19.yüzyılda tohumları atılan Kürt milliyetçiliğinin özelliği Osmanlılık kavramına bağlılığı ve devletle özdeşleşmiş olmasıydı. Bu özdeşleşme daha sonra, dağılma sürecindeki imparatorluğun iki Müslüman unsuru Türk ve Kürt milliyetçileri arasında işbirliğine dönüştü.
Sultan II. Mahmut’un merkezîleştirme politikasının ilk sonucu, Anadolu ve Rumeli âyânlarının 1810’larda ortadan kaldırılması olmuştur. 1860’larda Güney Irak’ın da Osmanlı yönetimine yeniden bağlanmasıyla tamamlanacak olan bu süreçte sıra Kürdistan yöresine 1840-1850’lerde geldi. Gerçi 1830’larda Mısır’la yapılan savaşta yöreye yığınak yapan Osmanlılar, Botan Emirliği’ni yöneten Bedirhan ailesinden destek görmüş, hattâ pek çok Kürt Osmanlı ordusunda savaşmıştı. Ancak, 1846’da merkezi Diyarbakır olan Kürdistan Eyâleti’nin kurulması birçok sorun yarattı. Merkezî yönetimin iyice yerleşmesi anlamına gelen bu gelişme, zaten Kürt beylerinin hoşlanmadıkları bir şeydi. Ayrıca yeni kurulan yönetsel bölgelerin sınırları, bu Kürt beylerinin etki alanlarını da karıştırıyordu. Örneğin, Botan Emirliği’nin denetimindeki Cizre yeni yapılanmada Kürdistan’dan ayrılıp Musul Eyâleti’ne bağlanmıştı. Bu gelişmeler sonucunda isyan eden Bedirhan ailesinin hükümranlığı 1847’de sona erdi. Hemen arkasından, Süleymaniye yöresinde uzun süredir hüküm süren Baban Emirliği’nin de varlığına son verildi (1851).
Bu gelişmelerden sonra, Sultan II. Abdülhamit döneminin başlarına kadar, Osmanlı Kürdistanı’na göreli bir sükûnetin hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Baban ve Bedirhan gibi önemli Kürt aileleri Osmanlı yönetiminde yüksek memurluklara getirilmişler, memur kadrosunun yetersizliği dolayısıyla da, yöreye atanmış yüksek rütbeli yöneticiler yerel eşrafın desteğine her zaman ihtiyaç duymuş ve bu desteği elde edebilmişlerdir. Ancak Kürt tarihi uzmanları, tam anlamıyla milliyetçilik olarak adlandırılamasa da, bu dönemde ortaya çıkan ve büyük Kürt ailelerinin yönettiği eski Kürdistan’a bir tür özlem dile getiren bir Kürt edebiyatının yeşerdiğini söylüyorlar. Bunun, 1880-1881 yıllarında Şeyh Ubeydullah isyanıyla bi- raz daha güç kazandığı da, öne sürülen iddialar arasında yer alıyor.
Şemdinanlı Seyyit Ubeydullah’ın isyanı, hem Osmanlı hem de İran yönetimine karşıydı. İki ülkenin de topraklarına yayılmış bir Kürt aşiretler birliği biçiminde ortaya çıkan isyanı, İranlılar bastırdılar. Ancak Şeyh Ubeydullah İstanbul’a geldi, sonra da Mekke’ye gitti ve orada vefat etti. İsyanın nedenine gelince; tarihçiler, bunun 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonrasında Kürtlerin yaşadıkları bölgelerin önemli bir bölümünde bağımsız bir Ermenistan ya da özerk bir Ermeni yönetimi kurulacağı korkusu üzerinde birleşiyorlar. Ancak, Şeyh’in amacının ne olduğu konusunda bir anlaşmazlık var. Kimileri Şeyh Ubeydullah’ın bir Kürt devleti kurmak istediğini, dolayısıyla da ilk Kürt milliyetçisi olduğunu savunurken, kimileri de Şeyh’in Osmanlı sultanına sadık olduğunu ve üstünlük sağlamış olduğu yörelerde özerk olmak istediğini ileri sürüyor. Ancak, birinci şıkta da, yani bağımsız bir devlet kurma arzusunun kanıtlanması halinde de, Şeyh Ubeydullah’ın mutlaka Kürt milliyetçisi olduğu sonucunu çıkartamayacağımızı unutmamak gerekir. Nasıl her milliyetçilik mutlaka bağımsız bir devlet hedeflemeyebiliyorsa, her bağımsızlık arzusu da mutlaka milliyetçilik üzerine kurulu olmayabiliyor. Ama unutulmaması gereken önemli bir nokta da, 20. yüzyıl Kürt milliyetçiliğinin Şeyh Ubeydullah isyanını Kürt milliyetçiliğinin ilk dışavurumu olarak görmüş olmasıdır.
