Birçoğumuzun Sümeroloji kelimesini duyduğu anda aklına gelen ilk isim Muazzez İlmiye Çığ, nam-ı diğer “Muazzam Muazzez”, bugün 106 yılı devirmiş bir cumhuriyet çınarı… Kırım göçmeni orta halli bir aileden çıkıp Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Hititoloji bölümüne kaydoldu. Nazi Almanyası’ndan Türkiye’ye iltica eden Yahudi profesörlerinden aldığı eğitimle 1940’ta İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi Çiviyazılı Belgeler Arşivi’ne uzman olarak atandı. Müzede çalıştığı 31 yıl boyunca meslektaşlarıyla birlikte müzenin 74 bin tabletten oluşan çiviyazılı belgeler arşivini oluşturdu. Sümer ve Hitit kültürlerini tanıtan 13 kitap yazan ve mesleğine doyamadığını söyleyen Muazzez İlmiye Çığ, hem hayatı hem de bitmek bilmeyen merak, tutku ve coşkusuyla bugünün gençlerine ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
SERPİL KORKMAZ
Çocukluğunuzda hatırladığınız, iz bırakan hadiseler hangileri?
Eski Türklerde, İslâmiyet öncesinde kızçocuğu doğduğu zaman eve bereket geldi diye sevgi duyarlarmış. Benim babam da ben daha doğmadan kızı olsun istemiş. “Kızım olursa Fransızca öğreteceğim, keman öğreteceğim” demiş. Kendisi Merzifonlu fakir bir ailenin çocuğu. Kırım’dan Bulgaristan’a, Bulgaristan’dan da Merzifon’a göç etmişler. Elde para yok pul yok. Hiçbir şeyleri yok. Dedesi, babası fakir. Dedesi Kırım’da müderrismiş. At sırtında köylere gider ders verirmiş. 75 yaşında ölmüş. Onların Kırım’da büyük çiftlikleri varmış. Kaçmışlar Bulgaristan’a gelmişler. Çiftliği alan Rus aile Bulgaristan’a yağ, peynir gibi erzak gönderince, Bolşevik Devrimi sonrasında çiftliği Rus ailenin elinden almışlar. Sonra büyük ailemiz Merzifon’a ve daha sonra da Bursa’ya gelmiş. Babam Bursa’da medresede okumuş; oradan da öğretmen okuluna girmiş. Öğretmen çıktıktan sonra annemle evlenmiş. İşte o vaziyette “kızıma keman öğreteceğim, Fransızca öğreteceğim” demiş. Şimdi bile böyle bir insan nasıl bunu düşündü ben de hayret ediyorum.
Müthiş bir kariyer
Bugün 106 yaşında olan Muazzez İlmiye Çığ, Sümer ve Hitit kültürlerini tanıtmaya adadığı mesleğine doyamadığını söylüyor.
Anne tarafım gayet açık ve ileri görüşlü insanlarmış. Annem yabancı dil bilmezdi ama eve gelen yabancılarla da diyalog kurardı. Arapça Kur’an-ı Kerim okumasını bilirdi. Ne zaman ki Atatürk, Kur’an-ı Kerim’i tercüme ettirdi, annem bir daha Arapça Kur’an okumadı; hep Türkçe okudu. Tevrat’ın eski Türkçesi de vardı evde. Babam okumaya çok meraklı bir insandı. Bir de tabiatı vardı. Gazetede bir havadis varsa, evde annem dahil herkese okur paylaşırdı. Biz üç kardeş de birbirimize son derece düşkündük. O şekilde büyüdük. Mutlu bir çocukluğum, mutlu bir evliliğim ve mutlu bir işim oldu. Ben her şeyin iyi tarafına bakarım, kötü tarafını atarım.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra babam öğretmen olarak Bursa’ya geçti. Ben o zaman ilkokul 5. sınıftaydım. Orada beni bir ilkokula verdi. Fakat sonra duymuş ki bir özel okul var, orada Fransızca ve keman dersleri var. Beni derhal oraya aldılar. Para yok. Ben şaşıyorum. Bursa’da her şey çok pahalıydı. Çorum daha güzeldi. Herkesin evi vardı, bağı vardı. Ev sahibimizin bahçesi vardı. Meyve gelir; alın çocuklar yiyin derlerdi. Bursa’da böyle şeyler yoktu. Babam 30 lira maaş alıyor, 3 lirasını mektebe veriyordu. Üç de kardeş var… Annemin elinden iş geliyordu. Şapka dikip, satmış, onun parasıyla keman almıştı. Ben bugün düşünüyorum; bu öylesine bir fedakârlık değil… Mektepte keman dersi aldım. Öğretmen okuluna girdim. Orada keman dersi yoktu, ama bende de kabiliyet yoktu. Oradan da ayrılınca öğretmen olamadım.
