Tarihî kentlerin gelişim safhalarının topografik, demografik ve onomastik (isimlerin kökeni) açıdan değişimleri, ağaç gövdelerindeki yaş halkalarının sayılması kadar kolay tespit edilemez. Bilhassa İstanbul gibi dünyanın en eski ve güçlü devletlerinden ikisine başkent olmuş bir şehrin üst üste binmiş katmanları üzerinde halen yaşayan dev bir metropolün olması, bu tespiti daha da zorlaştırmaktadır.
Bu yönde yapılan çalışmalar takdire şayandır ve derin emek mahsulü. Biz de bunlardan yararlanarak ve Osmanlı Arşivi’nden elde ettiğimiz belgelere dayanarak, özelde Asmalı Mescit’ten Kamhi Apartmanı’na evrilen bir sürecin çevresindeki, genelde Galata semtindeki değişime dikkati çekmek istedik. Çıkardığımız sonuçlar, günümüzdeki arazi rantiyeciliğinin, tarihsel ve kentsel koruma bilinci düzeysizliğinin geçmişteki yansımalarını gözler önüne seriyor.
Galata, İstanbul’un karşısında Haliç’in ağzında ilk kurulduğu zamanlardan itibaren kozmopolit yapısıyla dünyanın cazibe merkezi olma özelliğini hiç kaybetmemiş. Roma İmparatoru I. Constantin (323-337) ilkçağdan beri İstanbul’luların “Pera=Karşı” dedikleri bölgede bulunan bir miktar evin çevresine ilk suru yaptırdığında, yüzyıllar içinde önemini giderek arttıracak bir bölgeyi belirlemişti aslında. Zamanla “Galata” ismini alan bu mevki, Cenovalı tüccarların özerk hareket ettikleri bir bölge haline gelecekti.
Bizanslılar, Cenovalıların faaliyetlerinin kendi aleyhlerine geliştiğini görünce, buradaki surları yıkarak imtiyazlarını kaldırmaya yönelik girişimlerde bulundular. Ne var ki Bizans’ın iç kargaşasından yararlanan Cenovalılar, 14. yüzyılda surları eskisinden daha mükemmel yaptıkları gibi derin hendeklerle de tahkim ettiler. Surların en yüksek noktasına da günümüzde “Galata Kulesi” olarak yaşamaya devam eden burcu inşa ederek, Bizans’a meydan okumayı sürdürdüler. Bu kuleden sonrası bağlık, bahçelik, ormanlık arazi halinde kaldı.
Kostantiniyye’nin 1453’de fethinde Cenovalıların Bizans devrindeki imtiyazları ortadan kaldırıldı ama Galata’daki kozmopolit yapı devam etti. Bir kısım sur duvarı Fatih’in emriyle yıktırıldı. Cenova kolonisinin Rumlarla birlikte yaşadığı kale içinin yanı sıra Kasımpaşa ve Tophane taraflarına yoğun Türk yerleşimi başladı. Haliç’te, Kasımpaşa’ya doğru geniş bir alanda tersane, kalafat yerleri oluşturuldu. Levent taifesi, Azap askerleri buralarda iskân edildi.
İkinci Bayezid devrinde Galata suru dışındaki alanlara Gül Baba Türbesi, Galata Sarayı, Kulekapı Mevlevihanesi ve bir dizi çeşme, hamam, cami, mescit inşa edilerek mahalle ve çarşıların teşkilatlanmasına gidildi. Frenklerin ve birçok sefaret mensubu ecnebinin bu bölgede ikameti, Hıristiyan ve Müslümanların kültür etkileşimlerinde bulunmasını kaçınılmaz kıldı. Bilhassa Galata Mevlevihanesi’ndeki ayinleri izlemeğe meraklı ecnebi kitlesi oluştu. Kethüdazade Arif Efendi gibi ulema mensupları da org dinlemeye kiliselere giderlerdi.
Fatih Sultan Mehmet, fetih sırasında şehit olanların gömüldükleri Azapkapısı’ndan Kasımpaşa’ya yayılan sahayı mezarlık olarak ilan etti. Asmalı Mescit bu mezarlığın üst sınırındaydı. Suriçi İstanbullular, ölülerini kayıkla karşıdaki Meyyit İskelesi’ne geçirip buradaki Meyyit Camii’nde namazını kıldıktan sonra bu mezarlığa defnederlerdi.