Şeyh Ubeydullah isyanının, II. Abdülhamit yönetiminin doğası açısından bir dönüm noktası oluşturduğunu söyleyebiliriz. Sultan II. Abdülhamit, uyguladığı Hilâfet politikasının bir uzantısı olarak şeyhler, şerifler ve aşiret reisleri ile yakın kişisel ilişkiler oluşturmaya çalışırken, bu ilişkileri temsilî rejim yanlılarına karşı kendisine toplumsal bir destek olarak gördüğü zâdegân yani soylu sınıfını el üstünde tutma adına da önemsiyordu. Ancak Osmanlı Kürdistanı’ndaki birçok bey ailesinin kendisine bağlılığından da çok emin değildi. Bu yüzden, daha önemsiz Kürt aşiret reislerine dayanmayı tercih ederek, Hamidiye Alayları’nı kurdurdu. Bunlar, Rusların Kazak Alayları’ndan esinlenmiş, aşiretlerinin önemiyle orantılı subay rütbeleri verilmiş aşiret reislerinin komuta ettiği hafif süvari kuvvetleriydi. Sonuç olarak, her ne kadar Hamidiye Alayları’nın Ermeni etkinlikleri karşısında ve Ermenilere karşı sıkça ve kanlı bir biçimde kullanıldıklarını biliyorsak da, henüz Osmanlı yönetimince tam anlamıyla zapt ü rapt altına alınamamış olan, asker ve vergi vermekte ayak direyen Kürtleri denetlemek amacıyla kuruldukları kesindir. Nitekim Sultan II. Abdülhamit döneminin sonlarına doğru ve II. Meşrutiyet’in başlangıcında, Ermeniler gibi birçok Kürt de bu paramiliter örgütten şikâyet edecektir.
Bir yanda bu paramiliter etkinlikler, bir yanda Osmanlı memurlarının adaletsizlikleri, diğer bir yanda da Osmanlı toplumunun birçok kesimi gibi Kürt toplumunun da geri kalmışlığı, büyük çoğunluğu eski bey ailelerine mensup Kürt aydınlarını da Sultan II. Abdülhamit yönetimine karşı oluşan muhalefete kattı. Bu gelişmede 1889’da ortaya çıkan İttihâd-ı Osmânî Cemiyeti’nin kurucuları arasında Abdullah Cevdet ve İshak Sükûtî gibi Kürtlerin bulunması önemli bir rol oynamıştı. Böylece, ilk Kürtçe muhalif yayın olan Kürdistan gazetesi 1898’de Mısır’da yayımlanmaya başladı. Mithat Bedirhan yönetimindeki gazete başlangıçta sırf Kürtçe yayınlanıyordu; ancak Abdurrahman Bedirhan’ın yönetimi devralmasıyla birlikte çift dilli olarak çıkmaya başladı.
