Kasım
sayımız çıktı

İnsanın hastalıklarla ölüm kalım savaşı

On binlerce yıl önce yaşamış avcı-toplayıcı topluluklarından modern toplumlara insanın hastalıklarla sonu gelmeyen mücadelesi… Şamanlar ve büyücü hekimlerden modern doktorlara, berber cerrahlardan uzman operatörlere, ilkel ampütasyonlardan organ nakillerine tıp tarihinden ilginç notlar…

Bu yazı, Britanyalı tarihçi Roy Porter’ın Türkçesi Metis Yayınları’nın Bilim serisinden çıkan Kan Revan İçinde (çeviren: Gürol Koca) adlı kitabından derlenmiştir.

Salgın hastalıklar yer­leşik toplumla birlikte ortaya çıktı. Avcı-top­layıcı atalarımızın hayatları kısaydı ama hastalıklardan da muaftılar. Küçük ve dağı­nık gruplar halinde ve izole bir halde yaşayan avcı-topla­yıcılar bir yerde su kaynak­larını kirletecek veya hasta­lık yayan böcekleri cezbeden pislikleri biriktirecek kadar uzun süre kalmıyorlardı.

Ancak son buzul çağın­da av kaynaklarının ve av hayvanlarınca zengin geniş bakir toprak parçalarının azalmasıyla birlikte nüfus baskısı insanlığı toprağı iş­lemek zorunda bıraktı. Bu, yerleşik yaşama geçişin ve salgın hastalıkların başla­masına yol açmıştı. Önce­leri yalnızca hayvanlarda görülen patojenler insanla­ra geçti. Örneğin, Neolitik dönemde sığırlar insanlara tüberküloz ve çiçek, domuz­lar ve ördekler grip, atlar soğuk algınlığı bulaştırdı. Kızamık, sığır vebasının ve köpeklerde gençlik hastalı­ğının insana geçmesi sonu­cu ortaya çıktı.

17.yüzyıldan bir anatomi dersi Rembrandt’ın 1632 tarihli Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi tablosunda 17. yüzyılda Hollanda’nın ünlü cerrahlarından Tulp’un anatomi dersi ve dersi izleyen cerrahlar tasvir edilmiş.

Uygarlığın yayılması ve ticaretin gelişmesiyle bir­likte tüccarlar ve denizciler, hastalıklarla tanışmamış topraklara hastalıkları taşı­yarak yıkıcı salgınlar çağını başlattı. MS 540’ta Mısır’da baş gösteren veba iki yılda İstanbul’a yayılmış ve Doğu Akdeniz nüfusunun dörtte birini yok etmişti. 1300 yı­lına doğru Asya’da başlayan veba salgını Ortadoğu’dan batıya doğru ilerleyip Kuzey Afrika ve Avrupa’yı tarumar etti. 1346-1350 arası Avrupa nüfusunun dörtte biri olan 20 milyon insan bu salgın­da öldü.

İnsan sağlığıyla ilgi­li en dehşet verici olay Ko­lomb’un bugünkü Domi­nik Cumhuriyeti ve Hai­ti’ye ayak basışıyla başladı. 1493’deki salgın muhteme­len domuz gribiydi. 1518’de Karayipler’e ulaşan çiçek hastalığı kıtayı ölüme boğ­du. Bunları kızamık, grip, tifüs, sarı humma ve fren­gi salgınları izledi. Bu sal­gınlar sonucu milyonlarca Amerikalı yerli öldü, bazı yerleşim yerlerinde insan kalmadı.

Tarım devrimi gibi sana­yi devrimi de yepyeni has­talıklarla birlikte gelmişti. Madencilerde ve çömlekçi­lerde görülen akciğer hasta­lıkları, kente özgü raşitizm sanayi devriminin eşitsiz koşullarının sonucuydu. Bu dönemde zenginler de yeni hastalıklarla tanıştı. Zen­gin, yaşlanan uluslarda gö­rülen kanser, obezite, koro­ner kalp hastalığı, yüksek tansiyon, diyabet ve amfi­zem bunlardan bazılarıydı.

Çok yeme yanarsın İngiliz çizer George Cruikshank’in 1818 tarihli eserinde, gut hastalığına yakalanmış yemeğe düşkün bir adamın hissettiği ağrılar ayağını yakan bir iblis figürüyle tasvir ediliyor.