Kaptan-ı Derya Cafer Paşa 1516’da mezarlıktaki bazı kabirleri imha edip Tersane’ye ilave binalar inşa ettirmeye kalktığında, 1453 fethini yaşamış bazı pir-i fani gaziler şehit yoldaşlarına yapılan muameleden dolayı Yavuz’a beddua etmişlerdi. Tespit edilen bu ilk tahribatın ardından sürekli genişleyen ve seyyahların anlatımına giren, ressamların çizimlerine konu olan bu büyük mezarlık, İstanbul’dan bakıldığında ulu servi ağaçlarıyla Galata ve Kasımpaşa arasına pitoresk bir üslup katıyordu. Evliya Çelebi de ailesinin bu mezarlıkta gömülü olduğunu belirtir. Üstelik bazı kabirlerde Kûfî yazısı görüldüğünü ve bunların Arapların Bizans’ı kuşatmalarında şehit olan sahabe kabirleri olduğunu iddia eder.
Osmanlı döneminin en renkli ilk tasvirlerini aktaran Evliya’ya göre “Galata kavminin birincisi gemiciler, ikincisi tüccarlar, üçüncüsü sanatkârlar, dördüncüsü kalafatçı marangozlardır”. Bu kadar denizcisi bol yerin meyhanesi de çok olur. Rumlar meyhaneci, Ermeniler pastırmacıdır. Galata Kalesi içinde âlemin gördüğü en çirkef işler icra edildiği gibi, dünyanın her yerinden gelen içki ve şarapların da en âlâsı buralardaki meyhanelerde satılır. Yüzlerce müşterinin aynı anda yiyip içtiği meyhaneleri vardır. Latîfî’ye göre “Bu şehr-i dilârâ ve dilâviz safa-bahş-ı safa-engizdir ki ayşı müdâm ve işreti ale’d-devâm ve bezm-i mey andan gayrı yerde harâmdır” (Bu güzel şehrin içki sofrası ve alemleri sürekli devam eder. İçki meclisi buradan gayri yerde haramdır).
Galata’nın yeme-içme-eğlence kültürü o kadar renklidir ki civar olan Kasımpaşa, Tophane sakinleri başta olmak üzere İstanbul’un her köşesinden Türkler de buralarda görülür. İstanbul’da son Osmanlı asrının namlı kabadayılarının bu semtlerden çıkması tesadüf olmasa gerek. Fuhşiyatın da gayet yaygın bir mekânı olan bu bölge bazı İstanbullular için kesinlikle yasaklanmıştır. Bilhassa son yüzyılda yatılı askeri mektepler ile Darüşşafaka gibi bazı okulların öğrencileri hafta tatillerinde Beyoğlu’na, Galata’ya geçmemek üzere tehdit edilirlerdi. Aksi takdirde okuldan atılmaya kadar varan cezalar alabilirlerdi.
Osmanlı ile diplomatik ilişkilerini geliştirmeye başlayan ülkeler, 16. yüzyıldan itibaren kendilerine tahsis edilen Galata suru dışındaki geniş alanlarda sefarethanelerini kurdular. Öncelikle kendi ülke tüccarlarının haklarını korumayı düşünürlerdi. Ayinlerindeki serbestîye ek olarak domuz ve şarap alımında da belirli kotaları vardı. Giderek diplomatik dokunulmazlığa dâhil ettikleri yeniçeri yasakçıları, tercümanları, hizmetkârları ile Galata/Pera bölgesinde koloni halinde yaşamaya başladılar.
Bu bölgedeki yerli Rum Ortodoks, Ermeni Gregoryen cemaatlere ilave Katolik ve Protestan kiliseleri de bunlarla birlikte görülmeye başlandı. Osmanlıya “zimmet akdi” yani “himaye sözleşmesi” ile tebaa olan yerli gayrimüslimler cizyelerini öder ancak askere alınmazlardı. İstanbul’da Katolik veya Protestan ülke vatandaşı tüccar ve sanatkârların ahidname ve kapitülasyonlar sayesinde sefaretlerin himayesinde ticaret ve sanata yönelmeleri, Osmanlı tebaası gayrimüslimler ile rekabetlerini arttırdı.
Bu gelişmeler başlangıçta yerli Hıristiyanları ürküttüyse de zamanla ideal birliğinde buluştular. İttifakları meyve vermeye başladıkça bilhassa Ermenilerden Katolik ve Protestanlığa geçişler çoğaldı. Osmanlıların duraklama ve gerileme dönemlerinde bu zümrelerin kazanımları daha da arttı.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Tanzimat), Baltalimanı Sözleşmeleri ve Islahat Fermanı sonrası nüfus ve refah düzeylerinin artışına paralel olarak taş binalarla doldurdukları Galata/Pera bölgesinde Müslüman mahallelerine de yayılmaya başladılar. Öncelikle mahalle aralarındaki küçük hazire adacıkları veya yangın, deprem gibi felaketlere maruz kalmış cami, mescit arsalarına el atarak buraları meskenlere dönüştürdüler. Bu sıralarda İstanbul yakası ahşap, eski ve harabe binalarıyla, büyük yangınların ardından ortaya çıkan yangın alanlarıyla hayata tutunma savaşı veriyordu. Pera’daki Türk mahalleleri de bundan farklı durumda değildi.