Kürdistan gazetesi, adından sanılabileceği gibi ayrılıkçı bir Kürt milliyetçiliğinin sözcüsü değil, Kürt toplumunun ve kültürünün Osmanlı İmparatorluğu içinde gelişmelerini isteyen bir yayındı. Kürt toplumunun eğitilmesi gerektiğine, Kürdistan’da okulların açılmasına ve Kürtçenin bir yazı dili olarak geliştirilmesine ilişkin birçok makalenin yayınlandığı gazete, gerçekte Osmanlıcıydı. Jön Türklerin İttihât ve Terakkî kanadının ayırt edici ilkesi olan “ittihâd-ı anâsır” yanlısı, yani etnik ve dinî unsurların birliği fikrine inanan bir gazeteydi. Nitekim II. Meşrutiyet’te, başta Bedirhan kardeşler ve oğulları olmak üzere, birçok Kürt aydını İttihât ve Terakkî Cemiyeti üyesi olarak sivrileceklerdi. Daha sonraları Kürt ayrılıkçılığının önderleri olan Celâdet ve Kâmuran Bedirhan kardeşler, 1910’larda Osmanlılık adına konuştukları birçok yayına imza atmışlardır. Ayrıca, II. Meşrutiyet döneminde kurulan ilk önemli Kürt derneği Kürt Teâvün ve Terakkî Cemiyeti de Kürt milliyetçisi değil, Kürtlerin her açıdan gelişmesini isteyen, ama bunun Osmanlılık içersinde yapılmasından yana olan bir dernekti. Kısacası, II. Meşrutiyet döneminde Kürt aydınlarının Kürtçülüğü, Ziya Gökalp’in Türkçülüğünün bakışık bir ikizi gibiydi. İki akım da, sözcüsü oldukları etnik grupların gelişmesinin Osmanlı Devleti’nin yararına olacağı iddiasındaydı.
Osmanlılığa bağlı bu Kürtçülük akımının kökenindeki en önemli, belki de tek faktör, Arnavutlar gibi Türk olmayan Müslüman unsurlara koşut olarak, Kürtlerin de Osmanlı Devleti’yle özdeşleşebilmesidir. Tabii Osmanlı Devleti’nin kendisine hizmet etmeye yatkın insanların etnik kökenine bakmaması, bu özdeşleşmeyi kolaylaştırmıştır. 19. yüzyılda yaşanan siyasal süreç, bu özdeşleşmeyi yavaş yavaş dayanışmaya dönüştürdü. Bu süreci, imparatorluğun gittikçe küçülmesi sonucunu doğuran, belki de yıkılmasına neden olabilecek zorluklar ve bunlar karşısında tutunabilmek için girişilen modernleşme çabaları biçiminde özetleyebiliriz. Modernleşmenin ilk ayağı olan yönetsel etkinlik, yani merkezin güçlenmesi, Tuna kıyılarından Basra Körfezi’ne kadar bütün yerel iktidarları önce isyana sevk etmişti. Ancak, ikinci ayağı oluşturan siyasal modernleşmenin Kanun-ı Esâsî’yi ve tabii parlamentoyu getirmesi, çevre bölgelerin de merkez siyasetinde söz sahibi olmasını sağladı. Bu sürece koşut olarak, Kürt seçkinlerinin Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e kadar merkezî devlet kurumlarında çalışmış, oğullarını merkezdeki saygın okullarda yetiştirmiş olduğunu da düşünecek olursak, bütün Müslüman unsurlar gibi Kürtlerin de Osmanlılığa, temsilî rejim koşuluyla, bağlı kalmasını anlamak kolaylaşır.
Bu bağlılığın artık özdeşleşme değil de dayanışma olmasının nedeni ise, modernliğin bileşenleri arasında bir de milliyetçiliğin bulunmasıdır. Ne de olsa yüzünü Batı’ya dönmüş insanların, orada bir tek belli bir yönetim biçimi veya sanayileşme ya da eğitim hamleleri yahut bunlardan yalnızca bir ikisini görmüş olmaları beklenemez. Modern Batı, İtalyan birliğini yaratan İtalyanlar, Alman birliğini yaratan Almanlar ve bunların izinden gitmeye çalışan başka bir takım ulus-devletler de demekti. Dolayısıyla modernleşme, tanım gereği, milliyetçiliği de getiriyordu. Ama ayrıntılarını
bu yazı çerçevesinde irdelemek mümkün olmayan nedenlerle bu ulusal bilinçlenme, Arnavutlat gibi Kürtlerde de milliyetçilik sonucuna değil milletçilik sonucuna vardı. Kendi kültürünün bilincinde, bu kültürü daha da geliştirip zenginleştiren, belki Kanun-ı Esâsî’nin verdiği yerinden yönetim hakla- rını biraz daha genişletmek isteyen, ama merkezî devlet yönetiminde söz sahibi olduğu müddetçe de ayrılıp kendi ulus-devletini kurmak gibi bir niyeti olmayan bir milliyet anlayışıydı bu.
