Ekim 2024 Sayımız Çıktı

‘Mecmua’ hem gönlün hem de tarihin aynasıdır

19. yüzyıl başlarında kaleme alınan 250 sayfalık elyazması eser, Osmanlı Sarayı’nda yetişmiş, Türkçeden başka Arapça ve Farsça da bilen, üst kültürden bir saray aydınına ait. İçerisindeki bilgi ve notlar, hem o dönemin gündelik hayatına hem de çok daha eski tarihli hadiselerin o devirde nasıl anlaşılıp, algılandığına dair önemli bir kaynak. 

Özel kültür derlemeleri

Eski edebiyatımızda; içerisinde gazel, dörtlük ve beyitler, kitabeler, tarih düşürmeler, nükteler, fıkralar, güfteler, kitabeler, özgeçmiş, doğum-ölüm kayıtları, anılar ve anekdotlar bulunan; kitap boyutunda ve ciltlenmiş, elyazması özel kültür derlemelerine “mecmua” denirdi. 

Mecmua Arapça bir sözcük. Biraraya getirilmiş, toplanmış, derlenmiş demek. Tanzimat öncesi Türk yazını türlerindendir. Tanzimat ve sonrasında da İbnülemin Mahmud Kemal İnal’a (öl. 1957) kadar bu türe yeni örnekler katan aydınlarımız vardır. Geçen yüzyılların kültür meraklıları, edebiyat, tarih, hatıra, “lâtife” (fıkra), “faide”, “hikemiyat” (felsefe) ve “darbımesel”… seçkilerini, ciltlenmiş bir deftere yazar veya bir hattata yazdırırlarmış. 

Mecmua denen bu kişisel elyazması defter-kitaplar eski edebiyatımızda başlı başına bir külliyattır. Kitap boyutundaki bu özgün kültür derlemeleri, geçmiş zamanların durağan dünyasında zamanı değerlendirmek için sıklıkla karıştırılır, arada eklemeler yapılır, notlar düşülür; eş-dost meclislerinde de bunlardan okumalar yapılırmış. 

 250 sayfalık elyazması

Sarayda Silahşor, sonra Kapıcıbaşı olan kişinin deri kaplı şemseli mecmuası. 125 yaprak, 250 sayfa. 18 yüzyıl son çeyreği ile 19. yüzyıl ilk yıllarında manzum ve mensur metinlerle işlenmiş. 

Kütüphanelerimizde bu genel tanıma uygun “mecmua-i letâif”, “mecmua-i eş’ar”, “mecmua-i tevarih” veya sahibinin adıyla -örneğin “Mecmua-i Ârif”- kayıtlı elyazmaları çoktur. Bunlar artık birer kaynak eser değerindedir. İçerdikleri bilgiler, gazel, dörtlük ve beyitler, kitabeler, tarih düşürmeler, nükteler, fıkralar, güfteler, özgeçmiş, doğum-ölüm kayıtları, anılar ve anekdotlar ise birer belge değerindedir. 

Diğer yandan, bu gelenek devam ededursun Tanzimat ve sonrasında Türk basınında “ceride” ortak adıyla ilk Türkçe gazetelere -örneğin Ceride-i Havadis– koşut ilk Türkçe dergilere de bu eski gelenekten esinle mecmua denilmiştir. Haftalık, on beş günlük, aylık bu yayınlara mecmua -örneğin Mecmua-i edebiyat, Mecmua-i Ebüzzziya…- denilmiş; bu ad/tanım, cumhuriyet döneminde de bir süre -örneğin Hayat Mecmuası– devam etmiştir. Ancak elyazması mecmualarla matbuat (basın) mecmuaları (dergiler) arasında biçim, boyut, içerik benzerliği yoktur. Yazma eser kütüphanelerindeki eski kişisel mecmuaların her biri genellikle tek nüshadır. 

Padişah ve oğulları 2. Mahmud’a kadar Osmanlı padişahlarıyla ilgili cetveller. Bu sayfada yatık olarak, 1. Abdülhamid’in oğulları Mustafa’nın (4.) ve Mahmud’un (2.) doğum tarihleri de yazılı. 

Padişah fermanlarını, resmî mektupları, fetihnâmeleri… içeren mecmualara ise “münşeat” denir. Birer kültür ve siyaset tarihi kaynağı olan bu belgelerin ilk akla geleni, Feridun Bey’in (öl. 1583) padişahların ferman ve buyruklarını topladığı Münşeatü’s-Selâtin adlı eseridir. Şair Nâbî’nin (öl. 1712) kendi adıyla anılan münşeatı da resmî yazılar ve mektuplar içerir. Bunlar elyazması kitaplardan sayılageldiğinden, nüshaları vardır. 