1857’de Altıncı Belediye Dairesi adıyla Beyoğlu ve Galata semtlerini kapsayan belediye kuruldu. Nizamnamesinde açıkça yazıldığı üzere “çok sayıda akarat ve mutena binalar bu bölgede bulunduğundan” kuruluş önceliği buraya verildi. Belediye meclisinin neredeyse tamamı Osmanlıların en zengin azınlıklarından ve ecnebi tebaalılarından oluşuyordu. Bunlar sefaretlerin ve gayrimüslimlerin kendi bölgelerinde rahat yaşamalarına yönelik kararlar aldılar. Öncelikle sağlık sebepleriyle gayrimüslim mezarlıklarını Şişli civarına naklettiler. Müslüman mezarları yerinde kaldı. İstanbul ahşap binalarla dolu olduğundan bir yangına maruz kalırsa binlerce ev yanıyor ve yangın yerlerinde yapılan düzenleme ile yollar genişletilebiliyordu. Galata Surları içi ise daracık yollardan ibaret olup binaları da taş olduğundan İstanbul gibi yanıp kül olmuyor ve ardından da yolları genişletilemiyordu. Burada ancak yıkım yapılabilirdi. Surların yıkılması ile bu işe başlandı. Galata surlarını yıktılar, etrafındaki hendekleri doldurdular.
Görünürde sur diplerinde ve hendeklerde uygunsuz ve gayriahlâkî eylemlerin engellenmesi hedeflenmişti. Ne var ki sur duvarından başka korunağı olmayan Kasımpaşa ve Tophane istikametindeki büyük Müslüman mezarlıkları açık hedef ve çoluk çocuğun oyun sahası haline geldi. Gayrimüslim mezarlıkları gibi bakımlı olmayan ve duvarlarla korunmayan Türk mezarlıklarında, zamanla içlerine arabaların dahi girdiği yollar açılmaya başlandı. Buralardaki mezar taşları ve mezarlar zamanla eksildi.
Tahribat kısa sürede büyüdü ve ortaya çıkan boş alanlar satıldı veya belediye namına dükkân, pazar yeri inşa edilerek kiraya verildi. Galata Surları dışında Kasımpaşa ve Tophane taraflarında fetihten beri oluşmuş devasa mezarlıklar bu sıralarda arazi rantiyelerinin göz diktikleri alanlar haline geldi. Evkaf (Vakıflar), Defter-i Hakani (Tapu-Kadastro) ve belediye memurlarından bazılarının suistimalleri ile birçok vakıf alanı ve mezarlık bir şekilde elden çıktı.
Galata-Beyoğlu tünel inşaatı da Tepebaşı’ndaki bir kısım mezarlığın tahribine sebep oldu. Kimi zaman Evkaf Nezareti mezarlıklardaki kurumuş servileri sandıkçı esnafına satılmak üzere kestirdi. Altıncı Belediye Dairesi binası olarak yapılan şimdiki Beyoğlu Belediye binası bile mezarlık bölgesinde yapıldı. Önündeki geniş yol mezarlıktan açıldı. Altıncı Daire karşısındaki mezarlığın yola giden kısmından dolayı Evkaf Nezareti ödeme yapılmasını istediğinde Şehremaneti tarafından “mezarlıktan koparılan parça ile mezarlıkları arsa olarak değerlendirmesi halinde fiyatları daha da artacağından geliri de artacaktır. Şehrin şiddetle muhtaç olduğu ümran ve terakkiyi sekteye uğratacak engellemelerden vazgeçilmesi” yollu nasihat verilmişti.
İşte böyle bir ortamda 19. yüzyılın ikinci yarısında gayrimüslim nüfus giderek artmaya başlayınca Asmalı Mescit, Bedreddin, Şahkulu gibi Türk mahallesi sakinleri gayrimüslimlerden emniyetlerinin kalmadığını, rahatlarının bozulduğunu, birçok Türk ailenin mahallelerini terk ettiğini, gayrimüslim yayılması önlenemezse kendilerinin de buraları terk edeceklerini arzuhal ve toplu dilekçelerle Sadarete bildirdiler. II. Abdülhamid somut olarak durumun nezaketini fark ederek cami, mescit, türbe, mezarlık gibi İslâmi yapı ve alanlara bitişik Müslüman emlakinin gayrimüslimlere satılamayacağına dair karar aldı. O zamana kadar bizzat Evkaf Nezareti’nin “mukataaya rabt ederek” veya müzayedeye çıkararak sattığı gayrimenkuller gayrimüslimlerde kaldı.