Bu yaklaşımın Arnavutlar açısından 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra zayıfladığını söyleyebiliriz. Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılar arasında Osmanlı Avrupası’nı paylaşma yolunda bir yarış başlamış ve bu yarışta Arnavutlar için Rumeli topraklarında merkezden ayrı düşerek yaya kalma tehlikesi baş göstermişti. 19. yüzyılın son yıllarında kendilerine yeni bir de alfabe edinen Arnavutların bazıları, artık İstanbul’dan bağımsız bir siyasal yaşam tasarlamak zorunda olduklarına inanmışlardı, zira topraklarının Karadağ, Sırbistan veya Yunanistan toprağı olma olasılığı belirmişti. Gerçi silahlı kuvvetlerde veya çeşitli bakanlıklarda görevli birçok Arnavut, sonuna kadar Osmanlı kaldı; hattâ bunların bazıları Arnavutluk’un kurulmasından sonra bile Osmanlı tâbiyetinde kalıp Türkiye vatandaşı oldular. Ama sonuçta Balkan Savaşı, bağımsız Arnavutluk’u yaratmış oldu.
Osmanlı Kürtleri açısından da benzer bir dizi gelişmeyi 1. Dünya Savaşı’nın doğurduğunu söyleyebiliriz. Daha savaşın başlarında yapılan paylaşım planlarının henüz savaş bitmeden öğrenilmesi üzerine yeni planlar da yapılmaya başlanmıştı. Savaşın bitmesiyle de öyle bir belirsizlik ortamı doğdu ki, Kürt seçkinleri arasında çok farklı yönlere doğru gidenler oldu. Kimileri yeniden çizilen Ortadoğu haritasında bağımsız bir Kürdistan’a da yer olabileceğini sandılar. Kimileri, bu fikri yalnızca bağımsız bir Ermenistan yaratılması sonucunda yaşayacakları zorluklar nedeniyle benimsedi. Kimileri ise, bağımsız bir Ermenistan olasılığı karşısında Türklerle birlik olmayı yeğledi. Daha başkaları ise, Fransız yönetimine girecek olan Suriye’de kalmaları halinde, Ermenilere 1915’te yaptıklarından ötürü cezalandırılacakları ve yeni elde etmiş oldukları zenginliği yitirecekleri için Türklerle birlik olmayı seçtiler. Ayrıca, gerek coğrafî konumları, gerekse de Türklerle uzun bir süredir iç içe yaşadıkları için bu yollardan hiç- birinden geçmeden Türklerle aynı yazgıyı paylaşmaya hazır Kürtler de vardı.
Paris’te barış görüşmelerine katılan Şerif Paşa, bağımsız bir Kürdistan için çok uğraştı. Hangi Büyük Britanya kurumunun hizmetinde çalıştığı pek belli olmayan bir Binbaşı Noel, Kürt aşiretlerini Türklerden ayırabilmek için çok çaba sarf etti ama başarılı olamadı. Kendisine Türklerden pek hoşlanmadıklarını, Türk yönetiminde yaşamanın da pek parlak bir gelecek vaat etmediğini söyleyen Kürtlere tutarsız oldukları iddiasıyla çok kızmıştır. Ancak Binbaşı Noel’in, birçok Kürdün aslında bağımsızlığın mümkün olmadığını sezmiş, bu yüzden de Fransız Suriyesi’nde yaşamaktansa Türkiye’de yaşamayı yeğlemiş olmaları nedeniyle, yani birçok Ermeni malını eski sahiplerine geri verdiremediği için kızmış olması daha akla yatkın görünüyor. Ancak bu Kürtlerin, soylu Bedirhan ailesine mensup Celâdet ve Kâmuran Beyleri de dinlemediklerini ve sonunda Sivas Kongresi’nin temsil heyetine bel bağladıklarını biliyoruz.
