Reâyâ, “koyun” veya “sığır sürüsü” anlamına gelen “raiyyet” kelimesinin çoğulu. İslâm dünyasında kısaca “vergi vermekle mükellef yönetilen sınıf” anlamına gelmiş. Osmanlılarda kılıç ehli (seyfiye), bilginler (ulema) ve kalem ehlinin dışında kalan geniş tabakayı ifade ediyor. Bu topluluk hem gözetilmeli hem de gözetlenmeliydi.
Reâyâ kelimesinin Arapçadaki kökü olan “raâ” fiili, “sürüleri otlatmak” manasında, genel olarak “birinin çıkarlarını gözetmek, birini gütmek, birine mukayyet olmak” anlamlarına geliyor. Burada hükümdar, daima sürüsünü gözeten/gözetleyen uyanık bir çobandır. Öyle ki bunu Halife’nin dilinden Mehmed Âkif nazma getirmiş: “Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu/Gelir de adl-i ilahî sorar Ömer’den onu!”
Prof. Dr. Mehmet Öz’e göre reâyâ kavramının kökenleri 3.-7. yüzyıllarda İran’da hüküm süren Sâsânîlere dayanıyor. 11. yüzyılda bu ülkenin egemenliğini ellerine alan Selçuklu Türkleri de bu sınıflandırmayı benimsemiş. Zamanın büyük veziri Nizâmülmülk, Siyasetnâme’sinde devletli okurlarını reâyânın zulme uğratılmaması konusunda uyarıyor ve gerektiğinde yönetilenlerin şikâyet için divana çıkabilme haklarının olduğunu hatırlatıyor. Ona göre bu, adaleti sağlayacak ve padişahı ahiret azabından koruyacaktır. Bu anlayış Osmanlılara da devam eder. 17. yüzyılda bozulan düzenin nasıl onarılacağı konusunda bir Risâle yazan Koçi Bey, “Âlemlerin Rabbi’nin emaneti olan reâyânın durumuna özen göstermek”ten bahseder. Ancak her iki Türk hanedanı zamanında da, taşradaki reâyâya zulmedilmemesi uyarısında bulunan padişah buyruklarına rağmen birçok acı hadise yaşanmış, kayda geçmiştir.
Prof. Dr. Süreyya Faruki, askerî sınıfla reâyâ arasındaki farklılığın keskinliğini hatırlatır: Reâyâ pek de rahat edemeyip kapıkullarına saldırıyordu; öyle ki 17. yüzyılda düzenli birliklere alınmak isteyen levendler ciddi isyanlar çıkarmıştı. Mehmet Öz diğer marifetlerini; mal yazımından kaçmak, üretimi az göstermek ve otorite boşluğunda münferit isyanlar çıkarmak olarak açıklıyor.
Özellikle uzun süren savaşlar ve ağır vergilendirmeler sonrasında padişah, büyük bir şenlik düzenlerdi ki halk “kurtlarını döksün”, padişaha hediyeler sunarak ona bağlılığını yenilesin ve tüm toprak kayıplarına rağmen hâlâ büyük bir devlet olunduğunu hissetsin. Yasaklar şenlik süresince kısmen kaldırılsın; reâyâ oyunların içine kabul edilsin; büyük yöneticilerinden sonra da olsa, şenliğin son günü onlara da güzel bir ziyafet çekilsin. Padişah bir de üstüne kap kacağı yağmalatsın ki, düzensizliğin yalnız kendisi emir verdiğinde vuku bulabileceğini sezdirsin. Böyle açıklıyor şenlikleri ve yönetici-yönetilen ilişkisini tarihçi Stefanos Yerasimos.
Reâyâ kavramı, 1839 Tanzimat Fermanı’yla resmen ve hukuken ortadan kalktı. Vergi yükümlülüğü yönetici-yönetilen ayrımından koparıldı; can-mal güvenliği, vergi ve askerlik konuları bundan böyle Müslüman-gayrimüslim farkı gözetilmeden uygulanacaktı. Yine de kültürümüzde yöneticinin bir çoban olduğu anlayışı tarihsel yerini koruyor; nakkaşların yönetilenlerle yönetenleri birarada resmeden eşsiz nakışları da öyle.
Reâyâdan biri
Sade giyimiyle bir hamal, 17. yüzyılda İstanbul’a gelen İsveç Elçisi Ralamb’ın siparişinde adı-sanı belirsiz bir çarşı ressamı tarafından böyle resmedilmiş. Hükümdarlara ve saraylılara da yer veren bu Kıyafetnâme, halktan, vergi ödeyen birilerine tam sayfa ayıran eşsiz elyazmalarından [Ralamb Kıyafetnâmesi, İsveç Ulusal Kütüphanesi, Shelfmark: Rål. 8:o nr 10].
Hünkâra arzuhâl
Kanunî’nin torunu 3. Murad saraydan Cuma namazına çıkmış; reâyâdan kimseler ellerindeki dilekçeleri Sultan’a uzatıyor. Gönüllü yazılmak isteyenler; asker sınıfına geçmeyi umanlar veya en azından yerli yerinde reâyâ kalıp ordunun geri hizmetine alınarak kimi vergilerden bağışlanmak isteyenler; belki mesela Konya’dan gelip filan köyün tımarlısının aldığı keyfî vergilerden bıkkınlıkla şikâyet edenler… Bu karedeler mi emin değiliz; ancak arşivlerde, kroniklerde kayıtlılar [Dîvân-ı Nâdirî, TSMK, H. 889].