Kasım
sayımız çıktı

‘Sopalı seçim’lerden cumhuriyet dönemi seçim hilelerine…

1912 seçimleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gerçekleştirdiği hile ve baskılar yüzünden tarihimize “Sopalı Seçimler” olarak yazıldı. İkinci büyük kara leke ise 1946 genel seçimlerinde CHP’nin “resmen hile” yapmasıyla yaşandı. 1957’deki seçimlere ise Demokrat Parti’nin ağır siyasi baskıları ve “son anda gelen oylar” damga vurmuştu.

Türkiye tarihindeki ilk seçim yolsuzluğu, “Sopalı Seçim” adı verilen ve 1912’de gerçekleşen seçimlerde gerçekleşmiştir.

O dönem iktidardaki İttihat ve Terakki Cemiyet’ne (İTC) muhalefet edenlerin hepsi biraraya gelerek 21 Kasım 1911’de Hürriye ve İtilaf Fırkası’nı (HİF) kurmuşlardı. Yeni parti yalnızca üç hafta sonra İstanbul’da yapılan araseçimi kazanınca İttihatçıların etekleri tutuştu. Ertesi yıl seçim yılıydı ve yeni partinin yeterince örgütlenebilmesi durumunda seçimleri kazanma olasılığı vardı. Bu olasılığı bertaraf etmenin tek yolu ise erken seçim yapmaktı. İTC, Sultan V. Mehmet Reşat’ın Meclis-i Mebusan’ı feshetmesini hileli bir yoldan sağladı, Nisan 1912’de yapılan seçimleri de ezici bir üstünlükle kazandı. Yeni Meclis-i Mebusan’da İTC mensubu olmayan sadece altı milletvekili vardı.

“Sopalı seçim” adı verilen 1912 seçimleri, daha sonra olanları açıklamak bakımından, çok önemli bir dönüm noktasıdır. İttihatçılar, bu seçimler sırasında muhalif milletvekili adaylarının dövülmesi gibi bir dizi şiddet olayı da dahil olmak üzere, türlü saldırganlıklar ve hileler yaptılar. Bu nedenle muhalefet, seçimlerin ve tabii Meclis-i Mebusan’ın meşruluğunu sorgular oldu. Öte yandan, birçok seçim çevresinde alınan sonuçlar da, seçmen kitlesinin büyük bir çoğunluğunun İTC yanlısı olduğunu ortaya koymuştu. Yani, dönemin politika atmosferini gayet iyi özetlemiş olan “Şehbenderzâde Filibeli” Ahmet Hilmi Bey’in de dediği gibi, kanunsuz yollara başvurmuş olmasalar da seçimleri İttihatçılar kazanacaktı. Bu tespit ise İttihatçılara, yaptıkları tüm uygunsuzluklara karşın seçmenlerin gözünde itibarlı olduklarını gösteriyor, dolayısıyla da herhangi bir meşruluk sorunları olmadığı fikrini aşılıyordu… Meclis-i Mebusan’ı kaybeden, seçmenlerin de kendilerini desteklemediğini gören muhalefet, seçim hilelerini de bahane ederek, kanundışı çareler aramaya başlayacaktı.

Cumhuriyet dönemi

Siyasi tarihimizin temelde Cumhuriyet Halk Partisi’yle (CHP) Demokrat Parti (DP) arasındaki rekabetle özetleyebileceğimiz 15 yıllık döneminde iki erken seçim yapılmıştır. Bunlar, dönemin ilk ve son seçimleri olan 1946 ve 1957 seçimleridir. İki seçimin de hem hazırlanışları hem yapılışları hem de doğurdukları sonuçlar açısından siyasi tarihimizde oynadıkları rolleri ne kadar vurgulasak azdır.

