19. yüzyılın sonlarında Osmanlı dünyasına Hakikatçiler/Hayalciler tartışmasını getiren yazar Beşir Fuad, 35 yaşında intihar etti. Son mektubunu bileklerinden akıttığı kanla yazan Fuad, ölümünü bir deney gibi kaydetti. Murat Gülsoy’un tarihî romanı Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’yi Fuad’ı tanımadan okumak olmaz.
HANDAN İNCİ
Ülkemizde “intihar” ve “aydın” kelimeleri yan yana geldiğinde, adı ilk hatırlanan kişidir Beşir Fuad. Ardından kendisinin, düşüncesini açığa vurmuş ilk materyalist olduğu söylenir ve tuhaf bir gayretle iki durum arasında bağlantı kurmaya çalışılır. Gerçi doğrudur: Beşir Fuad, hem materyalist hem de –bildiğimiz kadarıyla– bu topraklarda kendini öldürmeyi göze almış eli kalem tutan ilk kişidir. Her iki durumun 19. yüzyıl Osmanlı toplumunda yadırganacağını kestirmek güç değildir. Ama günümüzde bile Beşir Fuad biyografisinin magazinel bir yaklaşımla “intihar” ve “materyalizm” kelimelerine sıkıştırılmasına ne demeli? Beşir Fuad’a duyulan ilgi bugün de şaşkınlık yaratan intiharı, intihar sürecini anlattığı mektubu, çok genç yaşta ölümü gibi, hayatı eserin önüne geçiren mitleştirici dikkatlerden beslenir.
Oysa Beşir Fuad, daha önemli bir şeyi temsil eder. Onun asıl vurgulanması gereken niteliği, sistematik düşünme biçimi ve yöntemsel eleştiri üzerine çağdaşlarına verdiği ders olmalıdır.
Batı rasyonalizmini ve bilimsel düşünceyi benimsemiş olan Beşir Fuad, 19. yüzyıl Osmanlı matbuatına hakim olan ve giderek edebiyat tarihimizin karakteristiği haline gelen çatışmacı, duygusal ve gelişigüzel eleştiri anlayışına karşı ilk ciddi tepkiyi yöneltmiş, edebiyat ve düşünce dünyasını “akılcılık” ekseninde düzene sokmaya çalışmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, onun manifesto benzeri intihar mektubunu, “Tanzimat Fermanı kadar mühim” bulması boşuna değildir.
Beşir Fuad, 35 yıllık kısa ömrünün (1852-1887) son dört yılına sığdırdığı çalışmalarıyla düşünce ve edebiyat tarihimizde, etkisi zamanla görülen gerçek bir kırılma yarattı. Özellikle 1885 yılında yayımladığı ve ilk eleştirel biyografimiz niteliğinde olan Victor Hugo kitabıyla edebiyat tarihinde derin bir iz bıraktı. Bu kitap etrafında başlayan hayaliyun-hakikiyun (romantikler-realistler) tartışmasıyla Beşir Fuad, metni ve düşünceyi merkeze alan, kişisellikten uzak, nesnel eleştiri yöntemini benimsetmek istemişti.
Beşir Fuad, eleştirisinin temelini hayal ile hakikatin karşılaştırılması üzerine kuruyordu. Onun sözlüğünde “hayal,” abartılı benzetmelerle varlığın gerçekliğini bozan gerçek dışı Doğu şiirine, “hakikat” ise Batı’nın bilim ve felsefesine yön vermiş rasyonel düşünme tarzına karşılık geliyordu. Edebiyat eserlerini bu ölçüte göre değerlendiren Beşir Fuad, Osmanlı yazarlarını bilimsel düşünme biçiminin edebiyattaki karşılığı olan natüralizme çekmek istedi.