Burada konu aldığımız 125 yapraklı (250 sayfa) ve zengin içerikli elyazması “ünik” mecmuaya gelince… Bu mecmua şarkı-şiir derlemelerinin çokluğuna karşılık olay kayıtları, saray tarihi ve haberleri, tarih düşürmeler, tarih konuları, saray-kışla-cami-çeşme kitabeleri, ilaç tertipleri, doğum ve ölüm tarihleri gibi daha birçok bilgi ve alıntılar da içermektedir. Eski dağılmış mecmuaların önemli yaprakları da cilde eklenmiştir. 

Mecmua, siyah ve sürh (kırmızı) mürekkep kullanılarak rik’a yazısıyla doldurulmuştur. Sahibi ve yazanı-derleyeni aynı kişi olmalıdır. 1807’de tahtan çekildikten 1 yıl sonra haremdeki dairesinde öldürülen 3. Selim’in katillerinin idam pusulalarının defterin muhtelif sayfalarına yazıldığı; padişah listelerinde de 4. Mustafa’dan (1807- 1808) sonra ardılı 2. Mahmud’un cülusu da (1808) kaydedildiği dikkate alındığında, bu padişahın ilk saltanat evresine tarihlendirilebilir. 

İlk yaprağın başındaki dörtlüğün ilk dizeleri, bu yazmanın ve aynı türden diğerlerinin değerini vurgular: 

“Mecmuâ âyinedir gönül âna fermânedir 

Âşıklara eğlencedir sanduka-i eş’ar olur” 

(Mecmua bir ayna gibidir, gönül onsuz olmaz. Aşıklar onunla avunur, şiirleri saklayan bir sadık gibidir)

Sahip ve yazarı Osmanlı Sarayı’nda, enderunda yetişmiş, Türkçeden başka Arapça ve Farsça da bilen, üst kültürden bir saray aydını konumunda tanımlanabilir. Mecmuasını üç dilden seçkilerle doldurmuştur. Önce silahşor, sonra kapıcıbaşı düzeyinde; 1. Abdülhamid, 3. Selim, 4. Mustafa dönemlerinde (1774-180 arası) ve 2. Mahmud’un ilk saltanat yıllarında saray görevlileri arasında yer aldığı öğreniliyor ama, mecmuada adı geçmiyor. Ölüm tarihi de meçhulümüz. Ancak bu bilinmezler, arşivlerdeki sicil ve rü’us defterlerinde yapılacak bir araştırmayla saptanabilir. Hatta karşımıza giderek yükselmiş, vezir düzeyinde ünlü bir sima da çıkabilir. 

Mecmua sahibi, yıpranmış, dağılmış eski yazmaların önemli gördüğü yapraklarını da kendi derlemesine eklemiş. Sonraki sahiplerin de kimi eklemeleri var. 88/b sayfasında, yazıp derleyene dair iki görev tevcihi ile bir de özel bilgi okunuyor: 

“Mübarek rûz-ı pencişenbe günü, Şa’ban-ı şerifin yedinci günü saat yedide İncili Köşkde biniş-i hümâyun mahallinde huzur-ı hümâyûnda yer öpüp silahşorân-ı hassadan kayd ü sebt olunduk. 7 Şa’ban 1217” (1802’de silahşör unvanıyla 3. Selim’in koruma birliğine yazılmış). 

“Mübarek rûz-ı pazarertesi, Şa’ban-i şerifin dokuzuncu günü tarihiyle kapıcıbaşılık hakire tevcih ve ihsan ve rü’us-ı hümayun tahrir ve ‘itâ olundu. 9 Şa’ban 1224” (1809’da yine bir saray görevi olan kapıcıbaşılığa atanarak kendisine rü’us denen kadro belgesi düzenlenmiş, yani aylıklı saray memuru olmuş). 

Yazar aynı sayfada “Âsitâne’de dahil olduğumuz hamamlar” başlığı altında, İstanbul’da birer defa gittiği hamamları üç grupta sıralamış: 

. Mahmudpaşa Hamamı / Mercan yani Örücüler / Acı Musluk / Yeni Hamam inşa’-i Sultan Mahmud (ı.) / Bostancı nâm-ı diğer Ketenciler / İbrahim Paşa /Ayasofya: 7 

. Sultan Bâyezid / Vezneciler / Sultan Hamamı / Çengel Hamamı / Merdivenli Hamam / Tophane Hamamı: 13 

. Kıztaşı Hamamı: fi N 1223 / Kocapaşa Hamamı fi14Z 1223. 

