hayatın ritmini değiştirirdi
Sarayda iftar Ramazan ayının üçüncü veya dördüncü gününden itibaren sarayda, rical ve ulemâ konaklarında, şenlik, düğün ve merasimlerdeki ziyafetleri andıran iftar davetleri gelenekti.

Gıda maddelerinin yeterli miktarda bulunması için tedbirler önceden alınırdı. Un, et, mısır, pirinç, kahve, şeker, yağ, bal, tuz, nohut, fasulye, soğan gibi temel gıda maddelerinin fiyatları da belirlenip fırsatçılığın önüne geçilirdi. Ekmek en çok dikkat edilen yiyecek maddesiydi. Ramazanda fırınların çıkaracağı ekmek numûnesi padişaha arzedilir, padişah da numûneye göre ekmek çıkarılmasını, aksine hareket edenlerin cezalandırılmasını emrederdi.

Hayatın ritmini değiştirirdi
Bayram sevinci İstanbullu Müslüman ahali, 30 günlük orucun ardından bayram eğlenceleri için bayram yerlerine akın ederdi. 16. yüzyılda Tavuk Pazarı’nda kurulan bayram yeri çiziminin geri planında Çemberlitaş, Atik Ali Camii ve Elçi Hanı’nın bir bölümü görülüyor.

Sultan III. Selim, 1800 yılı Ramazanında tebdil-i kıyafetle çarşıyı teftişe çıktığı bir gün fırın önünde ekmek bulamayan halkın şikâyetlerine şahit olunca Sadrazama bunun çaresine bakılmasını kendi el yazısıyla emretmişti:

“Benim Vezirim Bugün tebdilen geçerken Divanyolu’nda fırın önünde kalabalık gördüm. Herifin biri dahi ‘yiyecek ekmek bulamıyoruz’ deyu feryad eyledi. Alimallah mükedder oldum. Şunun bir çaresine bakasın. Zira Ramazan-ı Şerifte ibadullah zahmet çekmek lâyık değildir. Rezzak-ı Âlem olan Allah inayet eylesin çaresi ne ise, ziyade işletmek mi olur hasılı dikkat edesin.”

Padişahlar Ramazanda ahalinin tüketeceği gıda maddeleriyle olduğu kadar sarayda yenilip içilenlerle de ilgilenirlerdi.

Sultan İbrahim’in 1647’de saraydaki yemeklerle ilgili bir emri şöyledir:

“Ramazandır deyü mumbardan gayri bir şey ziyade tutmayun. Gerek bana ve gerek gayrilere yalnız mumbar taam çok. Allah’a hamd olsun sahurda halayıklara geçen sene gibi kebab, yahni, pilav, paluze yeter”.

Sadrazam, Ramazanın üç veya dördüncü gününden itibaren her akşam şeyhülislam, ulemâ, din adamları ile kazaskerler ve kadılar başta olmak üzere İstanbul’daki devlet ricaline iftar verirdi. Davetli listesi bir defter halinde düzenlenerek hangi gün kimlerin iftara çağrılacağı yazılırdı. Bu defter padişaha arz edilir onaylandıktan sonra resmi iftar merasimi uygulanırdı. Bu iftar davetleri 27. gün sona ererdi. 27. gün yani Kadir gecesi Sadrazam adet olduğu üzere yaklaşan bayramı tebrik için Şeyhülislam’a giderdi.

Taşrada eski yaz Ramazanları

Kutsal ayın getirdiği manevi iklim de, bu aya has gelenek ve adetler de 1940’lı yılların Anadolu kentlerinde hâlâ yaşıyordu.

NECDET SAKAOĞLU

İnancı güçlendirme, aklama havasında yaşanan “mübarek ay”, yakın geçmişte gün açlığına, gece oburluğuna koşut, iftar davetleri, cami gezmeleri daha çok abdest namaz, ikindi vaazları, mezar ziyaretleri, teravihten sonra sahur vaktine kadar kahvehane söyleşileri, yoksulları sevindirme, bayram hazırlıkları ile gelip geçerdi. Ramazan, bir başka iklime girmek, dindarlık tövbekârlık ikram ve iyilik ayıydı. Yaz Ramazanında meyve sebze bol, 17 saate ulaşan oruç süresince açlığa susuzluğa sıcağa dayanmaksa zordu. Orak zamanı Ramazanlarında rençberlerin işi daha da zordu.

Çocuklara tutturulan sahurdan kaba kuşluğa kadarki “tekne orucu”na Türkçe bir anlam aramamalı. Eski ulemâ, küçük yaşta oruca alıştırmayı bir İslâmi kimlik kazandırma fırsatı sayarak çocuklar için “tenkiye orucu” önermişler. Arapça “künyelemek- kimliklemek” anlamındaki tenkiye zamanla tekne olmuş.