Beşir Fuad’ın Osmanlı edebiyatında yarattığı sarsıntıyı değerlendirmek için onu Namık Kemal’le birlikte ele almak gerekir. Çünkü Beşir Fuad’ın hedef tahtasına koyduğu yazar ve eleştirmen tipinin edebiyattaki en büyük temsilcisi, Osmanlı Hugosu olarak görülen Namık Kemal’di. “Şiir ve Hakikat” adını verdiği tartışmasını aslında sadece ona karşı yürütmüş, intihar etmeden önce kaleme aldığı son makalesini de Namık Kemal’e cevaben yazmıştı.
Tartışmanın sonucunu göremese bile Namık Kemal karşısında giderek öne geçen Beşir Fuad oldu. Onun hayalci edebiyat için yaptığı eleştirilerden etkilenen yazarların eserlerinde beliren “gerçekçilik” eğilimi intiharından sonra da kesilmeden sürdü. Bu etki, Beşir Fuad’ın yaşarken çatışıp durduğu Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası’yla birlikte “gerçekçi” bir yaklaşım benimsemesinden, Émile Zola’ya gösterdiği onca tepkinin ardından kendince natüralist roman (Müşahedat) yazmaya kalkışan Ahmet Midhat’a kadar çağın bütün yazarlarında gözlenebilir.
Peki, Beşir Fuad’ı çağdaşlarından ayıran ve başka yollara yönelten neydi? Ahmet Midhat’ın hayranlıkla sözünü ettiği zekası mı, aldığı eğitim mi? Şüphesiz ikisi de. Ama bu nitelikler, Osmanlı kültür hayatının bu mitolojik varlığını açıklamakta yetersiz kalır. Biyografisine biraz daha yakından bakalım.
Bilimsel düşünceye çağırdı
Pozitif bilimlere öncelik veren okullarda eğitim alan Fuad, Osmanlı yazarlarını bilimsel düşünme biçiminin edebiyattaki karşılığı olan natüralizme çekmek istedi
1852 yılında İstanbul’da hali vakti yerinde Gürcü kökenli bir ailede dünya gelir Beşir Fuad. 15 yaşlarındayken kaybedeceği babası Hurşit Paşa, bir süre Adana ve Maraş mutasarrıflığı da yapmış olan bir devlet adamıdır. İlk öğrenimine Fatih Rüşdiyesi’nde başlar. Daha sonra babasının görevi nedeniyle gittikleri Suriye’de misyonerlerin kurduğu Cizvit okuluna devam eder. Batı kültürünü birinci elden tanıdığı bu okulda Fransızca öğrenir. İstanbul’a döndüklerinde Askeri İdadi’ye girer ve 1873 yılında Mekteb-i Harbiye’den mezun olur. Bazı yorumculara göre Beşir Fuad, pozitif bilimlere öncelik veren bu okullarda aldığı eğitimin kurbanıdır. Kurban sıfatının göreceliği bir yana, bu okulların onun düşünce biçimini ve dünya görüşünü şekillendirdiği yadsınamaz.
Bir süre Sultan Abdülaziz’in yaverliğini yapan Beşir Fuad 1876-1878 yılları arasında Sırp ve Rus savaşlarına katılır. İsyanlar sırasında üç yıl kadar Girit’te kalır. Kendi çabasıyla Almanca ve İngilize öğrenir. Felsefe ve fen konularında ufak tefek çeviriler yaparak gazetelere göndermeye başlar. Giderek yazı hayatının cazibesine kapılır, askerlikten istifa eder ve kendini tamamen yazıya verir. Böylece, 1887’deki intiharına kadar topu topu üç-dört yıl sürecek kısa ama verimli çalışma dönemi başlar.
