Aralık
sayımız çıktı

Rum mübadillerden Türkçe özlem dizeleri

Nüfus mübadelesinde toprağını, ocağını terk etmek zorunda kalan Anadolulu Rumların yüreklerinden yükselen hüzünlü bir seda… Her şiirin yansıttığı toplumsal bağlamı okura titizlikle sunan eserin duygu yoğunluğu, Semih Poroy’un çizimleriyle zirve yapıyor.

SAFFET İSPİR

İstos Yayın tarafından ya­yımlanan Muhacirnâme – Karamanlı Muhacirler için Şiirin Sedası, Lozan Antlaş­ması çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye arasında uygula­nan zorunlu nüfus mübadele­siyle Anadolu’yu terke mec­bur kalan Rumların mübadil­lik deneyimlerini gözlerimizin önüne getiriyor. Muhacirnâ­me, mübadillerin göç acısını, vatan hasretini ve asıl olarak da Yunanistan’da yerleştiril­dikleri mahallerdeki koşulla­rı, sıkıntıları, Yunan devleti­nin verimsizliğini, mübadillerin acılarına karşı kayıtsızlığını ve yozlaşmışlığı­nı dile getirdikleri Türkçe şi­irleri ihtiva eden bir seçkiden oluşuyor. Evangelia Balta ve Aytek Soner Alpan tarafından hazırlanan kitapta her şiirin yansıttığı toplumsal bağlam okura titizlikle sunulmuş. Aynı zamanda Semih Poroy da şiir­ler için etkileyici çizimler ha­zırlamış. Yeri gelmişken bu çi­zimlerin muhacirlerin durum ve çilelerine ilişkin şiirlerdeki tasvirleri duygusal olarak ol­dukça güçlendirdiğini vurgula­mak gerekiyor.

MUHACİRNÂME: Karamanlı Muhacirler için Şiirin Sedası

Kitabın önemli bir boyutu yayımlanan şiirlerin doğru­dan Türkçe yazılmış olmaları. Mübadelenin ardından Ati­na’da yayımlanmaya başlayan Muhacir Sedası gazetesinde yer alan bu şiirler gazete­nin büyük kısmı gibi Yu­nan harfleriyle Türkçe, yani ‘Karamanlıca’ olarak yayımlanmaktaydı. Nüfus mübadelesinin hemen ar­dından, Atina’da böyle bir gazete yayımlanıyor olması elbette bir tesadüf değildir. Zira kitapta yer alan şiirlere yaşam koşulları, acı ve öz­lemleriyle konu olmuş insan­ların (ve dolayısıyla potansiyel okurlarının) önemli bir bölü­mü Türkçeden başka bir dil konuşamıyordu. Osmanlı Ana­dolusu’ndaki Rum Ortodoks nüfusun önemli bir bölümü­nün Türkdil oluşu, yani ana­dillerinin Türkçe olması, gü­nümüz okuyucusunu muhte­melen şaşırtacaktır. Mübadele öncesi Anadolu’nun ağırlıkla iç kesimlerinde bulunan ama kuzeyde Karadeniz’deki kimi cemaatlerden güneyde Kilikya ve Antalya’ya, batıda ise Bursa ve Aydın’a, doğudaysa Kayse­ri ve Sivas vilayetlerine kadar uzanan geniş bir alandaki Or­todoks topluluklar arasında Türkçe hâkim konumdaydı.

…Derdimi kimlere şikaya eyleyim
Meskensiz yavruları ya ben neyneyim
Acaba kimlerden ümit gözleyim
Peruşaniyetten ölürsek acap kime ne…

İşte Muhacirnâme’de yer alan şiirler, ilgili literatür­de çoğu zaman “Karaman­lı” olarak anılan Anadolu’nun Türkçe konuşan bu Ortodoks Hıristiyan ahalisinin müba­dele nedeniyle yaşadığı acıla­rı, çektiği sıkıntıları, düştüğü perişanlıkları aktarmaktadır. Mübadele sırasında ölenler, verem, sıtma ve tifo gibi has­talıkların pençesine düşenler, kaybolanlar, ailelerin parça­lanması, insanların mallarını mülklerini, doğup büyüdük­leri topraklarını terke zorlan­maları, yerli halkın mübadil­leri çoğunlukla aşağılaması ve dışlaması şiirlerin ana tema­sını oluşturuyor. Mübadiller bir yandan sürgün edilmeleri­ne, yaban ellere atılmalarına ve geride bıraktıklarına feryat ederken, diğer yandan yeni vatanlarına bin bir güçlükle uyum sağlamaya çalışıp başka acılar da çekiyor. Türkdil Ana­dolulu Ortodoks mübadillerin kendilerinin dile geldiği bu şi­irlerde Anadolu halk edebiya­tının öğeleri de sıklıkla kulla­nılmakta.

Muhacirnâme’de yer verilen bu unutul­muş şiirler sadece va­tanlarını terke mec­bur kalmış Anado­lu Ortodokslarının hatırasına hürme­ten değil, günü­müzde bir kez daha insanlığın karşılaştığı en önem­li krizler­den birini oluştur­duğu gö­rülen göç ve mülte­cilik deneyimlerinin evrenselliğini de bizlere hatırlattığı için ol­dukça önemli. Kitapta yer alan şiirlerin her satırında okur, doksan yılı aşkın bir süre önce yaşanan Anadolu Rumlarının acı gurbet deneyimlerini değil, günümüzde her saat sayısız Suriyeli, Iraklı, Afgan ve başka bölgelerden insanın çilelerini de görecek. Hiç kuşkusuz ki­tabın en önemli hasleti de bu; tarihin geride kaldığı düşünü­len acılarının bugün olanca ağırlığıyla hâlâ yanı başı­mızda olduğu gerçeği­ni bize en çıplak biçimde gös­termesi.