1924’teki Belediye seçimlerine dair Akbaba dergisinde çıkan karikatür: “Kuklanın kuklasının kuklası”

1947 sonbaharı yerine 21 Temmuz 1946’da yapılan erken seçim, iki açıdan çok önemlidir. Zira bu seçime, genel oy hakkının kanunlaştırıldığı 3 Nisan 1923’ten sonra ilk kez olmak üzere birden çok parti katılıyordu. Bilindiği gibi 1946 seçimi, belli bir yaşın üzerindeki seçmenler açısından bakıldığında, ilk çokpartili seçim değildi. II. Meşrutiyet’te (1908, 1912 ve 1914) ve Millî Mücadele döneminde de (1919) çokpartili seçimler yapılmıştı. Ama o seçimlerde genel oy hakkı yoktu. Cumhuriyet dönemine ise genel oy hakkıyla girilmiş olmasına karşın ne Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ne de Serbest Cumhuriyet Fırkası bir genel seçimde yarışacak kadar yaşayabilmişti.

Ayrıca 1946 seçimleri, siyasi tarihimizin ilk tek dereceli seçimi, yani milletvekillerinin doğrudan doğruya yurttaşların oylarıyla seçildiği ilk genel seçimimizdi. Tek dereceli seçim ilkesi daha 1877’de, ilk seçim kanunumuz yapılırken gündeme gelmiş ve Meclis-i Mebusan’ın hazırladığı taslakta yer almıştı. Ama bu taslak 1908’in Ağustos başlarında kanunlaşırken sözkonusu ilke kaldırılmış, “müntehib-i sani” yani ikinci seçmen diye bir karakter yaratılmıştı. Seçmenler bu müntehib-i sanileri seçecek, onlar da milletvekillerini seçecekti. Gerçi bu sistem zaman zaman çok eleştirilmiş ve tek dereceli seçim isteği bazı parti programlarında bile görülmüştü ama tek dereceli seçim ilkesini Türkiye ancak 5 Haziran 1946’da benimseyebildi.

1946 seçimlerinin bir erken seçim olmasına gelince… Belki de ilk söylenmesi gereken şey, erken seçim beklentilerinin ya da söylentilerinin neredeyse DP’nin kurulmasının hemen sonrasında ortaya çıkmış olduğudur. Bu tür beklentilerin genellikle iktidar çevrelerinden sızdırılan bilgiler biçiminde karşımıza çıkması, akla ister istemez “baskın seçim” fikrini getirir. Nitekim Ocak ayı başında kurulmuş olan DP, erken seçim kararının kanunlaştığı 10 Haziran 1946’da yurt çapında örgütlenebilmiş olmaktan çok uzaktı. Demokratlar, sonuç olarak Meclis’teki toplam 465 sandalye için ancak 346 aday gösterebilecekti. Üstelik seçim yalnızca birbuçuk ay sonrasına, 21 Temmuz’a tarihlenmişti; yani doğru dürüst propaganda yapacak zaman da yoktu.

Ancak görünen o ki, DP yöneticileri daha Nisan-Mayıs aylarında erkene alınacağı belli olmuş olan seçimlere katılma taraflısıydılar. Bir kere iktidar, durmadan kendilerini seçime davet ediyor, yani belediye seçimlerinde yaptıkları boykotu tekrar etmemelerini istiyor ve bunu yaparken de genel seçimin boykot edilmesi halinde istenmedik birtakım yollara gidilebileceğini ima ediyordu. Yani partileri hâlâ kapatılabilirdi. Öte yandan, Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi “uydurma bir muhalefet” olduklarına ilişkin kuşkular da henüz tümüyle kaybolmamıştı. Hem bu kuşkuları bertaraf etmek hem de o güne kadar iyi kötü yaratılmış olan muhalefet ivmesini yitirmemek için seçime gitme kararı alındı. 15 Haziran’da yapılan ve adına “Ufak Kongre” denilecek olan toplantıda, Demokratlar seçime girmeye, Meclis’te antidemokratik yasaların lağvedilmesine çalışmaya, Meclis dışında da iktidarı halka şikâyet etmeye, bunlar mümkün olmazsa da “sine-i millete dönmeye” oybirliğiyle karar verdiler.