Hastanın yatağı başındaki bilgili ve güvenilir dost

Erken dönemlerdeki büyücü hekimlerden günümüz doktorlarına kadar, hastalara şifa dağıtanlar her toplumda saygı gören kişiler oldular. Ancak doktorların sıkı bir bilimsel eğitimden geçen, güvenilir, uzman kişilere dönüşmesi uzun zaman aldı.

Erken dönemlerde şifacı­lık, kahinlerin ve büyü­cü hekimlerin mesleği haline gelmişti, gökten yağan hastalıklarla savaşarak ve bun­lara çareler sunarak bu mesle­ği icra etmişlerdi. Bazıları 17 bin yaşında olan eski mağara resimlerinde hayvan başları­nı kafalarına geçirmiş ritüel danslar yapan insanlar tasvir edilir, bunlar hekimlerimizin en eski imgeleri olabilir. Daha karmaşık düzenli toplumların evrimiyle birlikte, bunları ota­cılar, ebeler, çıkıkçılar ve şifacı rahipler takip etti.

Bu kutsal pratikten ayrı­lan, esasen seküler ilk tıbbi uygulamalar, MÖ 5. yüzyılda Yunanca konuşulan coğrafya­da Hipokratçı hekimlerle bir­likte başladı. Geleneksel dinci şifacıları kınayan bu hekim­ler elitist bir meslek kimliği ideali geliştirdiler. Kendileri­ni kök toplayıcılardan, kahin ve benzeri kişilerden üstün gören, kara cahil ve şarlatan oldukları gerekçesiyle onla­rı reddeden, tanrılara aracılık ediyormuş gibi davranmayan Hipokratçı hekimler hastanın yatağının başındaki bilgili ve güvenilir dostu olacaktı.

Kan akıtarak iyileştirme Kan akıtmak, uzun yıllar boyunca doktorların tedavi için kullandığı bir yöntem oldu. Doktor ve kanını akıttığı hastanın resmedildiği gravürün tarihi 1804.

Roma İmparatorluğu’nda da tıp alanında Galen’in (MS 129-216) öncülük ettiği bir çok atılım yapılmıştı. Hıristi­yanlaştıktan sonra ise din ve tıp çakıştı, kaynaştı, zaman zaman da çatıştı. Karanlık çağ olarak adlandırılan bu çağda şifa, keşiş ve rahiplerin özel alanı haline geldi. Bu arada klasik tıbbın ateşi Hıristiyan Batı’dan çok daha geniş olan İslâm coğrafyasında, özellik­le günümüz Suriye, Irak, İran, Mısır ve İspanyasında canlı tutuluyordu. 12. yüzyıldan iti­baren üniversitelerin kurul­ması ve eğitime dayalı tıbbın İslam kaynaklarından yeniden çevrilmesiyle birlikte tıp İtal­ya’dan başlayarak Avrupa’da yeniden hayat bulmaya başla­dı. Ortaçağdan Rönesans’a ve sonrasına kadar ideal hekim uzun bir üniversite eğitimin­den geçip temel bilimlerde uz­manlaşan adamdı.

Tıbbi tedavinin temeli ilaç

Doktorlar hastaları tedavi için tıbbın erken dönemlerinden bugüne kadar ilaçlardan, ilaçlar için de öğütülen, demlenen, birbirine karıştırılan yapraklar, kökler ve kabuklardan destek aldı.

Eski Yunan’da Theoph­rastus (MÖ 4. yüzyıl) ve Dioscorides (MS 1. Yüzyıl) şifalı bitkiler ile saf­ran, yağlar, merhemler, çalı ve ağaçlar gibi aromatikleri kapsayan materyaller üzerine araştırmalar yapmıştı. Arap tıbbı bunlara yeni terkipler ekledi. El Kindî’nin (y. 800-870) tıbbi formülü Yunanlı­ların pek bilmediği, kâfur, çin tarçını, sinameki, hintcevi­zi ve muskat, demirhindi ve manna gibi İran, Hindistan ve Doğu’dan gelen ilaçlardan oluşmaktaydı.

Yeni Dünya’nın keşfi baş­ka yeni ilaçların ortaya çıkı­şını sağladı. Bunlar içinde en önemlilerinden biri sıtmaya karşı kullanılan, kininin temel maddesi kınakınaydı: Zaman zaman tesadüfen yeni ilaçlar da keşfediliyordu. Rahip Ed­mund Stone’un on sekizinci yüzyılda ateş düşürücü oldu­ğunu ilan ettiği söğüt kabuğu bunlardan biriydi ve aspirine giden yolda atılmış ilk adımdı.

