Kasım
sayımız çıktı

Türkçenin kutsal ve bilimsel kitabı Dîvânu Lugâti’t-Türk 950 yaşında

Kaşgarlı Mahmud’un 1072’de yazmaya başlayıp 1077’de tamamladığı sözlük, Türkçenin gelmiş geçmiş en önemli referans kaynağı. Eserin içindeki kelimeler, örnekler, atasözleri, karşılaştırmalar ve açıklamalar, Türk kültürünün evrensel boyuttaki zenginliğini kayıt altına alan müstesna bir dil zenginliği sunar. O, Türklerin “hor görülecek göçebeler” olmadığını dönemin yüksek kültürüne (Arap ve Fars) kanıtlar ve yüzyıllardır Türklere karşı oluşan önyargıları yerle bir eder.

HATİCE ŞİRİN

Kaşgarlı Mahmud bir dilbilimci, etnograf ve Türkologdur. Kaşgar’ın 50 km. güneybatısında İpek Yo­lu üzerinde bulunan Opal vaha köyündeki türbesinde, tahminî doğum ve ölüm tarihi 1008- 1105 olarak kayıtlıdır. Hakkın­da bildiklerimiz, ünlü sözlüğü Dîvânu Lugâti’t-Türk’te kendi­sine dair ketumca bir tutumla verdiği bilgilere dayanır. Babası Isık Göl’ün güney kıyısındaki Barsgan kentinin yöneticisi­dir. Karahanlı hanedanı üyesi soylu bir ailedendir; başkent Kaşgar’da görevlendirilince, Mahmud da burada yetişmiş­tir. Kaşgarlı Mahmud, Türkle­rin yaşadığı kentleri, bozkırları gezmiş; Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma ve Kırgızların lehçele­rini en ince ayrıntısına kadar öğrenmiş; gittiği yerlerden mo­dern bir dilbilimci gibi veriler toplamış; bunları karşılaştır­malı olarak sözlüğüne kaydet­miş ve tüm bunları Halife’ye sunmak üzere Bağdat’a gitmiş­tir.

Özgüveni yüksektir. Kendi dilinin en zarif, konuşmasının en belagatlı, tahsilinin en yük­sek, soyunun en köklülerden olduğunu sıraladıktan sonra, mızrak atışında da en iyilerden olduğunu yazar. Bu otobiyog­rafik bilgi, bize 8. yüzyıl Orhon Yazıtları’nda bir Türk beyinin en önemli nitelikleri şeklinde zikredilen “bilge” ve “alp” ol­manın 300 yıl sonra da presti­jini koruduğunu gösterir. Zeki Velidî Togan (1890-1970), bu cümlesinden ve sözlükteki as­kerî terminolojiden hareketle, onun aslen asker olabileceği­ni düşünür. Mahmud, her Türk lehçesini mükemmel öğrenmiş, bunların hepsini kapsayan ki­tabını iyi bir düzenle yazmış, eserine Dîvânu Lugâti’t-Türk adını vermiştir. Arapça, Farsça ve o dönemin diğer Türk leh­çelerinin tamamını bildiği gibi, İran ve Irak’ta Rumcayı da öğ­rendiği kabul edilir.

Kaşgarlı Mahmud’un kitabındaki harita.

György Hazai gibi kimi tür­kologlar, onun Türk kentle­rini dolaşmasını ve Bağdat’a gitmesini Karahanlı konfede­rasyonundaki iç karışıklıklar­dan kaçmak istemesine bağlar. Omeljan Pritsak, sonunun taht kavgasında zehirlenen diğer ai­le üyeleri gibi olmasından kay­gı duyarak Bağdat’a siyasi mül­teci olarak gittiği yorumunda bulunur.

Kaşgarlı Mahmud, Bağ­dat’a gitmeden birkaç yıl önce (1058), Abbâsîler Tuğrul Bey komutasındaki Selçukluların himayesine girmişti. Halife, Tuğrul Bey’e “İslâm’ın temel direği”, “Doğu ve Batı’nın hü­kümdarı” unvanlarını vermekle kalmamış, onu kızıyla evlendi­rip hilafetin ortağı ilan etmiş­ti. Halife varolan sınırlı gücünü Türklere borçluydu. Bağdat o dönemde Türklerle dolmuştu ama, aristokrat zümre Türk­çe değil Farsça konuşuyordu. Araplar, Farslar, hatta Selçuk­luların kendileri bile Türkçeyi kültürel derinliği olmayan, şiire ve felsefeye uymayan kaba bir dil olarak görüyordu. Kaşgar­lı Mahmud’un misyonu tam da bu zamanda belirginleşti: Hali­fe ve onun etrafındaki üst sını­fa hakir gördükleri Türkçenin yetkinliğini gösterecekti. O bu­nu planlarken, ana dillerini ko­nuşmaktan vazgeçen Selçuklu seçkinlerine de bir mesaj ver­meyi düşünmüş olabilir.