1946 seçimleri: 2. büyük kara leke

Ancak bütün bu anlattıklarımızdan sonra, 1946 seçimlerini “baskın seçim” olarak nitelemek gene de yanlış olur. Bir kere CHP yöneticilerinin, değil o yıllarda 1950’de bile seçimi kaybedeceklerine ilişkin herhangi bir tedirginliği yoktu. Belki, bunlardan bazılarının çok sonraları söyledikleri gibi, “uyuyorlardı”. Ülkenin nabzını tutmakta çok zayıf kalmışlardı. Ama hâlâ Millî Mücadele’nin saygınlığına, 2. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalabilmiş olma başarısına ve İsmet İnönü’nün biraz da bu ikisinden kaynaklandığına inandıkları karizmasına aşırı güveniyorlardı. Bu bakımdan genel seçimlerin neredeyse birbuçuk yıl erkene alınmasının nedenini iç politikada değil dış politikada, daha doğrusu dışarıya gösterilmek istenen vitrinde aramamız gerekir. Nitekim erken seçime ilişkin ilk ciddi işaretler, USS Missouri’nin İstanbul’a geldiği 5 Nisan 1946 tarihinden sonra görülür.

1946 seçimlerinde oy sandıklarının üzerinde ve etrafında CHP bayrakları.

İsmet Paşa’nın acelesi, kendisinden çok şey beklediği Batı dünyasına bir an önce çok partili bir Meclis gösterme arzusundan kaynaklanıyordu. Gerçi 1946 ilkbaharında da TBMM çok partiliydi; çünkü mensupları arasında CHP’nden ayrılıp DP’ye girmiş milletvekilleri vardı. Ama bu yetmezdi. Türkiye’nin Batı dünyasındaki imajını köklü bir biçimde değiştirecek olan, çok partinin katıldığı bir seçim sonucunda oluşmuş bir çok partili Meclis’ti. O yüzden İnönü, DP’nin seçimleri boykot etme olasılığından samimiyetle korkmuş ve o yüzden erken seçime gidiş aşamasında yaptığı konuşmalarda yer yer tehdit unsurunu da kullanmıştı.

İsmet İnönü 1946 seçimlerinde. Mazbatalar değiştirilmiş, “uzak köylerden ancak gelebilen sonuçlar” açıklamasıyla, Demokrat Parti’nin milletvekili sayısı azaltılmıştı.

Proje başarılı olmasına oldu ve “Truman Doktrini” adı altında anılan 1 milyon dolarlık ilk ABD yardımı 1947 Mart’ında elde edildi. Ama 1946 seçimleri, parlamento tarihimize  1912’deki “Sopalı Seçimler”den sonraki ilk büyük kara leke olarak geçti. DP’nin Meclis’te çoğunluğu elde etmesine hiç imkân olmamasına karşın, yine de büyük çapta hile yapılmıştı. Mazbatalar değiştirilmiş, “uzak köylerden ancak gelebilen sonuçlar” açıklamasıyla, birçok yerde Demokratların milletvekili sayısı azaltılmıştı.

Elimizdeki tanıklıklar, bu hilelerin İsmet İnönü’nün bilgisi dışında yapıldığını gösteriyor. Çoğu durumda da hilelerin, tek parti yönetimi alışkanlıklarının bir sonucu olarak, işgüzar devlet yetkililerinin refleksi biçiminde yapıldığına kesin gözüyle bakabiliriz. Ancak, İstanbul gibi birkaç yerde sonuçların CHP yetkililerinin doğrudan doğruya müdahaleleriyle oluştuğunu da biliyoruz. Hem Ahmet Emin Yalman’ın anıları hem de Nihat Erim’in Günlükler’i, Vali Lütfi Kırdar’ın İstanbul seçim sonuçlarını yukarıdan gelen bir emir doğrultusunda değiştirdiğini açıkça gösteriyor. Sonuç olarak Kâzım Karabekir, Refet Bele, Hüseyin Cahit Yalçın ve Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi önemli isimler, ancak seçimi sandıkta kazanmış olan bazı Demokratların adlarının silinmesi sonucunda milletvekili olabilmişti.

1957 Seçimi ve DP’nin problemleri

Metin Toker’in anılarına bakacak olursak, İsmet İnönü, 1958 Mayıs’ında yapılması gereken seçimlerin erkene alınacağını daha 1957 Şubat ya da Mart’ında sezmişti. Nitekim CHP, seçim hazırlıklarına seçimlerin erkene alınacağına ilişkin herhangi bir resmî açıklama yapılmadan önce, Nisan ayında başladı. Resmî açıklama ise 25 Mayıs’ta Başbakan Adnan Menderes tarafından yapıldı; seçimler 27 Ekim’de yapılacaktı. Ancak, bu garip durumu ilk aşamada İsmet Paşa’nın olağanüstü bir öngörüsü, ikinci aşamada da CHP’nin DP’yi erken bir seçime zorlaması biçiminde yorumlamak yanlış olur. İnönü’nün sezgisi, iktidardaki DP’nin ciddi bir kriz içinde olduğunu ve kendisini bir anlamda yenilemek isteyeceğini gözlemlemiş olmasından ibarettir.