Bir de unutamadığım anım var: Atatürk, Rıza Şah ile Eskişehir’e gelmişti. Bizim evimiz de ana caddedeydi. Atatürk geçiyor diye pencerelere çıktık. Kendisi bizim taraftaydı; el salladık. Yalnız başına üstü açık arabada gördüm onu. Bir tek kendisiydi; ne koruma ne bir görevli vardı. Bunu hiç unutmuyorum. Bir de 1936’da Ankara’da öğrenciyken gördüm onu. Karşılıklı el salladık birbirimize.
Kendi çocukluğunuzdan bugüne baktığınızda nasıl görüyorsunuz şimdiki çocukların durumunu?
Bizler sevgiyle büyüdük. Ben babamın, dedemin kucağında büyüdüm. Günümüze baktığımızda çocuklar sevdiklerinden ve aile büyüklerinden uzak büyüyor. Çocukları babası sevecek, amcası sevecek, komşusu sevecek ki çocuklar sevgiyle büyüyecek. Sevgiyle büyümeyenler, sevgisizlikten yetişkin olduklarında, annelerini, babalarını, kardeşlerini, eşlerini çocuklarını öldürüyorlar.
Benim çocuklarım sokakta büyüdü. Bugün baktığımız zaman çocuklar sokağa çıkamıyor. Biz Sultanahmet’te otururken küçük bir sokağımız vardı. O sokakta benim çocuklarım çıkar mahallenin çocuklarıyla oynardı. Aklımıza bu çocuklara tecavüz edebilirler, öldürebilirler gibi bir şey gelmezdi. Kızımla konuştuğumuz zaman “Anne biz iyi zamanlarda yetiştik” diyor. Şimdiyse anneler-babalar çocuklarını sokağa çıkarırken endişeleniyorlar. Çocuklar da şaşkın bu duruma. Çocuklara çok acıyorum.
Mesela “bugünkü gençler” dediklerinde ben çok kızıyorum. Evvela sen bu gence ne verdin? Oturup bunu düşünmek lazım. Gençlere spor sahaları vermek, onların oturup konuşacakları sohbet edecekleri alanlar yaratmak gerekiyor. Fakat biz gençlere hiçbir imkan veremedik. Yine de böyle pırıl pırıl yetişen çocukları gördükçe, bizim onlara teşekkür etmemiz lazım diyorum. Böyle güzel yetiştikleri için…
Meslek hayatınızda sizi en çok heyecanlandıran durumlar nelerdi peki?
Sümer edebî tabletleri üzerine pek çok önemli çalışma yapan Philadelphia Üniversitesi Müzesi Tabletler Bölümü Başkanı Prof. Kramer’le de İstanbul Müzesi’ndeki edebi metinler üzerinde birlikte çalıştık. Kendisinin isteği üzerine Tarih Sümer’de Başlar kitabını Türkçeye tercüme ettim. Kitap basıldıktan sonra hemen alıp Kramer’e gönderdim. Çok mutlu oldu. Müzede çok güzel çalışmalarım oldu. Hep iyi anılarımız oldu, hiç kötü bir anım yok. Hem müzedeki tabletleri tasnif edip okuyor hem de neşriyat yapıyorduk. Allah’a şükür müzedeki tüm tabletleri tasnif ettik. 74 bin tablet olarak numaralandırdık. Odalara koyduk. Oradaki çalışmalarımızdan makaleler yazdım, kongrelere gittik. Sonra yabancı ülkelerden kongre için buraya geldiler. Bir gün Almanya’dan gazeteciler geldi müze çalışmalarımız ile ilgili bizlerle röportaj yaptılar. Bu Alman gazeteciler daha sonra bize yazdıkları mektupta “Dünyayı gezdik sadece sizden bahsettik” demişlerdi. Muazzam bir çalışmaydı. Ben hâlâ doyamıyorum.
İşte oradaki çalışmalardan sonra emekli oldum. Atatürk o dönemde kurulan bankalara Sümerbank ve Etibank demişti. Bu konuları halk duysun, bilgilensin, bunlarda acaba Türklerle ilgili bir şey var mı diye araştırılsın istiyordu. Ben de bu düşünce ile öğrendiklerimi kitaplarla halka anlatacağım dedim ve bu kitapları yazmak için emekli oldum. Çok mutluyum. Sümerler hakkında bizim ülkemizdeki kadar çok şey bilen başka bir ulus yok.
Genç cumhuriyetin üniversitelerini nasıl hatırlıyorsunuz?