Öte yandan, Türkler de başlangıçta bir Türkiye’den söz etmiyorlardı. 1919 yazında giriştikleri mücadelede kullanılan söylem bir Müslüman-Osmanlı söylemiydi. Mondros Bırakışması sırasında tutulmakta olan cephe çizgisinin, Osmanlı Devleti’nin yeni sınırı olması gerektiğinden dem vuruluyordu. Giriştikleri meşrutiyet mücadelesini kazanıp İstanbul’da yeniden açtırdıkları Meclis-i Mebûsan da Osmanlı Meclis-i Mebûsanı oldu ve burada, daha önce olduğu gibi, Kürt milletvekilleri de vardı. Bu Meclis ise, Osmanlı sınırları konusunda biraz farklı ve daha gerçekçi bir politika dile getirdi. Nitekim adına daha sonra “Misâk-ı Millî” denecek olan “Ahd-ı Millî” başlıklı metin, Arap çoğunluğun olmadığı yerlerin Osmanlı toprağı olduğunu ilân etmiştir.
İngilizlerin 16 Mart 1920’de Meclis-i Mebûsân’ı çalışamaz hale getirmeleri üzerine Ankara’da açılan Meclis de bir Osmanlı meclisiydi. Adı, 1921 yılına kadar “Büyük Millet Meclisi” olan bu Meclis’te de Kürt milletvekilleri bulunuyordu. Gerçi 1921’de adı “Türkiye Büyük Millet Meclisi” (TBMM) olacaktır, ama 20 Ocak 1921’de çıkarttığı Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu öyle bir yönetim biçimi getirmişti ki, ülkenin adının ne olduğu neredeyse teferruat düzleminde kalıyordu. Meclis’te sanki eski İttihatçıların değil de adem-i merkeziyetçi Prens Sabahattincilerin çoğunlukta olduğunu sandırtacak kadar yerinden yönetimci olan bu kanunun, yalnızca Kürt seçkinlerinin gözünü boyamak için mi çıkartıldığı, yoksa herhangi bir parti örgütünün kontrolünde olmadan, hasbelkader seçilmiş birçok farklı bölge temsilcisini tatmin etmek için mi düşünüldüğü, ya da Bolşeviklerin Sovyet sistemine benzer bir düzen kurarak bazı sol örgütlerin önünü almak için mi tasarlandığı, bugün tarihçilerin tartıştıkları en önemli konulardan biri durumunda. Enver Paşa’nın Bolşevik önderlerle birlikte Bakü’deki Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nda boy gösterdiği, Meclis’te ciddî bir Enver Paşa’cı grubun bulunduğu, Türkiye Komünist Partisi’nin kurulduğu günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’e sunduğu “Halkçılık Programı”nın bir parçası olan kanunun vilâyetlere ilişkin maddeleri, vilâyet meclislerine çok geniş bir özyönetim imkânı sağlıyordu. Bu dönemde aşar vergisi gelirinin doğrudan doğruya vilâyetler tarafından kullanıldığını da göz önünde bulunduracak olursak, yeni Türkiye’nin birçok bölge insanını tatmin eder bir biçimde örgütlendiği, bundan en fazla tatmin olanların da yöreleri hakkında ileri geri birçok planın yapıldığı bir sırada Ankara’yı destekleme kararı almış olan Kürtler olacağını teslim etmek gerekir.