Orhan Okay, Beşir Fuad’ın hayatı ve eserleri üzerine kaleme aldığı değerli kaynak kitabında, onun 1883-1887 arasında 14 kitap ve 200’den fazla makale yayımladığını dile getirir. Aralarında tiyatro çevirileri, yabancı dil öğrenimi üzerine gramer kitapları ile Beşer adlı bir fizyoloji kitabı da olan bu külliyatın en ilgi çekici öğeleri Victor Hugo (1885) ile Voltaire (1886) adlı biyografi çalışmalarıdır. Bu kitaplarda ileri sürdüğü görüşler nedeniyle hayatının son iki yılını edebiyat, din ve felsefe konularında yoğun bir tartışma ortamında geçiren Beşir Fuad, aynı dönemde özel hayatında da bazı gerginlikler yaşamaktadır.
Çok kısa süren ilk evliliğini annesinin isteği üzerine halayığıyla yapan ve bu evlilikten bir oğlu dünyaya gelen Beşir Fuad, daha sonra saray doktoru Kadri Paşa’nın torunu Şaziye Hanım’la evlenir ve bu evlilikten de iki oğlu olur. İlginç bir şekilde aynı gün, Beşir Fuad’ın annesi de kayınpederi Salih Bey’le evlenmiştir. Önce en küçük oğlu olan Namık Kemal’i iki yaşında kaybetmesi, bir süre sonra da annesinin bir tür paranoya hastalığına tutulması (délire de persécution) ve neticesinde çıldırarak ölmesi, Beşir Fuad’ı çok sarsar. Bu hastalığın genetik olarak kendisine de geçeceğini düşündüğü için yaşadığı bunalımı, doktorların tavsiyesi üzerine içki ve gece hayatıyla gidermeye çalışır. Bu sırada tanıştığı ve birlikte yaşamaya başladığı Fransız aktristen de bir kızı dünyaya gelir. Eşi ve metresi arasında kalmanın yarattığı huzursuzluk sinirlerini daha da yıpratır. Tüm bunlara aynı günlerde kendisini giderek bunaltan edebiyat/felsefe tartışmalarının gerilimi de eklenince Beşir Fuad, bütün bunlara son vermek için 5 Şubat 1887 gecesi adeta bilimsel bir deney yapar gibi damarlarını keserek intihar eder, bir yandan da o anki hislerini kaleme alır. Soğukkanlılıkla planladığı intiharından önce Ahmet Midhat’a hitaben yazdığı uzun mektubunda, yukarıda sıraladığımız sıkıntılarını intihar nedeni olarak göstermekle birlikte bu nedenlerin başında annesi gibi delirmekten duyduğu korku olduğu düşünülür. Bedenini kadavra olarak tıbbiyeye bağışlasa da vasiyeti yerine getirilmemiş ve cenaze namazı kılınmadan Eyüp’te bugüne kadar tespit edilemeyen bir yere gömülmüştür.
MURAT GÜLSOY ANLATIYOR
‘Beşir Fuad takıntım romana dönüştü’
Onunla ilk tanıştığımda ortaokul sıralarında, kendini geliştirmek için ansiklopedi fasikülleri biriktiren bir çocuktum. Bunlardan birinde “ilk Türk materyalisti” olarak sunuluyordu. İşin ilginç yanı, hayatı ve eserleri değil ölümü anlatılıyordu. Çünkü, intiharını yazarak kayıt altına almaya çalışmış ve kendinden geçmeden önce yazdığı satırlarla geride kalanları dehşete düşürmüştü. Henüz 12-13 yaşında, hayatı kitaplardan öğrenmeye çalışan bir çocuk olarak intiharı ilk kez farklı bir gözle görüyordum. Doğayı, insanı ve tüm varoluşu en iyi ve en doğru şekilde açıklamanın yolunun bilim olduğunu düşünen biri için bu ürkütücü bir hikayeydi. Gerçi okuduğum ansiklopedide Beşir Fuad’ın bir ruhsal buhran sonucunda kendini öldürdüğü yazıyordu ama satır aralarında ima edilen Batı kültürünün Tanzimat aydını üzerindeki yıkıcı etkisiydi. Bu yargı o günden bu yana hiç değişmedi. 1980’den sonra güç kazanan Türk-İslam sentezinde vücut bulan muhafazakar ideoloji için de kötü adam belliydi: Batıcı, materyalist, solcu aydınlar. Edebiyatta, sanatta, düşün hayatında yeni, modern, farklı, deneysel ne varsa “halka yabancı” diye aşağılanan bu dönemdeki atmosfer ne yazık ki hiç bitmedi ve ana söylem haline geldi. Bu ortamda Beşir Fuad’ı daha sık düşünür oldum. Yaşadığım çağda ezilmek ve yok edilmek istenen aydının arketipiydi o benim için… Hele yazdıklarını okuduğumda evrensel anlamda bir entelektüel olduğuna iyice kanaat getirdim. Gölgeler ve Hayaller Şehrinde işte bendeki bu Beşir Fuad takıntısından doğdu.