19. yüzyılda ise tıbbi mad­delerle ilgili çalışmalar yavaş ve düzensiz şekilde labora­tuvar temelli farmakolojiye doğru bir dönüşüm geçirdi ve ilaçlar seri üretim ürünleri haline geldi.

Ancak asıl atılım 20. yüz­yılda oldu. 1960’lara gelindi­ğinde birçok etkili ilaç ortaya çıkmıştı: antibiyotikler, felç önleyici antihipertansifler, antikoagülanlar, antiaritmik­ler, antihistaminler, anti­depresanlar, antikonvülsan­lar, artritlere karşı kullanı­lan kortizon gibi stereoidler, bronkodilatatörler, ülser kür­leri, endokrin regülatörleri, kanserlere karşı kullanılan si­totoksik ilaçlar ve diğerleri…

Cıvayla frengi tedavisi 1709’da, cıvayla tedavi edilen frengi hastalarını gösteren çizim (solda). Halk arasında, yara temizlemek için küflü ekmek kullanımı gibi uygulamalar küfün antibakteriyel olduğunu düşündürüyordu ama antibakteriyel faaliyetlerle ilgili ilk kapsamlı gözlem 1877’de Pasteur tarafından gerçekleştirildi (üstte).

Son otuz-kırk yıla bakın­ca ise önceki nesillerin muci­ze ilaçlarına denk düşecek bir ilaç üretilemediğini görüyo­ruz. Yeni preparatların çoğu rakip ilaç firmalarının piyasa­dan pay almak için geliştirdiği, varolan ilaçların küçük deği­şiklikler yapılmış varyantları.

Thomas Eakins’in 1889 tarihli Agnew Clinic adlı tablosunda solda ameliyatı izleyen kişi, dönemin ünlü ABD’li cerrahlarından Dr.
Hayes Agnew. O dönemin bazı ameliyathanelerinde dışarıdan doktorlarla tıp öğrencilerinin ameliyatı seyretmesi mümkündü.

Ha berber, ha cerrah ikisi de ellerini kullanıyor!

Bugün kimilerinin ‘tıbbın süper starları’ olarak gördüğü cerrahlar, bir buçuk asır öncesine kadar doktordan sayılmıyor, kafalarını değil ellerini çalıştıran ve berberlerle benzer bir iş yapan zanaatkârlar olarak görülüyordu.

Cerrahi, uygarlık kadar eskidir. Kafatası kalın­tıları, trepanlamanın (yani kafatasında delik açma­nın) en azından MÖ 5000’den beri uygulandığını gösteriyor. Operatörler muhtemelen has­taları “iblisler”in çektirdiği azaptan kurtarmak amacıyla taş kesen aletlerle kafatasın­dan parçalar çıkarıyordu. Çı­kıkçılık da uygulamalar ara­sındaydı, MÖ ikinci bin yıla ait tıpla ilgili Mısır papirüs­lerinde ise apseler, küçük tü­mörler, kulak, göz dişlerle ilgili son derece sofistike cerrahi iş­lemler tarif edilir.

Hipokrat yemini hekimleri bıçakla yapılan işlemleri cer­rahlara bırakmaya yönlendiri­yordu. Bu durum cerrahların yeteneklerinin takdir edilme­sini sağlamakla birlikte tıpta cerrahinin daha alt seviyede, kafayla değil elle yapılan bir iş olarak görüldüğü kalıcı bir iş­bölümüne yol açmıştı.

Birçok cerrah sanatını or­duda öğreniyordu. Savaş alanı cerrahlığın okuluydu, Ortaça­ğın sonuna doğru barutun sa­vaşlarda kullanılması yaraları daha da kötüleştirmişti. Top gülleleri ve silah atışları kor­kunç yaralara sebep oluyordu, savaş alanında gerçekleştiri­len ampütasyon ve trepanas­yon çoğunlukla tek çareydi.

Kuzey Avrupa’da sivil cer­rahi, berberlik de yapan ope­ratörler tarafından gerçek­leştiriliyordu (iki iş için de aynı aletleri kullanıyorlardı). Esnaf loncalarına üye olan cerrahlar normalde akademik eğitim görmüyor, çıraklıkla başladıkları pratik bir eğitim­den geçiyordu. Toplum nez­ninde saygınlıkları pek yoktu. Gelgelelim cerrahi on seki­zinci yüzyıldan itibaren uzun ve kalıcı bir yükselme döne­mine girdi.

