Kaşgarlı Mahmud’un 1072’de yazmaya başlayıp 1077’de tamamladığı sözlük, Türkçenin gelmiş geçmiş en önemli referans kaynağı. Eserin içindeki kelimeler, örnekler, atasözleri, karşılaştırmalar ve açıklamalar, Türk kültürünün evrensel boyuttaki zenginliğini kayıt altına alan müstesna bir dil zenginliği sunar. O, Türklerin “hor görülecek göçebeler” olmadığını dönemin yüksek kültürüne (Arap ve Fars) kanıtlar ve yüzyıllardır Türklere karşı oluşan önyargıları yerle bir eder.
HATİCE ŞİRİN
Kaşgarlı Mahmud bir dilbilimci, etnograf ve Türkologdur. Kaşgar’ın 50 km. güneybatısında İpek Yolu üzerinde bulunan Opal vaha köyündeki türbesinde, tahminî doğum ve ölüm tarihi 1008- 1105 olarak kayıtlıdır. Hakkında bildiklerimiz, ünlü sözlüğü Dîvânu Lugâti’t-Türk’te kendisine dair ketumca bir tutumla verdiği bilgilere dayanır. Babası Isık Göl’ün güney kıyısındaki Barsgan kentinin yöneticisidir. Karahanlı hanedanı üyesi soylu bir ailedendir; başkent Kaşgar’da görevlendirilince, Mahmud da burada yetişmiştir. Kaşgarlı Mahmud, Türklerin yaşadığı kentleri, bozkırları gezmiş; Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma ve Kırgızların lehçelerini en ince ayrıntısına kadar öğrenmiş; gittiği yerlerden modern bir dilbilimci gibi veriler toplamış; bunları karşılaştırmalı olarak sözlüğüne kaydetmiş ve tüm bunları Halife’ye sunmak üzere Bağdat’a gitmiştir.
Özgüveni yüksektir. Kendi dilinin en zarif, konuşmasının en belagatlı, tahsilinin en yüksek, soyunun en köklülerden olduğunu sıraladıktan sonra, mızrak atışında da en iyilerden olduğunu yazar. Bu otobiyografik bilgi, bize 8. yüzyıl Orhon Yazıtları’nda bir Türk beyinin en önemli nitelikleri şeklinde zikredilen “bilge” ve “alp” olmanın 300 yıl sonra da prestijini koruduğunu gösterir. Zeki Velidî Togan (1890-1970), bu cümlesinden ve sözlükteki askerî terminolojiden hareketle, onun aslen asker olabileceğini düşünür. Mahmud, her Türk lehçesini mükemmel öğrenmiş, bunların hepsini kapsayan kitabını iyi bir düzenle yazmış, eserine Dîvânu Lugâti’t-Türk adını vermiştir. Arapça, Farsça ve o dönemin diğer Türk lehçelerinin tamamını bildiği gibi, İran ve Irak’ta Rumcayı da öğrendiği kabul edilir.
György Hazai gibi kimi türkologlar, onun Türk kentlerini dolaşmasını ve Bağdat’a gitmesini Karahanlı konfederasyonundaki iç karışıklıklardan kaçmak istemesine bağlar. Omeljan Pritsak, sonunun taht kavgasında zehirlenen diğer aile üyeleri gibi olmasından kaygı duyarak Bağdat’a siyasi mülteci olarak gittiği yorumunda bulunur.
Kaşgarlı Mahmud, Bağdat’a gitmeden birkaç yıl önce (1058), Abbâsîler Tuğrul Bey komutasındaki Selçukluların himayesine girmişti. Halife, Tuğrul Bey’e “İslâm’ın temel direği”, “Doğu ve Batı’nın hükümdarı” unvanlarını vermekle kalmamış, onu kızıyla evlendirip hilafetin ortağı ilan etmişti. Halife varolan sınırlı gücünü Türklere borçluydu. Bağdat o dönemde Türklerle dolmuştu ama, aristokrat zümre Türkçe değil Farsça konuşuyordu. Araplar, Farslar, hatta Selçukluların kendileri bile Türkçeyi kültürel derinliği olmayan, şiire ve felsefeye uymayan kaba bir dil olarak görüyordu. Kaşgarlı Mahmud’un misyonu tam da bu zamanda belirginleşti: Halife ve onun etrafındaki üst sınıfa hakir gördükleri Türkçenin yetkinliğini gösterecekti. O bunu planlarken, ana dillerini konuşmaktan vazgeçen Selçuklu seçkinlerine de bir mesaj vermeyi düşünmüş olabilir.