MEZARA BİR SEDA
İntiharı şiirlere konu oldu
Bir defasında “Arzu ettim ki, bir insanın öldüğünü ve ölürken neler hissettiğini bildirmek suretiyle, insanlığa bir faydam dokunsun” diyen Beşir Fuad’ın intihar mektubunu arkadaşı Ahmed Midhat Efendi, ölümünden sonra Tercüman-ı Hakikat gazetesinde “Mezardan bir seda” başlığıyla yayımladı. Bundan 94 yıl sonra, 1981’de Enis Batur, “Yanlış Mesel” başlıklı bir şiir kaleme alarak mezara bir seda gönderdi. Şiirin ilk dizesine ait dipnotta, Beşir Fuad’ın kendi ölümünü naklettiği suret-i varakaya da yer verilmişti. 1996’daysa Ahmet Oktay, Enis Batur’a atıfta bulunarak başlayan “Beşir Fuat” adlı başka bir şiir yazacaktı.
Enis Batur anlatıyor:
“Beşir Fuad’la ilgili şiirim 34 yaşında. Bu günlerde, o zamanlar şiirin kıvılcımını çakan gerekçeler üzerine ne söylesem fazla olur. Araya giren geniş zaman diliminde üstüne de yükler almıştır. Kişiliği, konumunun ayrıksılığı mı daha çok etkili olmuştu üzerimde, yoksa doğrudan, düpedüz ‘son hamle’si mi, buna da kesin bir karşılık veremem şimdi. Gene de, mektubu ‘kan’la, kanıyla yazmaya davranmasının beni dağladığını belirtmeliyim. Şiir, yayımlandığında, edebiyat çevrelerimizde, özellikle de son dizesi ‘Beşir Fuad, yanlış kardeşim benim’ üzerinden epey yankı uyandırmıştı: Rauf Mutluay’dan Fethi Naci’ye ve ötesine. Neden sonra, Ahmet Oktay’ın, kendi masasından ayna tuttuğu güzelim şiiri çıkageldi. Yeterince üstünde durulmamıştır konunun, bu ayna bakışımlı şiirler başlıbaşına bir antoloji doğurabilir Dünya edebiyatında.
Ahmet Oktay’ın şiiri, unutmamak gerekir, intiharı seçmiş yazı adamlarını odağına almış kitabının bir parçasıydı. Kendi elinden son noktayı koymak, Camus’nün paylaştığım yargısıyla, özünde felsefi bir edime başvurmaktır. Başkaları, bu trajik perde kapanışına, inançları gereği diklenmişlerdir ve burada da, düşünce düzleminde bir ayna oyunu başlatılabilir. Beşir Fuad, erkenden ve erken yaşında, Victor Hugo’yla yüzleşmişti. Kültürümüzde bu türden ilk büyük hesaplaşmadır. Unutulmasa da, gölge altında kalıyor genelde. Çünkü rencide etmiştir. Beşir Fuad Sokağı’nın adı bence bundan değiştirilmiş olsa gerektir.*
*Beşir Fuat Sokağı’nın adı Karayel Sokak olarak değiştirilmiştir.