Eski Ramazanların çocuklara düşen yegâne etkinliği başta, ortada ve arife günü tekne ya da tam oruç tutmak değildi elbette. Anadolu kasabalarına henüz elektrik ve buzdolabı gelmediğinden, köylüler de doruklardaki karlıklardan hayvan sırtında çullara sarılmış buzlanmış kar kalıpları getirmiyorsa çocukların testilerle dere içlerindeki kaynarca gözelerine ikindi sonrası su soğutmaya gitmeleri eğlenceli olurdu. İncecik bir derenin yamacında kekik reyhan ve eşek nanesi teneffüs ederek yıkık kaleye, ondan daha harap kiliseye bakıp davul zurna dinlemek, iftar sofrası için gözede su soğutmak, çocuklara özel bir ramazan ibadeti ve aile göreviydi. Cuma, kandil ve arefe ikindilerinde çocukların kabristan ziyaretlerine koşmalarının bir nedeni, mantar tabancaları patlatmaktı ama babalar büyükbabalar, yeni kuşaklara “kim kimdi?” aile tarihi derslerini de o ziyaretlerde taşların yazılarını okuyup açıklayarak verirlerdi. Kentin sözlü tarihi ise, teravihten sonra uyku kaçırtan demli çayların içildiği keyif kahvelerinde birer kıssahan olan yaşlılardan dinlenirdi.

Hayatın ritmini değiştirirdi
Geleneksel ve dinsel atmosfer Anadolu’nun kültür birikimleriyle önde gelen Amasya, Tokat gibi kentlerinde Ramazan, dinsel, geleneksel atmosfere bürünür, camiler dolup taşar, bağlardaki iftar ziyafetleri bayrama kadar sürerdi.

İkindi sonrası ve sahur öncesi iki kez, davul zurna ekibinin kale ya da hıdırlık yamacında fasıl geçmesi bir ramazan rengi, ev hanımlarına da iftar, sahur hazırlıklarına başlayın uyarısı idi. Çoğunca eski sultanlık beylik merkezlerindeki bu gelenek, yerel egemenlerin sarayları .nünde çalınan “nevbet/nöbet”ten (mehter konseri) Ramazana uyarlanmış bir mirastı.

Ramazanın belki en ilginç “komşuca ve kardeşçe yaşama” geleneği, 1940’ların yaz Ramazanlarında hâlâ yaşıyordu. Aynı mahallenin Türk-Müslüman aileleri, Ermeni-Gregoryen komşularını bir gün öncesinden iftara dâvet ederlerdi. Böylece onlar da gece sahura kalkar, günü âdeta “niyetli” geçirir; akşam komşuda iftar eder “Allah kabul etsin” derlerdi. Bayramda kurbanda paskalyada yortuda da inançlara saygının gerekleri aksatılmazdı. Annemle komşumuz Dikranuhi teyzenin, ziyaret ettikleri Divriği’deki Hüseyin Gazi yatırında, biri Kur’an’dan, diğeri İncil’den göz okuması yapıp dua ettiklerini çocuk algısıyla izlediğimi hatırlıyorum.

On bir ayın sultanı Ramazan, bugün artık dünkü renklerinden uzaklaşmış, geleneklerini yitirmiş, yaşama koşullarına uyum sağlamıştır. Bayramlar bile “Geçmiş bayramınız kutlu olsun” gibi garip bir mesajla “cepten” savuşturuluyor. Bayram ziyaretleri, bayram yemekleri, bayrama özel giyim kuşam… Hepsi arasta damına savrulmuş defolu pabuç! Bin yıllık kültürünü son yarı yüzyılda yitiren saltanat başkenti İstanbul’a gelince: Töresel geleneksel iflas ortamında Ramazan ve bayramı, adını bile semtine (Fatih) kurban vermiş olarak binlerce köyden göçüp gelen çoğunluğun taşıdığı köysümenlikte karşılıyor, uğurluyor.

Bir zamanlar zengin konaklarının taşlık ve sofalarında ailenin büyük hanımının organize ettiği, semt yoksullarına donatılan iftar ve bayram sofralarının yerini naylon iftar çadırları alalı acaba kaç yıl oldu? Çadır salapurluğu üzerine araştırmalar var mıdır? Plastik self servis tabaklarında, oruç tutanlarla sıra kapan tufeyli öğüncüleri doyurmak da “holding ve sanatçı hayırseverliği” reklamcılığına dönüşmüş bulunuyor.

Sultanahmet Meydanı’nı kokoreç, lahmacun dumanlarına boğan curcuna, Direklerarası’nın, Beyazıt sergilerinin izdüşümü olabilir mi? Edebiyat ve toplum tarihimizde Ramazan kültürüyle de başı çeken İstanbul’un bugün düştüğü haller hüzün verici; eski İstanbul Ramazanlarının çağrışımları zengindir ve çok yazılmıştır. “Mübarek ay”la payitaht İstanbul arasındaki resmi, dini, toplumsal örüntü birikiminin, eski Anadolu Ramazanlarına başlık açtırmaması ise telafisi olanaksız bir kültür kaybıdır. Sözgelişi Amasya, Tokat, Zile üçlüsünün yaz aylarına dolayısıyla bağ mevsimine rastlayan zengin Ramazan âdetlerini, Konya, Kayseri, Antep, Ankara, Beypazarı, Kütahya, Bursa Ramazanlarını yüzyıl önceki görüntüleriyle günümüze aktaran yazınsal görsel birikimlerden de yoksunuz!