Mahmud, Türkleri ve Türk­çeyi o dönemin “medeni” dün­yasına kabul ettirmek ve üst kültüre dahil etmek için parlak zekasını devreye sokar: Kitabı­nın giriş kısmında “Nişaburlu ve Buharalı imamlardan bizzat işittim” dediği sahih olmayan iki hadisle Türkçenin öğrenil­mesini dinin bir vecibesi ola­rak takdim eder! Mahmud, “bu hadis doğruysa Türkçeyi öğ­renmek vaciptir, doğru değilse aklın gereğidir” diyerek, Arap ve Farslara Türkçenin derinli­ğini ve zenginliğini kanıtlama konusundaki inatçı ve coşku­lu kararlılığını gösterir. Mah­mud’un “Arapça ve Türkçenin aynı tempoda koşan iki yarış atı gibi olduğu” iddiası; Ameri­kalı Türkolog Robert Dankoff tarafından “İslâmiyet’in dili öylesine prestijliydi ki, Arapça, Türkçenin ölçülmesinde kulla­nılan bir modeldi” cümlesiyle yorumlanır.

Kaşgarlı Mahmud’un ünlü eserinin elimizdeki tek nüshası 1 Ağustos 1266’da kopyalanmış (üstte). Bugün İstanbul Millet Kütüphanesi’nde (altta).

O, Türklerin “hor görülecek göçebeler” çerçevesine sığdırı­lamayacağını dönemin yüksek kültürüne (Arap ve Fars) gös­termek ve yüzyıllardır Türklere karşı oluşan önyargıları kırmak için bu yola girmiştir. Kitabını takdim ettiği Halife’ye hitaben artık onların devrinin kapandı­ğını; Türk çağının başladığını; Türklere bağlananların güçlen­diğini; ayaktakımının alçaklık­larından Türklerin yardımıy­la kurtulduklarını; aklı başında herkesin Türkçe konuşması ve Türklere katılması gerektiğini ve aksi halde ok yağmuruna tu­tulacaklarını yazar.

Metnin tamamı, dikkatle seçilmiş nazik sözlerle süslen­miş, ancak aynı zamanda teh­ditkar imalar içeren bir mani­festodur. Kitabın giriş kısmı öylesine görkemli ve debde­belidir ki Frederick Starr, “gü­nümüz yayımcılarının hiçbiri 1.000 yıl önce yazılmış bu ese­rin önsözünü aşabilen bir tanı­tım yazısı kaleme alamaz” yo­rumunu yapar.

Kaşgarlı Mahmud’un 1072’de yazmaya başladığı, 1077’de tamamladığı sözlük, Türkçe-Arapça tanıklı bir söz­lüktür. Başlığı Arapça bir ter­kiptir; literal çevirisi “Türk dil­lerini toplayan kitap” anlamı­na gelir. Mahmud’un elinden çıkan orijinal yazma kayıptır. Bugün elimizdeki 319 varak­lık tek nüsha 1 Ağustos 1266’da kopyalanmıştır.