Mahmud, Türkleri ve Türkçeyi o dönemin “medeni” dünyasına kabul ettirmek ve üst kültüre dahil etmek için parlak zekasını devreye sokar: Kitabının giriş kısmında “Nişaburlu ve Buharalı imamlardan bizzat işittim” dediği sahih olmayan iki hadisle Türkçenin öğrenilmesini dinin bir vecibesi olarak takdim eder! Mahmud, “bu hadis doğruysa Türkçeyi öğrenmek vaciptir, doğru değilse aklın gereğidir” diyerek, Arap ve Farslara Türkçenin derinliğini ve zenginliğini kanıtlama konusundaki inatçı ve coşkulu kararlılığını gösterir. Mahmud’un “Arapça ve Türkçenin aynı tempoda koşan iki yarış atı gibi olduğu” iddiası; Amerikalı Türkolog Robert Dankoff tarafından “İslâmiyet’in dili öylesine prestijliydi ki, Arapça, Türkçenin ölçülmesinde kullanılan bir modeldi” cümlesiyle yorumlanır.
O, Türklerin “hor görülecek göçebeler” çerçevesine sığdırılamayacağını dönemin yüksek kültürüne (Arap ve Fars) göstermek ve yüzyıllardır Türklere karşı oluşan önyargıları kırmak için bu yola girmiştir. Kitabını takdim ettiği Halife’ye hitaben artık onların devrinin kapandığını; Türk çağının başladığını; Türklere bağlananların güçlendiğini; ayaktakımının alçaklıklarından Türklerin yardımıyla kurtulduklarını; aklı başında herkesin Türkçe konuşması ve Türklere katılması gerektiğini ve aksi halde ok yağmuruna tutulacaklarını yazar.
Metnin tamamı, dikkatle seçilmiş nazik sözlerle süslenmiş, ancak aynı zamanda tehditkar imalar içeren bir manifestodur. Kitabın giriş kısmı öylesine görkemli ve debdebelidir ki Frederick Starr, “günümüz yayımcılarının hiçbiri 1.000 yıl önce yazılmış bu eserin önsözünü aşabilen bir tanıtım yazısı kaleme alamaz” yorumunu yapar.
Kaşgarlı Mahmud’un 1072’de yazmaya başladığı, 1077’de tamamladığı sözlük, Türkçe-Arapça tanıklı bir sözlüktür. Başlığı Arapça bir terkiptir; literal çevirisi “Türk dillerini toplayan kitap” anlamına gelir. Mahmud’un elinden çıkan orijinal yazma kayıptır. Bugün elimizdeki 319 varaklık tek nüsha 1 Ağustos 1266’da kopyalanmıştır.
Arap sözlük yazımı gelenek ve ilkelerini iyi bilen Mahmud, kitabını bu yöntemle düzenler. Sözlükteki hemen her madde, ya bir cümle ya bir şiir ya da bir sav (atasözü) ile örneklendirilir. Sözcüklerin sadece tek anlamı değil, farklı ve mecaz anlamları da verilir. Türkçe sözcük ve örneklerin üzeri kırmızı mürekkeple çizilip farkedilmeleri sağlanır. Fiil olan madde başlarının örnekleri, tekil 3. kişi geçmiş zaman çekimindedir (Günümüzde “acı(mak)” olarak kullandığımız fiili şöyle açıklayıp örneklendirir: “(açı-) sirke açıdı (Sirke ekşidi). Yaranın ağrısı zonklarsa yine aynıdır”. Bazı sözcüklerin farklı Türk lehçelerindeki anlamlarını veya biçimlerini verir (“uğur: Oğuzcada hayır ve bereket. Yolcuya ‘yol uğur bolsun’ denir ki ‘yol, hayır ve bereket içinde geçsin’ demektir”). Mahmud bazı maddelerde etimoloji de yapar (“Ören: Oğuzcada her şeyin kötüsü demektir; ‘harap’ anlamındaki Farsça ‘vīrān’ kelimesinden alındığını düşünüyorum”). Üstelik bu tip köken açıklamalarında çarpıcı bir dil milliyetçiliği sergiler: “Oğuzlar Farslarla temasa geçtikleri zaman birçok Türkçe kelimeyi unutarak yerlerine Farsçasını kullandılar. Bu da onlardan biridir”.