Bilindiği gibi DP’nin 1955’te yasalaştırdığı Basın Kanunu, o yılın Ekim-Kasım aylarında parti içinde bir deprem yaratmış, partiden ihraç ve istifalara yol açmıştı. DP’den ayrılanlar 19 Kasım’da Hürriyet Partisi’ni kurmuş, ay sonunda da Menderes, Meclis’ten güvenoyu istemek zorunda kalmıştı. Menderes, DP’nin ezici bir çoğunlukta olduğu Meclis’ten güvenoyunu almış, ama sorunları bitmemişti. Partiden ihraç ve istifalar sürmekle kalmadı, yeni katılımlar sayesinde Hürriyet Partisi’nin Meclis’teki sandalye sayısı CHP’ninkini geçti. Bu istifa ve ihraç süreci 1957’de de sürüyordu.

Öte yandan, hem parti içindeki çalkantılar hem de basında çıkan türlü yolsuzluk haberleri, sık sık Bakanlar Kurulunda değişiklikler yapılmasına neden oluyordu. Bütün bu gelişmeler sonucunda iktidar partisinin üst yönetiminde bazı il örgütlerine karşı güvensizlik de belirmişti.

Bu açıdan bakıldığında 1957 seçimlerinin “baskın seçim” olarak nitelenmesi zordur. Erken seçimin DP’nin kabuk değiştirmesi, parti örgütünün Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Adnan Menderes tarafından zapturapt altına alınma çabası olarak değerlendirilmesi akla daha yatkın gözüküyor. Nitekim bu iki kurucu üye, kimin nereden milletvekili seçileceğine neredeyse tek başlarına karar verecek, ama Kasım 1956’daki belediye seçimlerinde düşmüş olan oyların, yeniden yükseltelim derken daha da düşmesine neden olacaktı.

Adnan Menderes 1957 seçimlerinde oy kullanıyor. Hükümet gazetelere karşı davalar açmış, seçimden önce kapatmıştı.

Elimizdeki istatistik veriler, DP’nin 1954’te büyük farkla kazandığı bazı illeri 1957’de kaybetmesinin tek nedenini DP seçmeninin sandığa gitmemiş olması biçiminde gösteriyor. Aday yoklaması yapılmaması ya da il örgütlerinin aday tercihlerine kulak asılmaması ters tepecek, Menderes’in meşhur “odunu aday göstersem seçtiririm” sözleri tümüyle yenilgiye uğrayacaktı. Bazı dedikodulara bakacak olursak, son anda bir iki aday değişikliği yapılmasaymış, Demokratlar Menderes’in kalesi Aydın’ı bile yitirebilirmiş.

Ülkenin 1957’deki iktisadi durumuna baktığımızda, erken seçimler için “acil seçim” deyimini kullanabiliriz. Ankara’da süt alabilmek için kuyruğa girilen, kahvenin ancak karaborsada bulunabildiği, ABD’den et satın alındığı bir dönemdi 1956-1957 yılları. Millî gelirde ciddi bir düşüş yaşanmış ve 1954’ten 1957’ye fiyat artışları yıllık ortalama % 13’ü bulmuştu. Bu rakam, tüketicinin o yıllara kadar barış zamanlarında tanık olduğu en büyük rakamdı. İktidarın bir nebze rahatlık sağlayacak bir dış borç bulma ümidi de o dönemde hiç yoktu. Gerçi ABD seçimlerden sonra musluğu gene açacaktı ama, erken seçime gidildiği sıralarda ne bu bekleniyordu ne de 1958’in daha iyi bir yıl olacağı. Dolayısıyla bir an önce seçime giderek dört yıl daha kazanmak, sonrasına da sonra bakmaktan başka bir çare yoktu.