Cerrahi öncelikle Fran­sa’da meslek statüsü kazan­dı. Kendilerini berberlerden ayıran Fransız cerrahları, 1745’te İngiliz cerrahlar izle­di. Cerrahlık eğitiminin has­tanede verilmeye başlanması cerrahi ile anatomi arasında­ki bağı güçlendirdi. Cerrah­lar hekimlerle aynı statüde olduklarını kabul ettirmeye çalışıyordu.

19. yüzyılın ilk yarısında birçok yeni ameliyatın ya­pılmaya başlanması cerrah­lığın gelişimini hızlandırdı. Örneğin, 1840’larda anestezi ortaya çıkmadan önce, uzun süren ve büyük titizlik gerek­tiren ameliyatlar söz konusu değildi. Etkili anestezi kul­lanımı, anesteziden önce ta­hammül edilmez travmalara sebep olan vücut içi ameliyat­ları yapılabilir kıldı.

Ameliyat rehberleri 1670’lerde Avusturya’daki bir Fransisken manastırı için hazırlanan ameliyat rehberinde, gözyaşı kanalının nasıl ameliyat edileceği anlatılıyor (altta). Yine 17. yüzyılda berber cerrahlar için yaralı askerlerin nasıl tedavi edileceğini gösteren ilkyardım çizimi (üstte).

1881’de Koch, aletleri ısıta­rak sterilizasyon sağlama yön­temini keşfetti. John Hopkins Hastanesi’nden William S. Halsted da lastik eldiven kul­lanımını uygulamaya soktu. 1900’e gelindiğinde yerleri ta­laşla kaplı pis odalarda bıçak sallayan, üzeri kurumuş kanla kaplı önlüklü nahoş cerrah­lar güruhu görüntüsü ameli­yatlarda görünmez olmuştu. Maskeler, lastik eldivenler ve ameliyat önlükleri enfeksiyon riskini azalttı ve steril ortam zorunlu hale geldi.

19. yüzyılın sonlarından itibaren gelişmeye başlayan, vücudun içinin görüntülen­mesini ve taranmasını sağla­yan temel teknikler 20. yüzyıl­la birlikte cerrahinin gücü­ne güç kattı. Cerrahideki hızlı ilerleme özellikle savaşlar ve trafik kazalarıyla daha da hız kazandı. İnfilak gücü yüksek mermilerin kullanımı savaş yaralarını daha da korkunç hale getirmişti. Bu tür yara ve yanıkların sonuçlarından biri plastik ve rekonstrüktif cerra­hinin, özellikle yüz cerrahisi­nin ortaya çıkışı oldu.

20. yüzyılın ikinci yarısın­dan itibaren kesip alma cer­rahisi yerini onarma ve hatta değişim cerrahisine bırakmış­tı. İmplantlar bunun en güzel göstergesidir. Yapay bir apa­ratla yapılan ilk implantasyon 1959’da İsveç’te geliştirilen kalp piliyle gerçekleştirildi.

Ve tabii 1960’lardan iti­baren organ nakilleri büyük gelişim gösterdi. İlk böbrek nakli 1963’te gerçekleştirildi, ama bir naklin haber olması 1967’yi buldu. O yıl Christian Barnard, Güney Afrika’da kalp naklini uygulamıştı.

Uzun süre tıp alanında en ileri Avrupa ülkesi olan İtalya’nın Siena kentindeki Santa Maria della Scala Hastanesi’nde doktor ve hastaların tasvir edildiği 1441-1442 tarihli freskoyu yapan kişi Domenico di Bartolo.

Dinlenme tesislerinden iyileştirme merkezlerine

Bugünkünden çok farklı işlevler gören eski hastaneler, modern döneme kadar birer tedavi merkezinden ziyade kısmi tedavi, yiyecek, barınma ve nekahet döneminde dinlenme imkânı sağlayan düşkünlerevi gibiydi.

Klasik Yunanistan’da hastane yoktu. Hasta sağlık tapınağına gi­derdi ama seküler tıp bu tür tedavilere değer vermiyordu. İmparatorluk Roması’nda ba­zı hastane tesisleri vardı ama bunlar köleler ve askerler için kurulmuştu. Sivil hastaların tedavilerine yönelik hastane­ler Hıristiyanlık dönemiyle birlikte kurulmaya başlandı. 4. yüzyıl başlarında İmpara­tor Konstantin’in Hıristiyan olmasından sonra hastaneler dindar kurumlar olarak yay­gınlaştı. Ancak hasta ve düş­künleri barındırsalar da bu hastaneler daha çok düşkünle­revi gibiydi, insanlara barın­ma ve bakım imkanı sunuyor­du. Hastaneler zamanla hasta tedavi etme işleviyle ön plâna çıkacaktı.