Kaşgarlı Mahmud’un konuştuğu Türkçe, günümüz bilim dünyasında “Karahanlıca” diye bilinir. Ancak Mahmud, kendi dilini hep “Hâkaniye” diye anar. Sözlüğünde, Hâkaniye hükümdarlarının “Buğra Kara Hākān” unvanı taşıdıklarını belirtir. O dönemde basılan sikkeler ve Arap-Fars kaynaklarında geçen “Karahan” terimi, modern anlamıyla Türkolojinin kurulmasından, 19. yüzyıldan sonra yaygınlaşacaktır.
10.-13. yüzyıllar arasında Orta Asya’yı Buhara’dan Tarım havzasına kadar ele geçiren Karahanlılar, İslâm dünyasının bir kısmını Türk töresiyle yöneten bozkır kökenli ilk hanedanlıktır. Bir başka Türk grubu olan Oğuzlar da, yine aynı dönemlerde tedricen Horasan ve Anadolu’yu ele geçirmişlerdi. Ahmet Bican Ercilasun’a göre Mahmud, Malazgirt Savaşı sırasında yüksek olasılıkla Bağdat’taydı ve eserinin hazırlıklarıyla meşguldü. İşte bu büyük zaferlerin de etkisiyle Türk kültürü ve Türk dili Mahmud’un eserinin hemen her satırında âdeta kutsanır. Ali Şir Nevai’ye kadar geçen 400 yıllık zaman diliminde hiçbir Türk, Kaşgarlı Mahmud kadar keskin bir Türkçe propogandası yapmayacaktı. Mahmud, bunun gururunu “Türk” sözcüğünü açıklarken Hz. Muhammed’in ağzından dile getirir: “Benim bir ordum var. Onları Türk diye adlandırdım. Bir kavme kızdığım zaman üstlerine onları musallat ederim. Bu, diğer bütün insanlara karşı onların üstünlüğüdür”.
Mahmud’un diyalektiği
Bunlarla birlikte, Mahmud’u salt doktrinel bir “Türkçe propagandisti” çerçevesinde değerlendirmek yeterli değildir. O, Müslümanlığı yeni kabul etmiş bir topluluğun İslâmiyet’e candan bağlı bireyi olsa da; eski animist, şamanist inançların ve bozkır kültürünün tarihe gömülerek yitip gitmesinin kaygısını da derinden taşır; henüz canlılığını koruyan bu değerlerin tüm temel taşlarını titizlikle eserine yansıtır. Kepeneğin omuzlarına dikilen keçe parçasından (“yaŋalduruk”), ırmak kıyısında çocukların oynadığı geleneksel oyunların adına (“müŋüz”); atın boynuna takılan muskadan (“monçuk”), bostanlara nazar değmesin diye konan korkuluğa (“abakı”); kâhinlerin (“yatçı”) taşlarla bulut ve yağmur için kehanette bulunmasından (“yatlamak”) kısrağın arkasında kalan tayı çağırmak için söylenen lafa (“kurı kurı”) kadar her sözcüğü kaydeder. Türklerin inancına göre yılda bir gece ölülerin ruhlarının toplanıp yaşamlarını sürdükleri yerlere gittiklerinde çıkan gürültünün adı (“tiki”) bile kayıtlıdır sözlüğünde.
Öz kültürün unutulmasına dair açıkça dile getirmediği ama satır aralarından okunabilen endişesini eski bir Türk atasözüyle taçlandırır: “İl kalır törü kalmas”; yani ‘”Ülke bırakılır, ama töre (örf ve adet) bırakılmaz”. O, İslâmiyet’in Arap ve Fars kültürlerini taklit ederek değil, bozkır kültürüyle sentezlenerek, Türk tarihsel mirasına entegre edilerek yaşanması görüşündedir.
Akademik derinlik Kaşgarlı Mahmud, eserinde meselenin yüzeysel veya kolay yanını seçip sözcüklerin yalnızca temel anlamını verip geçiştirmez; ayrıntılara yer verir. Örneğin İslâmiyet’in yasakladığı şarap (“süçig, bor, çağır”) yemeğin hazmedilmesine yarayan bir içecektir (“süçig aşıg siŋdürdi”); ama aynı zamanda sarhoşluğa sebep olur (“süçig anı esürtti”); çok içilirse de adamı kusturur (“süçig erig kusturdu”). Kırmızısına “kızıl süçig”, sıcağına “bışıg”, saklandığı kaba “sağır”, süzüldüğü huniye “aŋut” denir. Döneminde, olgun adam gibi davranan toy delikanlıları eğitmek için “şarap olmadan sirke olma” (“bor bolmadın sirke bolma”) atasözü kullanılır.