Eski adı Kabristan Sokağı şimdiki Meşrutiyet Caddesi olan geniş caddenin Haliç istikametindeki Pera Palas Oteli, sonradan ABD Sefareti binası olan Corpi ve Tubini evleri de buralardaki ilk binalardır. Tepebaşı Bahçesi ile bu taraf tamamen halledildi. Daha aşağıdaki bölgelerde adacıklar halinde kalan mezarlıklar da zamanla ortadan kayboldu.
Eski ABD Sefareti ile Pera Palas Oteli’nin tam karşısındaki Asmalı Mescit Sokağı başında da bir hazire mevcuttu. Bunun arkasında Hacı Beşir Ağa’nın hayratı bir çeşme ile bu mahalleye adını veren Asma Mescidi veya Asmalı Mescit bulunuyordu. II. Bayezid devrinde Kalafatçıbaşı Yunus Ağa adında bir hayırseverin vakfettiği bu mescit, aynı zamanda çevresindeki mahalleye de ad oldu (Zaten İstanbul’daki mahalleler genellikle bir cami veya mescide açılan, çoğu çıkmaz sokaklara dizilmiş evlerden ibarettir ve ortasındaki caminin adıyla anılır).
Asmalı Mescit Sokağı’nın Cadde-i Kebir’i keserek Kumbaracı Yokuşu’na bağlandığı noktaya “Dörtyol” denilirdi. Tophane’den Tepebaşı’na anayol burasıydı ve çok işlek bir trafiği vardı. Belediye emlak vergisi kayıtlarına bakıldığında vergi değeri en yüksek binalar sağlı sollu dizilmişlerdi. Kozmopolit yapısı sayesinde farklı ülkelerden çok sayıda sakini mevcuttu. Mekteb-i Sultani’den Tünel’e inen caddenin sağ tarafına Asmalı Mescit Mahallesi adı verilmiştir. İşte bu mevkide bulunan tek cami burasıydı. Kabristan, Mezarlık, Minare adı verilen sokaklar ile çevrili olması tarihsel konumu hakkında bir fikir verir.
Bu cami 1837’de ilginç bir olaya da sahne olmuştur. Vakfiyesi gereği imamlık hizmeti Kalafatçıbaşı Yunus Ağa’nın torunlarından Mehmed Esad ile Mehmed Tayyib isimli iki kardeş arasında bölüştürülmüştür. Küçük Mehmed Tayyib on beş sene önce görevini terk ederek Mısır’a yerleşir. Diğer imam Mehmed Esad Efendi ise alkolik, cemaate küfreden bir adamdır. Ahali bunun terbiyesi için şikâyette bulunmuşsa da yapılan uyarılara kulak asmadığı gibi küfürleri yanına cemaate karşı şiddet uygulamaya başlar. Bu durumda halk bu adamı azleder ve Mevlevi Mehmed Dede’ye imamlık görevi verilmesini ister.
Cami 1860’lardan önce yanmış olmalıdır. Bu tarihte cami arsasına bir duvar çekilmesi düşünülmüş ama türbe mahalli ve cami arsasının Saatçi Matran tarafından hileli senetle ele geçirdiği görülmüştür. Evkaf’ın bu yerleri geri alması ve duvarın tamamlanması istenmiştir.
1870’deki büyük yangın ardından topografyası ve bina mimarisi tamamen değişen Beyoğlu’nun sakinleri de büyük ölçüde gayrimüslimlerden oluşmaya başladı. Asmalı Mescit’in Türk sakinleri mahalleyi tamamen terk etti ve sahipsiz kalan cami-çeşme-mezarlık alanında 1906 yılında bir hafriyat çalışması görüldü. Bu inşaatı şikayet için Abdülhamid’e gönderilen bir jurnal sayesinde, bu tarihi mekânın nasıl rantiye-bürokrat elbirliği ile ortadan kaldırılıp yerine apartman dikildiğini öğrenebiliyoruz.
