Osmanlı şenliklerinin minyatürlü ve yazılı betimleri, bize Osmanlı evreninin mekanik ilmi açısından oldukça renkli ve gelişmiş bir görünüme sahip olduğunu düşündürecek veriler sunuyor. Bu teknolojik üretkenlik, savaşta ve günlük hayatta şölenlerde olduğu kadar sık görülmemiş. Hayret, alkış ve bahşişin teknolojiyi saman alevi gibi de olsa parlattığı anlar…
Sonradan Abbasi hizmetine giren eski bir yol kesici Musa b. Şakir ve oğullarının İslâm dünyasının 9. yüzyıldaki ilm-i hiyel (hileler ilmi) öncüleri olduğu bilinir. Ancak “hile” kelimesi bugün bildiğimiz manasıyla madrabazlığa, vurgunculuğa ve mızıkçılığa değil; bir sorunu çözmek için kolay yoldan çözüm bulmaya işaret ediyordu o dönemde. Artuklu sarayının başmühendisi İsmail Rezzaz el-Cezerî, bu ilmin Türk tarihinde bilinen ilk örneği Kitâb fî Marifeti’l-hiyel’i 1205’te yazıp resimlemiş; bugünkü robotların atası olan, işret meclislerinde içki sunan ve hayatı kolaylaştıran otomatların teknik çizimlerini yayımlamıştı! Osmanlılar bu öncülerin kitaplarını saray kütüphanelerinde muhafaza ettiler. Gelgelelim teşvik ettikleri atılımlar, eğlence âlemlerinde sınırlı kalmış gibi görünür.
Osmanlı gökbilimci Takiyyüddin er-Râsıd’ın meşhur gözlemevi, 1580’de Şeyhülislam Kadızâde Ahmed’in fetvasıyla ülkeyi felakete sürükleyeceği öne sürülerek yıktırılmıştı. 17. yüzyılda Evliya Çelebi’den adını duyduğumuz Hezarfen Ahmed Çelebi, bizzat geliştirdiği kanatlarıyla Galata’dan Üsküdar’a kadar kuş gibi süzülüverdi. Padişah 4. Murad onu önce bir kese altınla ödüllendirdi, sonra da “bu adam pek korkulasıdır” deyip müebbeten Cezayir’e sürgün etti.
Gene Evliya’nın ahbabı Lagârî Hasan Çelebi, 4. Murad’ın kızının doğum şenliğinde kendi icadı olan yedi kollu bir fişekle Sarayburnu önlerinden göğe yükselmiş, suya başarılı bir iniş yaptıktan sonra Padişah’a İsa Nebi’nin selamlarını iletmişti. Bu muzip sivrizeka, 1 kese altını ve 70 akçe gelirli sipahilik mevkiini kaptı. Onun akıbeti Hezarfen’den iyi görülüyorsa, bunu olağanüstü kuralların geçerli olduğu şenlik ortamına borçlu olsa gerek. Yine de mucidin her nedense hayatını Kırım’da tamamladığı yazılıyor ve başka çalışmalarından iz bulunmuyor.
Benzer şekilde 3. Ahmed’in oğullarının sünneti şerefine Okmeydanı ve Haliç’te düzenlenen 1720 şenliklerinde, Emekli Tersane Mimarı İbrahim Efendi timsah görünümlü korkunç denizaltısıyla sahneye çıkıyor. Şair Vehbî ve Mehmed Hazîn surname eserlerinde Mimar İbrahim’den ve icadından sözediyor; ancak şenlik otomatlarına dikkat kesilen usta nakkaş Levnî, işi bu kez aceleye getirerek denizaltıya değinmeden şenliği sona erdiren geçit alaylarına odaklanıyor.
Vehbî’nin yazdığına göre timsah, Haliç’in dibinden baş gösterip ortaya çıktı ve yüzerek aheste aheste padişah ve sadrazamın bulunduğu sahile ulaştı. Yarım saat yüzüp dolaştıktan ve seyircilerin gözlerini hayretten fal taşına çevirdikten sonra denize daldı ve herkese “balık battı” dedirtip güm oldu! Ancak bu kadar sanat göstermek halkın hayreti için yeter görülmedi. Mimar İbrahim’in güvenilmez oyunları güçbeğenir Sadrazam tarafından seyre şayan bulunmadı. Sadrazam başını çevirdi ve iltifat bakışlarını “cıva gibi oynak kalçalı” rakkaslara döndürmeyi yeğledi. Nihayet 1 saat sonra timsah su altından yeniden çıktı, padişahın önünde ağzını açarak hünerini sergiledi; kıyıya varınca içinden 5 neşeli adam fırlayıp baş ve omuzlarında tabla tabla pilav ve zerdeleri teşhir etti. Mimar aletin etrafını sıkıca kalafatlamış; yüzeye çıkmak ve dibe dalmak için bucurgatlara bağlı caraskal aletleri üretmiş; suyun altında nefes alabilmek adına beş-on kamış kullanmıştı. Hikayenin sonunda mimar ve adamları maharetleri dolayısıyla sadrazam tarafından ödüllendiriliyor ve cin gibi bir adam daha bahşişini kapıp tarihin karanlığına karışıyor. Desteklendiği kadar kendisinden korkulan hiyel ilmi, mevzubahis eğlence olduğunda rengarenk şekillere bürünüyor ve sürekli bir belirip bir kayboluyor!