Arap sözlük yazımı gelenek ve ilkelerini iyi bilen Mahmud, kitabını bu yöntemle düzenler. Sözlükteki hemen her mad­de, ya bir cümle ya bir şiir ya da bir sav (atasözü) ile örneklen­dirilir. Sözcüklerin sadece tek anlamı değil, farklı ve mecaz anlamları da verilir. Türkçe söz­cük ve örneklerin üzeri kırmı­zı mürekkeple çizilip farkedil­meleri sağlanır. Fiil olan madde başlarının örnekleri, tekil 3. ki­şi geçmiş zaman çekimindedir (Günümüzde “acı(mak)” olarak kullandığımız fiili şöyle açık­layıp örneklendirir: “(açı-) sir­ke açıdı (Sirke ekşidi). Yaranın ağrısı zonklarsa yine aynıdır”. Bazı sözcüklerin farklı Türk lehçelerindeki anlamlarını veya biçimlerini verir (“uğur: Oğuz­cada hayır ve bereket. Yolcuya ‘yol uğur bolsun’ denir ki ‘yol, hayır ve bereket içinde geç­sin’ demektir”). Mahmud bazı maddelerde etimoloji de yapar (“Ören: Oğuzcada her şeyin kö­tüsü demektir; ‘harap’ anlamın­daki Farsça ‘vīrān’ kelimesin­den alındığını düşünüyorum”). Üstelik bu tip köken açıklama­larında çarpıcı bir dil milliyetçi­liği sergiler: “Oğuzlar Farslarla temasa geçtikleri zaman birçok Türkçe kelimeyi unutarak yer­lerine Farsçasını kullandılar. Bu da onlardan biridir”.

Kaşgarlı Mahmud’un ko­nuştuğu Türkçe, günümüz bi­lim dünyasında “Karahanlıca” diye bilinir. Ancak Mahmud, kendi dilini hep “Hâkaniye” di­ye anar. Sözlüğünde, Hâkaniye hükümdarlarının “Buğra Kara Hākān” unvanı taşıdıklarını be­lirtir. O dönemde basılan sikke­ler ve Arap-Fars kaynaklarında geçen “Karahan” terimi, mo­dern anlamıyla Türkolojinin kurulmasından, 19. yüzyıldan sonra yaygınlaşacaktır.

Kaşgarlı Mahmud’un Kaşgar’ın 50 km. güneybatısında İpek Yolu üzerinde bulunan Opal vaha köyündeki türbesi

10.-13. yüzyıllar arasında Orta Asya’yı Buhara’dan Tarım havzasına kadar ele geçiren Karahanlılar, İslâm dünyasının bir kısmını Türk töresiyle yö­neten bozkır kökenli ilk hane­danlıktır. Bir başka Türk gru­bu olan Oğuzlar da, yine aynı dönemlerde tedricen Horasan ve Anadolu’yu ele geçirmişler­di. Ahmet Bican Ercilasun’a göre Mahmud, Malazgirt Sa­vaşı sırasında yüksek olasılık­la Bağdat’taydı ve eserinin ha­zırlıklarıyla meşguldü. İşte bu büyük zaferlerin de etkisiyle Türk kültürü ve Türk dili Mah­mud’un eserinin hemen her sa­tırında âdeta kutsanır. Ali Şir Nevai’ye kadar geçen 400 yıllık zaman diliminde hiçbir Türk, Kaşgarlı Mahmud kadar keskin bir Türkçe propogandası yap­mayacaktı. Mahmud, bunun gururunu “Türk” sözcüğünü açıklarken Hz. Muhammed’in ağzından dile getirir: “Benim bir ordum var. Onları Türk di­ye adlandırdım. Bir kavme kız­dığım zaman üstlerine onları musallat ederim. Bu, diğer bü­tün insanlara karşı onların üs­tünlüğüdür”.

Mahmud’un diyalektiği

Bunlarla birlikte, Mahmud’u salt doktrinel bir “Türkçe pro­pagandisti” çerçevesinde de­ğerlendirmek yeterli değildir. O, Müslümanlığı yeni kabul et­miş bir topluluğun İslâmiyet’e candan bağlı bireyi olsa da; eski animist, şamanist inançların ve bozkır kültürünün tarihe gö­mülerek yitip gitmesinin kay­gısını da derinden taşır; henüz canlılığını koruyan bu değerle­rin tüm temel taşlarını titizlik­le eserine yansıtır. Kepeneğin omuzlarına dikilen keçe parça­sından (“yaŋalduruk”), ırmak kıyısında çocukların oynadı­ğı geleneksel oyunların adına (“müŋüz”); atın boynuna ta­kılan muskadan (“monçuk”), bostanlara nazar değmesin di­ye konan korkuluğa (“abakı”); kâhinlerin (“yatçı”) taşlarla bulut ve yağmur için kehanet­te bulunmasından (“yatlamak”) kısrağın arkasında kalan ta­yı çağırmak için söylenen lafa (“kurı kurı”) kadar her sözcüğü kaydeder. Türklerin inancına göre yılda bir gece ölülerin ruh­larının toplanıp yaşamlarını sürdükleri yerlere gittiklerin­de çıkan gürültünün adı (“tiki”) bile kayıtlıdır sözlüğünde.