Jurnalin sahibi II. Abdülhamid’in hafiyelerinden Bahriyeli Fotoğrafçı Ali Sami Bey’dir. İhbarına eklediği kroki ile bugüne kadar Asmalı Mescid Camii tarihinde karanlık kalmış birçok noktayı aydınlatmaktadır (Ali Sami Bey hayli tartışmalı bir kişiliktir. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle Yunanistan’a sığınmış, Kurtuluş Savaşı’nda Yunan taraftarı olduğu için de “150’likler” listesinde 101 numarada yer almıştır).
Bu kroki ortaya çıkana kadar Kalafatçıbaşı Yunus Ağa’nın kabrinin cadde üzerinde çevrilmiş set üstündeki mezarlıkta bulunduğu düşünülüyordu. Rivayetlere göre 1940’lı yıllarda Yunus Ağa’nın kabri buradan alınarak Galata Mevlevihanesi’ne taşınmıştır. Ne var ki Fikret Adil’in Asmalımesçit 74 kitabındaki Münif Fehim krokisinde buradaki mezar taşında “Haza Kabr-i Mehmed Dede sene 99” yazılı olduğu görülür, Yunus Ağa kabrinden bahsedilmez. Bugün Beyoğlu Belediyesi tarafından asılan plakette ise nasıl tespit edildiği bilinemeyen bir şekilde “Ali Hoca Türbesi” yazılmıştır. Yanındaki tabelada ise Asmalı Mescid’in burada bulunduğu belirtilmektedir. Ali Sami Bey’in çizimi bu iki tabelanın da yanlış olduğunu ispat eder. Krokiye göre bugünkü Kamhi Apartmanı/Donizetti Oteli altında bulunan cami arsası gayet küçüktür ve kuzey tarafında da Yunus Ağa’nın tahrip edilen kabri gösterilir. Diğer tahrip edilen kabirler, saka odası ve Lala Beşir Ağa Çeşmesi’nin yerleri de bu binanın altında kalmaktadır.
Ali Sami Bey bu jurnali ile inşaatın durdurulmasına çalışmış ve girişimlerde bulunmuştur. Bürokrasinin her kademesinde dolaşan şikâyet, sonunda Bakanlar Kurulu’na gelmiş ve burada inşaatın oldukça ilerleyip bitmeye yakın olduğu gerekçesi ile yıkılmasından sarfınazar edilerek devamına karar verilmiştir. Vakfı için daha faydalı olacağı gerekçesi ile Rafael Kamhi’nin cüzi bir bedeli Evkaf’a ödemesi karşılığında mesele kapatılmıştır.
Rafael Kamhi binayı bitirdikten sonra alt katında birahane açar. Cami ve mezarlığın üstünde birahane açıldığı için şikâyet edilirse de Ocak 1910’da ruhsatını alır ve birahane faaliyetini sürdürür. Zaten o sokakta birkaç birahane daha vardır ve onlara hiç problem çıkarılmamıştır. Meşrutiyetin ilanından sonra Pera Palas ile arasından geçen Kabristan Sokağı’nın adı da Meşrutiyet Caddesi olarak değiştirilip eski kabristanı hatırlatan en son bağ da koparılıp atılır.
Tepebaşı-Şişhane-Asmalımescit üçgeni o devirde bir anda tiyatro, gazino, bar mekânlarıyla sanat ve eğlencenin merkezi olur. Bohem hayat sonuna kadar orada yaşanmaktadır. Cumhuriyet dönemine de devrolan bu miras günümüze kadar taşınmıştır. 90’lardan itibaren yeniden eski itibarına kavuşmuş ve eğlencenin en bilinen merkezlerinden biri olarak önemini korumaktadır.
“FİKRET ADİL-ASMALIMESÇİT 74” KİTABININ KAPAĞI
“Fikret Adil’in Asmalımescit tasviri
Macera peşinde vatanını bırakan, hudut haricine atılan, yayan devri âleme çıkan ecnebiler ve barlarda çalışan bütün artistler Asmalımescit’te otururlar.
Dünyanın her köşesinden gelmiş, ekserisinin milliyetleri ancak pasaportlarında -eğer varsa- yazılı bu insanların etrafında, gene ecnebi, fakat en aşağı 20 senedir Asmalımescit’te yerleşmiş bir grup daha vardır. Bu gruba mensup olanlar, artist acenteliği, tefecilik, pansiyonculuk ve tellallıkla geçinirler, her lisanı konuşurlar, hiç birisini okuyup yazmazlar. Türkçe imzalarını atmayı bilirler ve zabıtadan tanıdıkları çoktur.
Marsilyalı bir ‘souteneur’, Napolili bir ‘lazzarone’, Şikagolu bir ‘ganster’ kendini Asmalımescit’te yabancı saymaz.