1871’de inşa edilen Sultanahmet cezaevi, Osmanlı Devleti’nin ilk modern hapishanesiydi. 1911’de başlayan ve mahkumları ıslah etmeyi amaçlayan reform hareketlerinin adresi de burası oldu. “İşkencehane”, “mezaristan”, “ahırdan daha fenadır” diye nitelenen hapishanelerde iyileştirme çalışmaları…
UFUK ADAK
Osmanlı İmparatorluğu’nda hapishaneler deyince aklımıza önce kaleler, hanlar, tersaneler geliyor, ancak bu durum 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren değişmeye başlamıştı. Hem Osmanlı ceza hukukundaki gelişmelerin (1840, 1851, 1858 Ceza Kanunları) hem de Stratford Canning, Henry Bulwer gibi Avrupalı elçilerin ve Celestine Bonnin gibi uzmanların imparatorluk hapishanelerinin korkunç durumu hakkında yazdıkları raporların neticesinde, modern anlamda ilk hapishane, 1871’in Ocak ayında İstanbul’da Sultanahmet’te inşa edilmişti. Sadrazam ve hazırunun açılışını yaptığı hapishane, ilginçtir,
kısa bir süre için halkın ziyaretine de açık tutulmuştu. Anlaşılan o ki, Osmanlı yöneticileri zamanın ruhuna uygun olarak inşa edilen ‘Dersaadet Hapishane-i Umumisi’ ile gurur duymaktaydılar.
Payitahta durum böyle iken imparatorluk geneline baktığımızda Osmanlı hapishane reformunun oldukça ağır adımlarla ilerleyen bir süreç olduğunu görüyoruz. Her ne kadar 1880’de hapishanelerin ıslah edilmesini ve mahkumların hapishane içindeki yaşam standartlarının düzenlenmesini hedefleyen 97 maddelik ‘Tevkifhane ve Hapishanelerin İdarelerine Dair Nizamname’ yayınlansa da yasalar ve uygulamaların senkronizasyonu konusunda ciddi bir sıkıntı vardı. İmparatorluğun pek çok noktasında, hanlar ve derme çatma yapıların hapishane olarak kullanılmasına 19. yüzyılın sonlarına kadar devam edilmiş,
kolaylıkla kırılan kapılar, delinen duvarlar sonucu hapishaneden firarların önü alınamamıştır.
Osmanlı hapishane reformunun önündeki iki büyük engelden biri, devlet bütçesinden hapishaneler için ayrılan payın oldukça yetersiz olması, diğeri ise sayıları hızla artan mahkum nüfusuydu. Mahkumlara günde kaç gram ekmek verileceği, hasta olanların ne şekilde tedavi ettirileceği, hapishaneler arasında mahkum transferlerinin nasıl yapılacağı, taşra ve merkez arasındaki yazışmaların ana başlıklarıydı. Kalabalık mahkum nüfusu, cezasının üçte birini tamamlayanların af edilmesi (afv-ı umumi) ve padişahın doğum günleri, tahta çıkış yıl dönümleri ve dinî bayramlarda ilan edilen ‘afv-ı âli’ler yolu ile bir nebze olsun azaltılmaya çalışılmış, ancak bu uygulamalar da hapishanelerdeki doluluk oranlarına kalıcı bir çözüm getirememişti.
Dönemin Osmanlı basınında, bu kadar insan gücünün atıl bir şekilde hapishanelerde ziyan olduğuna vurgu yapılıyor, mahkumların fiziken ve psikolojik açıdan ıslahları için çalıştırılması gerektiği belirtiliyordu. Mahkumların hapishane içerisinde kurulacak atölyelerde çalıştırılması, hapishane bütçesine katkı sağlamaları anlamına da geliyordu, fakat Osmanlı hapishanelerinin birçoğu atölyelerin kurulmasına fiziken imkan verecek kapasitede değildi. Vilayetlerden İstanbul’a gönderilen raporlarda hapishanelerin “zıyyık (dar), müteaffin (kokuşmuş) ve gayr-i müsaid (uygunsuz)” olduğu sıklıkla dile getiriliyordu.
İkinci Meşrutiyet’in ilanını takiben 1908’de ilan edilen genel af ile Osmanlı hapishanelerindeki mahkum nüfusu azaltılmış, hapishanelerin ıslah çalışmalarına, İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde de devam edilmişti. 1911’de Hapishaneler İdare-i Umumiye Müdüriyeti’nin kurulmasıyla birlikte imparatorluktaki tüm hapishanelerin durumu hakkında detaylı istatistikler ve raporlar hazırlanmış, yeni hapishanelerin inşasına çalışılmıştır. Öte yandan Meclis-i Mebusan, imparatorluktaki hapishanelerin ne şekilde ıslah edilmesi gerektiği üzerine hararetli tartışmalara sahne oluyor, mebuslardan bazıları hapishaneleri “işkencehane”, “mezaristan”, “ahırdan daha fenadır” diye tanımlıyor, mahkumların akıl, beden ve ruh sağlıklarının korunması
için çalıştırılması ve hapishaneler içerisinde sanayihaneler ve atölyeler kurulmasının zorunluluğu üzerinde duruluyordu.
19. yüzyılın ortalarından itibaren tasarlanan hapishanede mahkumların çalıştırılması fikri, Polis Mecmuası’nın çeşitli sayılarında gördüğümüz üzere 1910’larda, İstanbul’daki Dersaadet Hapishane-i Umumisi’nde nihayet gerçekleştirilmiştir. 1. Dünya Savaşı yıllarında, Hapishane-i Umumi içinde marangozhane, terzilik, bakırcılık ve kalaycılık, kuyumculuk, çorap örme, saat ve kundura yapım atölyeleri kurulmuştur.
Polis Mecmuası’ndaki fotoğraflarda, terzilik ve kunduracılık başta olmak üzere, çeşitli atölyelerde çalışan
mahkumlar görülüyor. Hapishanede mahkumlara sadece teknik eğitim verilmediği, aynı zamanda okuma yazma da öğretildiği de yayımlanan fotoğraflardan takip edilebiliyor. Yetişkin ve çocuk mahkumlara
ayrı ayrı sınıflarda okuma yazma öğretildiği de dergide verilen bilgiler arasında. Kısacası, hapishane, hem bir disiplin kurumu hem de bir anlamda bir okula dönüşmüştür; hatta İstanbul hapishanesinde kitaplarla dolu
rafların ve duvarında sultanın resmi olan bir kütüphane de kurulmuştur.
‘Modern’ ve ‘medeni’ koşullarda kapatılmayı, gözetlemeyi ve disiplini öngören hapishanelerin ıslah edilmesi fikri, global ölçekli bir hareketti. Osmanlı hapishane reformu bu hareketin bir parçası olmuş, 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın başlarına dek hapishaneleri ıslah etmeyi amaçlamıştı. Hapishane-i Umumi’nin içinden çekilmiş, nadir ve bir o kadar da idealize edilmiş halini gösteren bu fotoğraflar, Osmanlı hapishanelerinin mahkumların rehabilite edildiği merkezlere dönüştürülme girişiminin resmidir, ancak imparatorluk genelinde hapishanelerin fiziki koşullarının İstanbul hapishanesi kadar köklü ve yapısal değişime uğramış olduğunu söylemek oldukça güçtür.