Kürtlerin Anadolu Savaşı’na ne oranda katıldıkları konusunda ciddî bir belirsizlik var. Kürtler arasında Türkçe bilenlerin çok az olduğunu biliyoruz. Öte yandan, Ankara’nın cepheye sürdüğü ordudaki Kürt subayların sayılarının çok kabarık olmadığı da bildiklerimiz arasında. Ancak bunlar, Kürtlerin Ankara’da, TBMM’nde bulunmalarının yanında görece önemsizdir. Bu yüzden, sınırların yeniden çizilmesi aşamasında sağa sola savrulanları bir yana bırakacak olursak, daha önce sözünü ettiğimiz dayanışmanın “Millî Mücadele” diye adlandırdığımız dönemde de sürdüğünü söylemek, hiç de abartılı bir iddia olmaz. İstanbul’a bağlı olan Kürtler, çok büyük çapta Ankara’ya da bağlıydılar. Bu bağlılığın ne kadar zamanda ve ne derecede zayıfladığı, bugünün başka bir ciddî tartışma konusunu oluşturuyor. Ama öyle görünüyor ki bu süreçte belirleyici olan, Hilâfet’in kaldırılmasından ziyade, 1923 seçimlerinde kimlerin milletvekili olduğu, 1924’te yapılan Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’nun yerel yönetimler konusunda 1876 Kanun-ı Esâsîsi’nin bile gerisinde kalması ve 1925’te aşarın kaldırılmasıyla vilâyet bütçelerinin, özellikle Türkiye Kürdistanı’nda, boşaltılmış olmasıdır.
İlk Türkçe ansiklopedide Kürdistan maddesi
Şemseddin Sami (1850-1904) tarafından yazılan ve 1889-1898 yılları arasında yayınlanan ilk Türkçe ansiklopedi Kamus’ül A’lam’daki (Özel Adlar Ansiklopedisi) Kürdistan maddesi şöyle: “Asyyı garpta kısm-ı azamı İran’a tabi büyük bir memleket olup, ekseriyet üzere ehalisi bulunan Kürt kavminin ismiyle tesmiye olunmuştur. Bu isim taksimatı mülkiye ve siyasiyeye dahil olup, vaktiyle bizde Kürdistan Valiliği ve şimdi İran’da Kürdistan eyaleti bu isimle müsemma memleketin bütününü ihata ettiği gibi, Kürtler dahi dağınık vesair akvamla karışık bulunduklarından Kürdistan’ın hududunu tamamıyle tayin etmek müşkildir.”
Ermeni katliamı ve Kürtlerin rolü
Kürt aşiretlerinin bir bölümü, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1915 ilkbaharında aldığı Ermeni tehciri kararını destekledi, yağma ve katliamlara katıldı.
AYŞEN GÜR
Müslüman ve Hıristiyan iki halk olarak aynı bölgelerde yan yana yaşayan Ermeniler ve Kürtler arasındaki ilişki, en az Türklerle Ermeniler veya Türklerle Kürtler arasındaki ilişki kadar sorunlu ve karmaşıktır. Bugün de politik tavırları etkilediği için, karşılıklı iddialar arasında geçmişi objektif olarak değerlendirmek zordur. Asıl sorun, 19. yüzyılın sonunda başladı. II. Abdülhamid döneminde Kürtlerden oluşturulan Hamidiye Alayları’nın, Ermenilere karşı katliamlarda kullanıldığı bilinir. Ancak bunun bile istisnaları vardı. Örneğin bir Hamidiye paşası olan Kürt Milli aşiret konfederasyonu reisi İbrahim Paşa, Diyarbakır ve yöresinin en etkili beyiyken, şehirli Müslüman eşrafa karşı bölgedeki Hıristiyanları ve Ezidileri koruma siyaseti izlemişti. Ancak Ermenilerle Kürtler arasındaki kanlı çatışmalar ve katliamlar Diyarbakır’da değil, asıl Van, Bitlis, Sason gibi bölgelerde oldu. Osmanlı Kürt tarafının “ayaklanma”, Ermenilerin ise “savunma” dediği bu çatışmalarda, Hamidiye Alayları Ermeni halk arasında büyük katliamlar yaptı. 1896’da Van ayaklanması (veya savunmasında) Kürt Mazrik aşiretinin Ermeni halka saldırısından sonra, çeşitli partilerden Ermeni “fedailer” bu aşirete bir karşı saldırı düzenlediler. Hanasor Eylemi denilen bu olayda, Ermenilere göre aşiretin sadece erkekleri, Kürtlere göre ise kadın-erkek-çoluk çocuk bütün üyeleri öldürüldü (Temmuz 1897).