Öz kültürün unutulması­na dair açıkça dile getirmediği ama satır aralarından okuna­bilen endişesini eski bir Türk atasözüyle taçlandırır: “İl kalır törü kalmas”; yani ‘”Ülke bı­rakılır, ama töre (örf ve adet) bırakılmaz”. O, İslâmiyet’in Arap ve Fars kültürlerini taklit ederek değil, bozkır kültürüy­le sentezlenerek, Türk tarihsel mirasına entegre edilerek ya­şanması görüşündedir.

Akademik derinlik Kaşgarlı Mahmud, eserinde meselenin yüzeysel veya kolay yanını seçip sözcüklerin yalnızca temel anlamını verip geçiştirmez; ayrıntılara yer verir. Örneğin İslâmiyet’in yasakladığı şarap (“süçig, bor, çağır”) yemeğin hazmedilmesine yarayan bir içecektir (“süçig aşıg siŋdürdi”); ama aynı zamanda sarhoşluğa sebep olur (“süçig anı esürtti”); çok içilirse de adamı kusturur (“süçig erig kusturdu”). Kırmızısına “kızıl süçig”, sıcağına “bışıg”, saklandığı kaba “sağır”, süzüldüğü huniye “aŋut” denir. Döneminde, olgun adam gibi davranan toy delikanlıları eğitmek için “şarap olmadan sirke olma” (“bor bolmadın sirke bolma”) atasözü kullanılır.

Kaşgarlı Mahmud’un türbesi
1829 ve 1897’de iki defa
onarım görmüş.

“Teke”yi açıklarken “erkek keçi” demekle kalmaz; boynu­zundan yay yapıldığını, köse adamlara “teke sakal” dendiği­ni belirtir.

“Burçak” hem “börülce” hem de benzetme ilişkisiy­le “ter taneleri” anlamındadır, “burçaklan(mak)” boncuk bon­cuk terlemek anlamındadır.

O dönemde iri çekirdekli meyvelerin genel adı “erük”tir (erik); “tülüg (tüylü) erük” şef­tali, “sarıg (sarı) erük” kayısıdır.

Sadece insanların değil, hay­vanların sağaltılmasındaki halk hekimliği yöntemlerin­den de bahseder: “Aŋduz: Bir bitkinin köküdür; kazılarak çı­karılır ve karnı ağrıyan at bu­nunla tedavi edilir”.

Kaşgarlı Mahmud’dan Türkçe eklerle ilgili bilgiler de alırız. Bugün genellikle “su­sa(mak)” fiilinden tanıdığımız istek bildiren ek, başka yiye­cek-içecek adlarına da eklenir: “etse(mek)”, “kagunsa(mak)”, “erükse(mek)”, “balıksa(mak), yani canı ety, kavun, erik, balık istemek…

Modern dilbilimin kurul­masından önce yazılan tüm sözlüklerde gördüğümüz halk etimolojisini bu sözlükte de bu­luruz. Mesela geleneksel Türk yemeklerinden “tutmaç”ı açık­larken, Büyük İskender döne­minden bir efsaneye gönder­mede bulunup sözcüğün “bizi tutma aç” cümlesinden geldiği­ni yazar. Oysa “tutmaç”; sütlaç (< sütlü aş), bulamaç (< bulama aş) örneklerinde görülen “aş”­tan (tutma+aş) kalıplaşan bir sözcüktür.

Mars gezegeni için “bakır sokım” (renginden dolayı); neş­ter için kana(mak)’tan “kana­gu”, makas için bıç(mak)’tan “bıçguç”, çuval için günümüzde dağarcık sözcüğünde yaşayan “tagar”, ütü için “ütüg” (< üt- ‘hafif ateşten geçirmek’), petrol için “kara yağ”, demir madeni için “temürlük”, edilgen eşcin­sel erkek için “kötlüg”, erkek düşkünü kadın için “ersek”, mal düşkünleri için “tavarsak” (< davar), yetişkin gibi davra­nan erkek çocuk için “ataç”, ye­tişkin gibi davranan kız çocuk için “anaç”, oğlan çocuğu gibi davranan yaşlı adam için “og­lansıg”, dölyatağı için “ogulçuk” (< ogul : cinsiyet bildirmeksizin çocuk) gibi binlerce sözcük, ha­maset ve polemiğe kaçmadan berrak biçimlerde tanımlanır.

