Osmanlı devlet mekanizması Fatih Kanunnamesi ile tamamen kurumsallaşmıştı. İstihdamlar, terfiler, aziller kesin kurallara bağlıydı. Bunalım, isyan ve reform dönemleri hariç, kimse rastgele işe alınmaz, sıraya, liyâkata bakılırdı. Ama devlet dairelerinde çalışanların çoğunun iş güvencesi, sabit maaşı yoktu. Maaş alan imtiyazlı yüksek bürokratların kaderi ise, “patron”un, yani padişahın iki dudağı arasındaydı.
İnsan topluluklarının “devlet” çatısı altında örgütlenmeye başlamalarıyla birlikte hiyerarşi ve emir-komuta zinciri de şekillenmeye başladı. Osmanlılar devletleşme yolunda kendinden önceki devlet tecrübelerine kayıtsız kalamazlardı. Emeviler tecrübeden uzak ilk yıllarında Bizanslı devlet adamı ve Hıristiyan olmasına rağmen Sercun bin Mansur ve ailesini nasıl el üstünde tuttuysa, Abbasiler nasıl ki İran kökenli Budizmden İslamiyete geçen Bermeki ailesini en üst mevkilere getirdilerse, Osmanlılar da ilk dönemlerinden itibaren çok sayıda Bizanslı asilzade ve yöneticiyi Müslüman olduktan sonra istihdam ettiler. İlhanlılar devrinde de birçok vali ve defterdar Yahudi asıllıydı. Selçuklu, İlhanlı Devletleri ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü topraklara özgü yönetim gelenekleri oluşmuştu. Osmanlılar kendilerinden öncekilerin benimsedikleri yöntemlerle teşkilatlarını geliştirdikçe, kendi ihdas ettikleri usulleri de kabul ettirdiler. Böylelikle sistemleşen mekanizmada başta Osmanoğulları Hanedanı’nın erkek neslinden bir padişah ve yönetim kademelerinde yer alan kul taifesi ve tebaa ile klasik çağın yönetim anlayışı geçerliliğini sürdürmüştü.
Zamanla gelişen yapı içerisinde devlet kademelerinde istihdamın belirli kuralları ortaya çıktı. Osmanoğlu Hanedanı’nın dışında bir ailenin kök salması asla istenmedi. Anadolu Beyliklerinden gelen ailelerle akrabalık kurulmuş olsa bile nüfuzları eritildi, etkisiz hale getirildiler. Çandarlılar ilk tasfiyenin kurbanı oldular.
Fatih Kanunnamesi ile tamamen kurumsallaşan devlet yönetiminde, görevlilerin intisap, istihdam, istihkak, terfi ve azilleri ile ilgili kesin kurallar oluşturuldu. Merkez ve taşra teşkilatlarında rütbeler, daireler ve mansıplar belirlendi. Buralarda görevlendirilebilmek için şartlar konuldu. 1856 Islahat Fermanı’na kadar ancak Müslüman olanlar devlet memuru olabilirdi. Kâtip kalemlerine (bürokrasiye) muhakkak imtihanla girilirdi. Devlette istihdama yönelik Enderun gibi okullar, medreseler olsa da buralardan çıkan mezunların ilerlemiş yaşlarda istihdamı tercih edilmediğinden, küçük yaşta çırak usulüyle kalemlere alınan çocuklar bir mektep şeklini alan dairelerde eğitilirlerdi. Çalışanların çocuklarına %30 nispetinde bir kontenjan sağlanması kanundu. Bunların içinden kendini ispat edebilenler zamanla devlet dairelerinde asli unsur olurlardı. Boşalan bir görevin rastgele birine verilmesi mümkün değildi. “Silsile-i meratip” usulüne uyulur, Mülâzemet Defterlerindeki (rütbe sırası veya nöbeti) bekleme sıralarına göre, boşalan makama sırası gelen geçer, kendinden öncekiler de birer sıra öne gelirdi. Büyük bunalım ve reform dönemlerinde bu kuralların hasıraltı edildiği görülmektedir. Halil Hamid Paşa’nın sadrazamlığı sırasında (1782-1785) gerçekleştirdiği kadrolaşmanın büyük tepki topladığı bilinmektedir. Rakamlar günümüz için komik derecede küçük olsa da merkez bürokrasisindeki görevlendirmelerin 51’inin yeni atama olması o güne kadar rastlanılmayan bir durumdur. Birinci Abdülhamid’e darbe hazırlığında bulunduğu suçlamasıyla azledilip öldürüldüğünde, Halil Hamid Paşa tarafından doldurulan kadrolar büyük ölçüde tasfiye edildi. Osmanlı devrinde daha sonra aldığı anlam bakımından “tensikat” tabiri ile karşılanabilecek ilk olay budur.