Bütün bu olaylar, 1915 öncesinde, Kürtlerle Ermeniler arasındaki düşmanlığın nasıl yayıldığını açıklar. Yirminci yüzyıl başında, Ermeni siyasi partilerinin yeni haklar, özerklik veya bağımsızlık gibi çeşitli taleplerle ortaya çıkması, muhtemelen önde gelen Kürt aşiret aileleri arasında da benzer isteklerin doğmasında etkili oldu. Örneğin Botan emiri olarak tanınan Bedirhan ailesinin bölgede bir çeşit monarşi kurmak için çabalaması bunun iyi bir örneğiydi. Bütün bunlara, Rusya, İngiltere ve Fransa gibi büyük devletlerin karıştığını, Osmanlı hükümetinin ise İstanbul’dan olayları böl-yönet politikası izleyerek yönetmeye çalıştığını eklersek, bölgenin nasıl bir barut fıçısına benzediğini anlayabiliriz.
Bu koşullarda iktidardaki İttihat ve Terakki partisi, 1915 ilkbaharında Ermeni tehcirini başlattığında, Kürt aşiretlerinin bir bölümü, bu politikaya destek verdiler. Ancak destek, merkezi olarak alınmış siyasi bir karar değildi. Bu daha çok bir yağmaya katılma şeklinde gelişti. Anadolu’nun her yanından sürülen Ermenilerin gönderildiği ve transit geçtiği bu bölgelerde büyük katliamlar yapıldı. Kurtulan Ermeniler anılarında vilayet jandarma ve milislerinin yanısıra Kürtlerin de sürgün kafilelerine saldırdığını, öldürüp yağmaladıklarını, bazı kadınları, kızları ve çocukları kaçırdıklarını anlatırlar. O sırada Batı gazetelerinde çıkan haberlerde de, bu bölgedeki Ermeni katliamını Türklerle Kürtlerin birlikte işledikleri iddia ediliyordu. Hatta Diyarbakır’daki eski İngiliz Konsolos Vekili çevirmeni Tomas Mıgırdiçyan, 1919’da Kahire’de bu konuda yazdığı kitaba “Diyarbakır Katliamları ve Kürt Mezalimi” (The Diarbekir Massacres and Kurdish Atrocities) adını vermişti. Bu olaylardan en ünlüsü, 1915’te Diyarbakırlı önde gelen 600 kişilik Ermeni kafilesinin Dicle kenarında katledilmesiydi. Pek çok kaynakta anlatıldığına göre, Diyarbakır Valisi Dr. Mehmed Reşid’in adamları, sürgünleri Dicle üzerinde yolda Raman aşiretinden Mustafa ve Ömer ağalara teslim etmişti. Bu iki ağa adamlarıyla birlikte teslim aldıkları Ermenileri öldürerek üzerlerindeki bütün değerli eşyaları paylaştılar. Sonra kendileri de bir tuzağa düşürülüp öldürüldüler.
Bu gibi olaylara rağmen, bütün Kürt aşiretlerinin katliam ve yağmaya karıştığını söylemek de doğru olmaz. Hem aşiretler arasında, hem aşiretlerle Osmanlı hükümeti arasında, hem de birbirine komşu Ermeni, Süryani, Keldani, Kürt toplulukları arasında, kolaylıkla etiketlenemeyecek girift ilişkiler ve çatışmalar vardı. Katliamlar sırasında bölgedeki Ermeni ve Süryanileri koruyan Heverkan aşiret topluluğu, davranış farklılığının iyi bir örneğiydi.
Ancak savaş bittiğinde, bölge artık Hıristiyanlarla Müslümanların birlikte yaşadığı bir alan olmaktan çıkmıştı. Kürtler çoğunluktaydı. Bu durum daha o zamandan iktidar çevrelerini korkutmaya başlamış olmalı ki, Diyarbakır Valisi Dr. Mehmed Reşid, Ermenilerden boşalan arazilere Balkan muhacirlerinin yerleştirilmesi için hükümete çağrılar yaptı. Ona göre böylece bölge Türkleşebilecekti. Ancak Balkan muhacirleri Anadolu’nun başka yerlerinde iskân ettirildiğinden, Diyarbakır bölgesine bu kez Rus işgali altındaki bölgelerden getirilen yine Kürt muhacirler yerleştirildi.