Bu sözlük, Prof. Osman Fikri Sertkaya’nın da dikkati çektiği gibi saf Türkçe sözcük­lerden ibaret değildir. Türk­çeye epeyce erken dönemde Çince, Hintçe, Moğolca, Grek­çe, Arapça, Farsça gibi günü­müzde de yaşayan ve Toharca, Sogdca gibi bugün artık ölmüş dillerden de giren çok sayıda sözcüğü içerir. Örneğin bugün­kü Türkçeye Rumcadan geçen “kilit (< kleidí)”, Mahmud’un sözlüğünde “kirit” olarak ge­çer ki, doğrudan Yunancadan değil, Sogdca gibi bir İndo-İ­rani dilden alınıp Türkçe kir(­mek)-girmek etkisiyle “kirit” biçimini almış olabilir.

Kaşgarlı Mahmud’un
türbesinin girişinde yaklaşık
4 metre yüksekliğinde bir
heykeli bulunuyor.

Mahmud’un haritası

Kitabın giriş kısmında, Mah­mud’un “daire” olarak adlan­dırdığı yuvarlak ve renkli bir dünya haritası vardır. Amaç Türklerin yaşadığı coğrafya­ları tarihe geçirmektir ama, o dönemde bilinen yerlerin ne­redeyse tamamınını içermek­tedir. Tarihsel açıdan en büyük önemi, Japonya’yı gösteren ilk harita olmasıdır. İslâm coğraf­yacılarının geleneksel yuvar­lak haritalarında yaptıkları gibi merkeze Mekke’yi yerleş­tirmez; hatta Mekke haritada hiç yer almaz. Belki de politik bir mesaj verir: Haritanın odak noktası Karahanlı Devleti’nin doğu başkenti Balasagun ve ba­basının memleketi Barsgan’dır. Diğer ülke, kent ve bölgeler bu iki Türk kentinin çevresinde konumlandırılır.

Haritada, denizler ve dün­yanın çevresinde olduğuna ina­nılan okyanus yeşil; dağlar ve sınırlar kırmızı; nehirler gri; çöller ise sarı renkle gösteri­lir. Kuzeyde Rus, Volga, Kıpçak, Frenk toprakları; güneyde Ben­gal körfezi, Hind, Sind; doğuda Japon denizi, Japonya (Çapar­ka) ve Çin (Maçin); batıda Ku­zey Afrika, İspanya (Mağrip ve Endülüs) yer alır. Harita hak­kında ayrıntılı bir çalışma ya­pan Zürihli Arabist A. Kaplony, bu haritanın linguistik özellik­lerin eşzamanlı dağılımını gös­termek amacı taşıdığını, Türk lehçelerini öğrenmek isteyen okuyucuların işini kolaylaştı­ran bir tür “ağız atlası” olduğu­nu düşünür.

Uygur Türklerinden Yasin Karin, ailesinden kalma türbedarlık geleneğini sürdürmekte ve Kaşgarlı Mahmud’un temsilî mezarıyla yakından ilgilenmekte.

TOPLUMU OKUMAK

Küç eldin kirse törü tünlüktin çıkar

Zorbalık ülkeye girse kanun baca deliğinden (çadırın tepesindeki delikten) çıkar…

. Ülke yöneticileri adaletle hüküm sürmelidir: “Küç ėldin kirse törü tüŋlüktin çıkar”: Zorbalık ülkeye girse kanun baca deliğinden (ça­dırın tepesindeki delikten) çıkar.

. Başkasına boyun eğmekten­se yalnız kalmak tercih edilmeli­dir: “Öküz adakı bolgınça buzagu başı bolsa yėg: Öküzün ayağı ol­maktansa buzağının başı olmak yeğdir. “Yavlak tillig bėgden kerü yalŋus tul w”: Kötü dilli (küfür­baz) kocadansa, yalnız bir dul ol­mak yeğdir.

. Farklılıklara hoşgörüyle yaklaşıl­malıdır: “Tatsız Türk bolmas baş­sız börk bolmas”: Farssız (yabancı kavimsiz) Türk olmaz, başsız börk (bir tür şapka) olmaz.

. Nitelikli bireyler olunmalıdır: “Yı­lan kendi egrisin bilmas teve boy­nın egri tėr”: Yılan kendi eğriliğini bilmez, deveye boynun eğri der.