Bütün bu söylediklerimize rağmen 27 Ekim 1957’de yapılan erken seçimlere “baskın seçim” gözüyle bakılabilir. Ama “baskın” niteliği, gördüğümüz gibi seçim kararında değil, iktidarın seçime giderken yarattığı siyasi koşullardadır. Örneğin DP’nin muhalefeti destekleyen basına karşı daha 1955’te başlatmış olduğu sindirme eylemleri, 1957’de şiddetlendi. Çeşitli gazetelere karşı davalar açıldı, bazı gazeteler kapatıldı. Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) Genel Başkanı Osman Bölükbaşı’nın milletvekili dokunulmazlığı kaldırıldı. Bölükbaşı daha sonra yargılanarak hapse atıldı ve seçimleri hapiste geçirdi. Kırşehir’den yeniden milletvekili seçildikten bir ay sonra tahliye edilecekti. Ancak muhalefete asıl darbe, seçimlerden birbuçuk ay önce çıkarılan yeni seçim kanunuyla vuruldu.

Gaziantep ve 3. büyük kara leke

1957’nin yaz aylarında CHP, CMP ve Hürriyet Partisi önde gelenleri birçok kez biraraya gelerek seçim ittifakı hazırlıklarına girişmiş ve Eylül başlarında anlaşmaya varmışlardı. Her seçim bölgesinde en güçlü olan parti seçime katılacak ve o partinin listesine diğer partilerden belli oranlarda aday girecekti. İttifak, bağımsızları da kapsıyordu. Ancak DP, 11 Eylül’de çıkarılan yeni seçim kanunuyla söz konusu ittifakı imkânsızlaştırdı. Yeni kanun, her partinin örgütü bulunan her yerde seçime katılmasını zorunlu hale getiriyordu. Ayrıca aday olmak isteyen devlet memurlarına seçimden en az altı ay önce istifa koşulu konmuş, böylece üniversite ve yargı kökenli birçok kişinin önü kesilmişti.

Siyasi partilere radyo yasaklanmıştı. Bu tabii DP için de geçerliydi ama, hükümet radyoyu kullanabilecekti. Aynı biçimde, partilerin seçim kampanyaları seçimden üç gün önce sona erecek, fakat hükümet her türlü etkinliği yapabilecekti.

Muhalefet bütün bu kısıtlamalara rağmen toplam oyda DP’yi geçti. DP ilk defa % 50’nin altında kalmış, ama oyların % 47.7’sini alarak, çoğunluk sistemi gereği Meclis’teki 610 sandalyenin 424’ünü elde etmişti. Ancak seçimler sırasında yaşananlar, parlamento tarihimize “Sopalı Seçimler” den sonraki ikinci büyük kara lekeyi sürmüş oldu. Birçok yerde gene “uzak köylerden ancak gelebilen oylar” sonucu tayin etmişti. Bunlar arasında en garibi Gaziantep’te yaşandı. Seçim sonuçlarına göre Gaziantep’i 700 oy farkla CHP kazanmıştı. DP’nin sözcüsü olan Zafer gazetesi bile ertesi günü Gaziantep’i CHP’nin kazandığını yazdı. Ama “geç saatlerde yetişen 1.000 kadar oy” durumu tersine çevirmiş ve DP Gaziantep’de kazanmıştı.

1919 SEÇİMLERİ

Son Osmanlı Meclisi’ne baskı altında seçim

1919 sonbaharındaki iki gelişme, Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin düşmesine neden olmuştur. Bunların biri, İstanbul Hükümeti’yle Elazığ Valisi Ali Galip Bey arasındaki, Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey’in ölü ya da diri olarak ele geçirilmesine ilişkin yazışmanın bütün ülkeye duyurulması, diğeri de Mustafa Kemal Paşa’nın girişimiyle Anadolu’yla İstanbul arasındaki haberleşmenin kesilmesidir. Bunun üzerine Ali Rıza Paşa 2 Ekim’de sadrazam olmuş, 7 Ekim’de ise uzun bir süredir beklenen seçim çağrısı yapılmıştı.

11 Aralık 1919

Harbiye Nezareti’nden Dahiliye Nezareti’ne; Nusaybin’deki seçimlere silahlı kuvvetlerin müdahale ettiğine ilişkin bir ihbarın Harbiye Nezareti’ne de geldiğini söyleyen Harbiye Nâzırı imzalı telgraf.