Ortaya çıkan devlet yapısında görevliler, üç ana koldan birinde yer alırlardı. Sadrazam “Sahib-i Devlet” unvanına sahip olsa da devletin merkezinde Bab-ı Asafi (Sadaret kapısı; Mülkiye), Bab-ı Defteri (Defterdar kapısı; Maliye), Bab-ı Meşihat (Şeyhülislam kapısı; Maarif ve Adliye) olarak sınıflandırılan yönetim yapısının ayrı ayrı yetki ve sorumlulukları vardı. Bu üç ana kolun mensuplarına “Seyfiye, Kalemiye, İlmiye” ricâli adı verilirdi. Yüzyıllar içinde bazen farklı uygulamalar olsa da örgütlenme şeması bu şekilde olan Osmanlı memurunun günümüzdeki “devlet memurluğu” kavramına çok uzak bir yapıda teşkilatlandığı açıktır. Devlet dairelerinde çalışanların çoğunun iş güvencesi, sabit bir maaşı bulunmazdı. Bir anlamda kadrolu olabilmek, saliyaneli veya ulufeli yani sabit maaşlı bir kâtip olabilmek çok azının ulaşabildiği bir imtiyazdı. Bazıları kalemlerin işlemlerinde, iş sahibi vatandaşların ödemekle yükümlü olduğu “kalemiye harcı” denilen ücretlerin rütbelerine göre memurlara dağıtılmasıyla elde edilen değişken gelirlere sahiplerdi. Bir kısmı da doğrudan doğruya atiyye ve ihsan alırlar ama miktarı ve ödeme tarihleri verenin paşa gönlüne göre değişirdi.
Devletten maaş alanlara “Askerî Sınıfı” adı verilirdi. Bütün divan üyeleri, meşihat mensupları, valiler, kadılar, sancakbeyleri, mütesellim ve voyvodalar bunlar arasındaydı. Yüksek maaş ve imtiyazları olabilir, ancak işverenleri olan padişah tarafından her an azledilebilir veya hayatlarına son verilebilirdi. Üstelik eceliyle veya siyaseten ölümleri halinde tüm mal varlıkları devlet tarafından müsadere edilirdi. Geride bıraktıkları malları, padişahın tavrına bağlı olarak belki tamamen aileye iade edilebilir, bazen de çok az şey kalırdı.
Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kanlı bir şekilde ortadan kaldırılması ile devletin o zamana kadar görmediği bir tasfiyeye girişildi. Yüzlerce yeniçeri ve devlet adamı kargaşada can verdi, birçoğu sürüldü. Reformların ardı arkası kesilmedi ve 1839’da Tanzimat’ın ilanından sonra, devlet memuru anlayışında büyük değişiklikler oldu. En önemlisi mal müsaderesi ortadan kalktı. Can güvenlikleri sağlandı. “Siyaseten katl” anlayışı tarihe karıştı.
Giderek küçülen devletin azalan gelir kaynakları, istihdam politikasının gevşekliği yüzünden şişen askerî ve mülki kadroları beslemeye yetmedikçe, yeni arayışlara geçildi. Bu dönemde “tensikat” ve “ıslahat” tabirleri yan yana kullanılır oldu. 1843’ten itibaren Tanzimat reformlarını sürdürebilmek, ülkenin kalkınmasını sağlamak, verimsiz kaynakları geliştirmek gayesiyle atılan adımlara da “Tensikat” denildi. Ordunun ıslahatı için de tensikat faaliyetlerine girişildi, çok sayıda memur ve asker açığa çıkarıldı.
Sultan İkinci Abdülhamid devrinin başlarında, anayasal bir toplum düzeniyle kanun ve nizamların esas alındığı bir düzleme kavuşulması hedeflendi. Meşrutiyet deneyimi kısa sürse de kanun devleti olma ısrarından vazgeçilmedi. 1883 yılındaki Memurin-i Mülkiye Kararnamesi ile günümüze kadar süren “Kamu Personel Rejimi”nin temelleri atılarak, çalışma saatlerinden emekliliğe kadar düzenlemelerin olduğu modern bir anlayışa geçildi.