Son iki hamama gidiş tarihleri, İstanbulluların ne kadar aralıklarla hamama gittikleri konusunda bir fikir verir diyebilir miyiz? Kıztaşı Hamamı’na Ramazan ayında, Koca Paşa Hamamı’na Zilhicce’nin 14 günü yani Kurban Bayramı ertesinde gittiğine göre ikisi arasında yaklaşık üç ay var!

Mecmuadan seçmeler: Cami, yangın ve meydanlar

Vâlide Camii

Gümrük kurbünde iki minareli câmi-i şerifini padişah-ı cihan Sultan Mehmed Han hazretlerinin validesi Turhan Sultan bina ve itmam etmekle Cuma namazı için padişah alayla teşrif ettikde mukaddema valide sultan gelmişdi. Yek-zümrüt kabzalı bir hançer ve bir elmas kuşak ve elmas sorguç ve on re’s at valideden padişaha hediye olundu. Vâ’az ve vüzerâ ve ulema ve erkân-ı devlete kürk ve hıl’atlar hatib ve imamlara samur kürk vesa’ir hademe-i padişaha hıl’at ilbas edip 3080 kese (150 bin altın?) masrafla vücuda gelmiştir diye tarihte zikr olunup bir lâtif camidir. Taşrasından ve içerisinden nazar edenlere malum, duvarları çinilidir kanarya kafesine dışarıdan bakanlara müşabihtir (1074-1664). 

Harik (Yangın)

Şevvalin sekizinci gecesi saat ikide hariç-i, Bâb-ı cübb-i Alide harik zuhur ve şiddet-i rüzgârda içeri girip on kol oldu. Bir kolu Süleymaniye ve Eski Saray dıvarından Langa’ya Kapudanpaşa camiinde karar ve bir kolu Şehzadebaşı ve Eski Odalardan Langa’ya kadar bir kolu Langa Yeni Kapısından dışarı çıkıp hariç-i suru dahi ihrak ve bir kolu Zeyrek’den Saraçhane ve Meydan-ı Lahm ve bir kolu Aksaray ve Yeni Odalar’dan altı adet kışla ihrak eyledi ve bir kolu Avretpazar ta Davutpaşa ile yemin ve yesara tamam kırk saat yandı ki cami ve medaris130, 335 cami ve mescid 150 dekâkin 3420 (?), hamam 36, Maabir (?) 77400(?) muhterik oldu. Feth-i Hakanî’den sonra böyle ihrak-ı kebir, Sultan Selim-i Sânî zamanında zuhur etdi. Bir kere dahi budur. Lakin mukaddem olan harik vaktinde İstanbul böyle mamur değil bu defa olan zarar evvelki hasarata galibdir (1170-1757). 

Ok Meydanı

Ok Meydanı tabir olunur mahal bağ ve bostan idi. Padişah ok atmağa münasib sahra olur deyip ashabından iştira edip kemankeşlere tekye binasını vezir İskender Paşaya emr eyledi zira kavs cennetten çıkmıştı. Hazret-i Âdem aleyhisselamın ekdiği buğdayı kuşlar yemekten men’ için Cebrail aleyhisselam Hazret-i Âdem’e yay getirip talim etmişdir kemankeşlerin pîrleri, melekten Cebrail, beşerden Âdem aleyhisselamdır ve ashab-ı güzînden Sa’d ibn Vakkas’dır. Beş ayak iki adım hesab olunur. Beş adım üç gez ta’dad olunur. Peygamberimiz sallallahü vesellem hazretleri -Yarab her kim ok atıb yay takınırsa zafer talep ederse bir nusret isterse ümidine vâsıl eyle- deyü dua buyurmuşdur ve feragat eden bizden değil buyurmuştur ve ok ta’lim olunan mahal, ravzâ-i min riyâz-ı cennedir. İbtida bu meydana taş diken Bahtiyardır Bâ’dehu Molla Hüsrevdir ve kavl-i hesab ve Tozkoparan nâm yeniçeridir. Ba’dehu Sultan Bâyezid asrında Şücâ’ ve reisü’l-hattatin Şeyh (Hamdullah) hazretleridir ve Süleyman Han zamanında Silahdar-ı şehriyârî Ahmed Begdir. 

At Meydanı (Burmalı Sütun) 

Tunçtan yılan tılsımını Makbul İbrahim Paşa topuz atıp kesr etmekle İslâmbol’da yılanlar zuhuruna sebep oldu ve bu İbrahim Paşa Has Odada Tırnakçı Civan İbrahim Ağa idi. Sultan Süleyman canı hazz eylediğinden birden sadr-ı’âzam nasbeyledi (Sene 930)