O dönemde İstanbul Üniversitesi yani İstanbul Darülfünunu’nun ıslah edilmesi, zamana uygun bir eğitim verecek hale getirilmesi gerekiyordu. O sırada biz de yüksekokullar için bir program hazırlamak üzereyiz. İsviçre’den bir profesör davet ediliyor. Atatürk diyor ki, “Sakın ha programda bizim kendi kültürümüz ihmal edilmesin; ön plana alınsın”.
Bu arada bizde bunlar yaşanırken Almanya’da Hitler, Yahudi profesörleri, doçentleri işten çıkarmış. Tabii parasız ne yapacak bu insanlar, aç mı kalsınlar? İsviçre’de bir dernek kuruyorlar ve her tarafa müracaat ediyorlar. ABD göçmen memleketi olduğu halde onları kabul etmiyor. Bu biliminsanları yeni kurulmuş bir ülke konumunda olan Türkiye’yle bağlantıya geçiyorlar. Nihayet müracaat ediyorlar, Atatürk “derhal gelsinler” diyor. Gelenlerle 1933’te bir anlaşma yapılıyor. Deniliyor ki, “Bundan sonra bu şahıslar ister hapiste ister sokakta olsun, artık Türk hükümetinin memurudurlar. Alman hükümetinin onlara herhangi bir engel çıkaracağını tahmin etmiyoruz. Şayet çıkaracak olurlarsa biz karşılamasını biliriz”. Yani 10 senelik bir devletin bu kadar güçlü bir şey yazması beni çok şaşırttı ve çok heyecanlandırdı. Onlar gelince de fakülteler açılmaya başlanıyor. Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ziraat Fakültesi açılıyor. İstanbul Üniversitesi modernize ediliyor. Yüksekokullar öğretime açılıyor. Böylece büyük bir eğitim ağı kuruluyor.
Meslek aşkı
Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne girdiği gün, hayatı boyunca çalıştığı mesleğiyle tanıştı.
Tabii Almanya’dan gelen profesörler bizim dilimizi bilmiyor. Onlara tercüman veriyorlar; o tercümanların da ayrıca parası veriliyor. Fakat profesörlere şu emir veriliyor: “Üç sene içinde eğitim verecek derecede Türkçe öğreneceksiniz”. Bu adamların elinde Türkçe öğrenecekleri kitap yok tabii. Almanya’da böyle kitaplar varmış, “Temin edilebilir mi?” diye soruyor hocalar; derhal alınıyor. Bugünkü eğitimin temelini onlar kurdu.
Atatürk, o insanlara en iyi şartları sundu. Mebuslar o dönemde 200 lira maaş alıyordu. Biliminsanlarına 1000 lira maaş verdiler. Almanya’da bir adam ölmüş; kitapları satılıyor denildiğinde hemen o kütüphane alınıyordu. Yani kitap istediler alındı; laboratuvar istediler yapıldı; her şey böyle birdenbire sağlandı. Gerek sanatta gerekse bilimde büyük atılımlar yapıldı. Bu insanların sayesinde oldu.
Bir Sümerolog olarak Sümerler’de kadınların durumuyla ilgili gözlemlerinizi aktarabilir misiniz?
Sümer’de kadın gayet serbest. Erkekler gibi kendi başlarına ticaret yapabiliyor, şahitlik edebiliyor; dava açıp kefil olabiliyor. Kadın ve erkek eşit. Evlilikler de kontratla oluyor. Kadın ve erkek hâkimin huzuruna gidip şartlarını söylüyorlar. 5000 yıl önce Sümerlerde kadının gücü çok fazla, pozisyonları bazı durumlarda şimdikinden yüksekti.
Bu gün biz kadın haklarında en yüksek çağdayız. 80-90 yıl önce Türk kadını kara çarşaflı, okuma-yazma bilmeyen bir konumdaydı. Atatürk’le birlikte toplumda birtakım haklar elde etti ve kadının toplumdaki statüsü yükseldi. Avrupa Rönesans’ı 400 yılda yaptı. Biz 80-90 yılda yaptık. Sanat, edebiyat, sosyal ve siyasal alan başta olmak üzere günümüzde her alanda kadın çok başarılı…
Yurtdışına giden insanlarımız 60-70 sene içinde yetiştirdikleri 2.-3. kuşakta sanayide, eğitimde, siyasette ortaya çıktılar. Bu bizim hakikaten cesur bir millet olduğumuzu gösteriyor. Bu kadar kısa zamanda bugün Avrupa’da her alanda Türk adı var, Türk cemiyetleri var. Bu da gösteriyor ki hakikaten zekiyiz ve çalışkanız, Atatürk’ün dediği gibi.