İslâm coğrafyasında da dini hayırseverlik ile hastaneler ara­sında bağlantı vardı. 10. yüzyıl­da Kahire, Bağdat, Şam ve diğer Müslüman kentlerinde hayır amacıyla kurulmuş bu hastane­lerden bazıları daha sonra tıp eğitiminde kullanılacaktı.

13. yüzyıldan itibaren İtal­ya’da tıbbi ekipleri olan hasta­neler açılmaya başlamıştı. 15. yüzyılda yalnızca Floransa’da 33 hastane vardı ve 1.000 kişi­ye bir hastane düşüyordu.

Bu alanda gelişme göste­ren bir başka ülke olan İngil­tere’de 14. yüzyıl sonlarına doğru hastane sayısı yakla­şık 500’dü. Ancak Henry ve Edward’ın Reformasyonla­rı bu tür kurumların hepsinin kapanmasına yol açtı. Bunla­rın çok azı yeniden açılabildi. Öyle ki, 1700 yılına kadar bir­kaç hastanenin kaldığı Londra dışındaki hiçbir kentte hasta­ne olmayacaktı.

Fransa’da hastanelerin du­rumu İngiltere’dekinden iyiy­di. Paris’teki Hôtel Dieu, Fran­sız Devrimi’ne kadar dini tari­katların yönetiminde çalışmış devasa bir tedavi kurumuydu. Fransa genelinde de hastala­rın yanı sıra, yoksullar, dilen­ciler, öksüzler, serseriler ve fa­hişelerin barındırılıp kapatıl­dıkları kurumlar vardı.

Avrupa’da bunlar dışın­da salgın hastalıkları önle­mek için, karantina amacıyla kurulmuş ve farklı dönemler­de açılıp kapanmış hastaneler vardı. Bunların bazıları daha sonra akıl hastanesi olarak kullanılmıştır.

Görüldüğü gibi eski has­taneler bugünkünden çok farklıydı. İnsanlara tedavi, yiyecek, barınma ve nekahet döneminde dinlenme imkânı sağlasalar da hastaneler, çok ender istisnalar dışında ge­lişmiş tıp merkezleri değildi. Çoğunun verdiği tıbbi hizmet kazalar ve acil durumlar ile dinlenme ve tedaviye cevap verebilen rutin rahatsızlıklarla (bronşit ve bacak yaraları gibi) sınırlıydı. Enfeksiyon vakaları hastane dışı tutuluyordu. Çün­kü bu kişileri almanın bir fay­dası yoktu, tedavi edilemiyor­lardı ve hastalığın başkalarına bulaşacağına şüphe yoktu.

İki savaş iki hastane Modern hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale, Kırım Savaşı sırasında Üsküdar Selimiye Kışlası’nda kurulan hastanede (altta). I. Dünya Savaşı’nda Kudüs’teki Moskofiye Hastanesi’nde Türk doktorların sabah vizitesi (üstte).

19. yüzyılda fizik muaye­ne, patolojik anatomi ve ista­tistiklere dayanan yeni tıb­bi yaklaşımlarla kaydedilen gelişmelerle birlikte hastane hayırseverlik işlerinin, hasta bakımının yapıldığı, insanla­rın nekahet dönemini geçirdiği yerler olmaktan çıktı. 1880’ler­den itibaren gelişmiş antisep­tik ameliyatların gerçekleşti­rildiği donanımlı ve steril ame­liyathanelerin kurulmasıyla birlikte bir iyileştirme merke­zine, ciddi hastalığı olanların kurtarıcısına dönüştü.

20. yüzyıla gelindiğinde hastaneler tartışmasız bir şe­kilde tıbbın güç merkezine dö­nüşmüştü. Hastane temelli tıp eğitimi de artık kanıksanmıştı.

Yüzyılın ikinci yarısın­dan itibaren özellikle ABD’de bir hastane patlaması yaşan­dı. Artık hastaneler tıp elitinin kuvvet üssü olmakla birlikte kâr amaçlı kurumlardı. Bir­çok ABD hastanesi dev şir­ketlerle birleşti. Bir fast food zincirinin başkanı, Hospital Corporation of America’nın başkanlığına seçildikten son­ra “Hastanelerdeki büyüme potansiyeli sınırsız. Kentucky Fried Chicken’dan bile daha iyi” demişti!