. Beşer şaşar. Özür dilendiğinde bağışlamak erdemdir: “Yazmas atım yağmur yanğılmas bilge yaŋku”: Iskalamayan tek okçu yağmurdur! Yanılmayan tek ses yankıdır.

. İnsan kapasitesi ölçüsünce ya­şamalıdır: “Karga kāzka ötgünse butı sınur”: Karga, kaza öykünür­se ayağı kırılır.

. En çaresiz anlarda bile umudun kırılmaması gerekir: “Kaynar ögüz keçigsiz bolmas”: Coşkun akan ır­mak geçitsiz olmaz.

. Rüşvet her toplumda olduğu gibi Türkler arasında da görülür: “Kara bulıtıg yėl açar urunç bile ėl açar”: Kara bulutu yel açar, rüşvet de hükümet kapısını açar. Kimi zaman bir sözcük aracılığıyla top­lumsal eşitliğe çağrıda bulunur: “Aşamak (yemek yemek). Er aş aşadı: ‘Adam yemeği yedi’. Ha­kanlılar bu kelimeyi ileri gelenler için kullanırlar. Diğer Türkler ayırt etmeksizin konuşurlar. Kural on­larınkidir”.

. Bozkırda günümüzü aratmaya­cak (aslında aratacak!) nezaket kuralları vardır: “Sen: Bu sözü Türkler; çocuklar, hizmetçiler, yaş ve mertebe bakımından küçük olanlar için kullanır. Hürmet için ve mertebesi olan insan için ‘z’ ile ‘siz’ derler. Ol anı senledi: ‘O, ona küçüklere edilen hitapla hitap etti’. Hitapta çokluk, ‘sizledi’ de­mekle olur; bu da hükümdarlara hitap şeklidir”.

‘TÜRK DİLLERİNİ TOPLAYAN KİTAP’

Türkçe ve diğer dillerde Dîvânu Lûgat-it Türk

1939’dan günümüze en önemli tercümeler…

Dîvânu Lugâti’t-Türk tam metin olarak farklı ülkelerde birçok de­fa yayımlanır. İlk kez Besim Atalay tarafından Türk­çeye çevrilip söz­cük diziniyle 4 cilt olarak basılır (An­kara 1939-1943). Salih Muttali­bov Özbekçeye (1960-1963), İbra­him Muti Uygur­caya (1981-1984), Robert Dankoff ve James Kelly İngilizceye (1982- 1985), Muhammed Debîrsiyâki Farsçaya (1996), Askar K. Egev­bay Kazakçaya (1997-1998), Mir­sultan Osmanov ve İbrahim Muti Çinceye (2002), Am. M. Avezova ve R. Ermers Rusçaya (2005), Ramiz Asker Azericeye (2006) çevirmiştir. Türkiye’de kapsam­lı olarak A. B. Ercilasun ve Ziyat Akkoyunlu tarafından yeniden yayınlamıştır (2014).

Ayrıca Serap Tuba Yurte­ser-Seçkin Erdi editörlüğünde yapılan çeviri, uyarlama ve dü­zenleme (2005) ve Fuat Boz­kurt’un uyarlaması (2012) akade­misyen olmayanların da rahatça yararlanabileceği yayınlardır. Önemli künyeler Atalay, Besim, Dîvânu Lûgat-it Türk Tercümesi, I-III, Alâeddin Kı­ral Basımevi, An­kara, 1939, 1940, 1941; Dîvânu Lû­gat-it Türk İndek­si, 1943. Dankoff, Ro­bert-Kelly, James (1985), Mahmūd al-Kāšgarī Compendium of The Turkic Dialects (Dīvānu Lugāt at- Turk), Harvard University Bası­mevi, Harvard. Kaşgarlı Mahmud, Dîvânu Lü­gati’t-Türk, çev. Serap Tuğba Yurtsever-Seçkin Erdi, İstanbul 2005, Kabalcı Yayınları.

Bozkurt, Fuat (2012). Kaşgarlı Mahmud, Dîvânu Lügati’t-Türk, Konya, Eğitim Yayınları.

Ercilasun, Ahmet, B. Akkoyun­lu Ziyat (2014). Kâşgarlı Mahmud Dîvânu Lugâti’t-Türk, Ankara: TDK Yayınevi.