8 Ocak 1920

Bolu Mutasarrıflığı’ndan Dahiliye Nezareti’ne, Düzce Kazası’nda seçimlerin kanuna aykırı biçimde yapıldığına ilişkin Abdülvahab imzalı şikâyet hakkında Bolu Mutasarrıfı imzalı telgraf.

Bu kararı izleyen haftalarda yapılan milletvekili seçimleri neredeyse her tarafta Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin baskıları altında geçti. Birçok seçim bölgesinde istenmeyen adayların seçilmesi engellendi, seçilen bazı adayların mazbataları düzenlenmedi ve yerlerine başkalarının adlarına mazbatalar düzenlendi. İçişleri Bakanlığı’na birçok itiraz dilekçesi geldi ve bu durum basına da yansıdı. Seçimlerde yolsuzluk yapıldığı gerekçesiyle Hürriyet ve İtilâf Partisi seçimleri boykot ettiğini açıkladı.

1930 SEÇİMLERİ

Devlet emriyle Serbest Fırka’nın kaybettirilmesi!

Serbest Fırka 12 Ağustos 1930’da kurulduktan kısa bir süre sonra ülkede belediye seçimleri yapılmış, parti yöneticileri halktan gördükleri desteğin verdiği cesaretle seçimlere katılma kararı almıştı. Yeni partinin özellikle büyük kentlerde ve ticari merkezlerde çok sayıda taraftarı olması, Cumhuriyet Halk Fırkası yöneticilerini tedirgin etmişti. Bunun üzerine İçişleri Bakanlığı’ndan valiliklere gönderilen manidar bir talimatla seçimlerde büyük çapta hile yapıldı. Serbest Fırka, olağan koşullarda kazanması beklenen birçok yerde seçimleri kaybetti. Seçimler sırasında Gazi Mustafa Kemal’le birlikte sonuçları irdeleyen Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar adlı anı kitabında şunları yazıyor:

“Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın da katıldığı belediye seçimleri, çok gürültülü, bazı yerlerde kavga dövüşlü bir şekilde devam etmekte, buna paralel olarak, muhalefetin şikâyetleri de günden güne artmaktaydı. Her yerde hükümet kuvvetlerinin intihaplara müdahalesinden, muhalefete baskı yapıldığından, yolsuzluklardan, kanunlara aykırı hareketlerden bahsediliyordu… Serbest Fırkacıların şikâyet ve iddiaları bütün bütün boş değildi; Atatürk bunun farkındaydı. Nitekim bir gün kendisine hemen hepsi Cumhuriyet Halk Fırkası’nın lehinde olarak gelen seçim haberlerini arz ettiğim sırada bana, ‘Hangi fırka kazanıyor?’ diye sormuş; ‘Tabii bizim fırka Paşam’ cevabını vermiştim de gülmüş; ‘Hayır efendim; hiç de öyle değil! Hangi fırkanın kazandığını ben sana söyleyeyim; kazanan idare fırkasıdır çocuk! Yani jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler. Bunu bilesin’ buyurmuştu”.

7 KASIM 1982

Anayasa oylaması ve ‘şeffaf zarflar’

12 Eylül 1980 darbesinden iki yıl sonra yapılan Anayasaya referandumunda, yüzde 91.37 oranında kabul, yani evet oyu çıkmıştı. Kenan Evren, 29 Ağustos’da Afyon’da halka hitaben yaptığı konuşmada, “dış güçlerle işbirliği yapanların ‘Hayır’ kampanyası açtığını” belirtiyordu. 25 Ekim’deki Rize konuşmasında ise “Bunlar Ermeni ASALA örgütüyle işbirliği yapanlar, komünist radyolardan talimat alanlardır” diyecekti. 7 Kasım günü geldiğinde seçmenleri bir sürpriz bekliyordu: Ordunun belirlediği şeffaf oy zarflarının dışından mavi pusulalar seçilebiliyordu. Bu uygulama, birçok kişinin “ret” oyu vermekten korkmasına yolaçmıştı.

Ahmet Kuyaş’ın Ocak 2013 ve Haziran 2018 sayılarında dergimizde çıkan yazılarından derlenmiştir.