Türklerle Kürtler böylece baş başa kaldılar.
1920 TARİHLİ İNGİLİZ RAPORLARI
‘Türk ve Kürt birliği çıkarlarımıza aykırıdır’
Irak’ta görevli İngiliz diplomat C.C. Garbett, “Kürdistan’daki durum” başlıklı ve 30 Ocak 1920 tarihli raporunu “Kürt ve Türk birliğinin İngiliz ve Fransız çıkarları için yıkıcı etkisi olur. Bu rapordaki öneriler, birliği engellemek için hazırlandı” cümleleriyle tanıtıyordu.
Paris Barış Konferansı kapsamında Osmanlı Devleti’yle yapılacak anlaşmanın koşullarının belirlendiği 1920 başlarında, bölgedeki İngiliz yetkililer Londra’yı sahadaki gelişmeler konusunda sürekli bilgilendiriyor, özellikle de İngiltere’den istedikleri birleşik Kürdistan’ı elde edemeyeceklerini anlayan Kürt grupların Türk milliyetçilerle yakınlaşmasına karşı İngiliz hükümetini uyarıyordu.
Şubat 1920 tarihli bir diğer raporda “Türkler doğu vilayetlerinde Ermenileri ve Kürtleri birbirine karşı kışkırtarak boyunduruk al- tında tutarken ikisinin de birbirinden eşit derecede nefret ettiğini ve bir dış destekle birinin diğerini topraklardan sürebileceğini biliyordu. Türk milliyetçilerinin, Kürtleri Pan-İslamcı ve Hıristiyan karşıtı propagandayla kazanma çabalarının belli bir başarıya ulaşması şaşırtıcı olmaz. Hele ki genelde kolayca aldatılabilen Kürtlerin hikayeyi sadece Türk tarafından dinlediğini düşünürsek” deniyordu. Raporda ayrıca “Türk ulusal hareketi liderlerinin Kürt gruplar arasında ayrılıkçı olanları İngiliz altınıyla satın alınmış gürültücü bir azınlık olarak göstermeye çalıştığı” kaydedilmişti.
Anayasalar arasındaki yaklaşım farkı
1921 tarihli Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu, 1876 Anayasası’nın ön- gördüğü yerinden yönetim ilkesini somutlaştırmıştı. 1924’teki ilk Cumhuriyet Anayasası ise, müphem bir yerinden yönetim sözü vermekle yetindi.
TEŞKİLÂT-I ESÂSİYYE KANUNU (20 OCAK 1921)
Madde 11.- Vilâyet, mahallî umurda mânevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici
ve dahili siyaset, şer’i, adlî ve askerî umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve hükümetin umumi tekâlifi ve menafii birden ziyade vilâyata şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisi’nce vazedilecek kavanin mucibince Evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafıa ve Muavenet-i İçtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının salâhiyeti dâhilindedir.
Madde 12.- Vilâyet şûraları vilâyetler halkınca müntahap âzadan mürekkeptir. Vilâyet şûralarının içtima devresi iki senedir. İçtima müddeti senede iki aydır.
Madde 13.- Vilâyet şûrası, azâsı meyanında icrâ âmiri olacak bir reis ile muhtelif şuabatı idareye memur azadan teşekkül etmek üzere bir idare heyeti intihap eder. İcra selâhiyeti daimi olan bu heyete aittir.
Madde 14.- Vilâyette Büyük Millet Meclisi’nin vekili ve mümessili olmak üzere vali bulunur. Vali, Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından tâyin olunup vazifesi devletin umumî ve müşterek vezaifini rüyet etmektir. Vali yalnız devletin umumi vezaifiyle mahallî vezaif arasında tearuz vukuunda müdahale eder.
TEŞKİLÂT-I ESÂSİYYE KANUNU (20 NİSAN 1924)
Madde 90.- Vilâyetlerle şehir, kasaba ve köyler hükmî şahsiyeti haizdir.
Madde91.- Vilâyetlerumuru tevsi-i mezuniyet ve tefrik-i vezaif esası üzerine idare olunur.