Kaşgarlı Mahmud’un türbesi
1829 ve 1897’de iki defa
onarım görmüş.
“Teke”yi açıklarken “erkek keçi” demekle kalmaz; boynuzundan yay yapıldığını, köse adamlara “teke sakal” dendiğini belirtir.
“Burçak” hem “börülce” hem de benzetme ilişkisiyle “ter taneleri” anlamındadır, “burçaklan(mak)” boncuk boncuk terlemek anlamındadır.
O dönemde iri çekirdekli meyvelerin genel adı “erük”tir (erik); “tülüg (tüylü) erük” şeftali, “sarıg (sarı) erük” kayısıdır.
Sadece insanların değil, hayvanların sağaltılmasındaki halk hekimliği yöntemlerinden de bahseder: “Aŋduz: Bir bitkinin köküdür; kazılarak çıkarılır ve karnı ağrıyan at bununla tedavi edilir”.
Kaşgarlı Mahmud’dan Türkçe eklerle ilgili bilgiler de alırız. Bugün genellikle “susa(mak)” fiilinden tanıdığımız istek bildiren ek, başka yiyecek-içecek adlarına da eklenir: “etse(mek)”, “kagunsa(mak)”, “erükse(mek)”, “balıksa(mak), yani canı ety, kavun, erik, balık istemek…
Modern dilbilimin kurulmasından önce yazılan tüm sözlüklerde gördüğümüz halk etimolojisini bu sözlükte de buluruz. Mesela geleneksel Türk yemeklerinden “tutmaç”ı açıklarken, Büyük İskender döneminden bir efsaneye göndermede bulunup sözcüğün “bizi tutma aç” cümlesinden geldiğini yazar. Oysa “tutmaç”; sütlaç (< sütlü aş), bulamaç (< bulama aş) örneklerinde görülen “aş”tan (tutma+aş) kalıplaşan bir sözcüktür.
Mars gezegeni için “bakır sokım” (renginden dolayı); neşter için kana(mak)’tan “kanagu”, makas için bıç(mak)’tan “bıçguç”, çuval için günümüzde dağarcık sözcüğünde yaşayan “tagar”, ütü için “ütüg” (< üt- ‘hafif ateşten geçirmek’), petrol için “kara yağ”, demir madeni için “temürlük”, edilgen eşcinsel erkek için “kötlüg”, erkek düşkünü kadın için “ersek”, mal düşkünleri için “tavarsak” (< davar), yetişkin gibi davranan erkek çocuk için “ataç”, yetişkin gibi davranan kız çocuk için “anaç”, oğlan çocuğu gibi davranan yaşlı adam için “oglansıg”, dölyatağı için “ogulçuk” (< ogul : cinsiyet bildirmeksizin çocuk) gibi binlerce sözcük, hamaset ve polemiğe kaçmadan berrak biçimlerde tanımlanır.
Bu sözlük, Prof. Osman Fikri Sertkaya’nın da dikkati çektiği gibi saf Türkçe sözcüklerden ibaret değildir. Türkçeye epeyce erken dönemde Çince, Hintçe, Moğolca, Grekçe, Arapça, Farsça gibi günümüzde de yaşayan ve Toharca, Sogdca gibi bugün artık ölmüş dillerden de giren çok sayıda sözcüğü içerir. Örneğin bugünkü Türkçeye Rumcadan geçen “kilit (< kleidí)”, Mahmud’un sözlüğünde “kirit” olarak geçer ki, doğrudan Yunancadan değil, Sogdca gibi bir İndo-İrani dilden alınıp Türkçe kir(mek)-girmek etkisiyle “kirit” biçimini almış olabilir.
Kaşgarlı Mahmud’un
türbesinin girişinde yaklaşık
4 metre yüksekliğinde bir
heykeli bulunuyor.
Mahmud’un haritası
Kitabın giriş kısmında, Mahmud’un “daire” olarak adlandırdığı yuvarlak ve renkli bir dünya haritası vardır. Amaç Türklerin yaşadığı coğrafyaları tarihe geçirmektir ama, o dönemde bilinen yerlerin neredeyse tamamınını içermektedir. Tarihsel açıdan en büyük önemi, Japonya’yı gösteren ilk harita olmasıdır. İslâm coğrafyacılarının geleneksel yuvarlak haritalarında yaptıkları gibi merkeze Mekke’yi yerleştirmez; hatta Mekke haritada hiç yer almaz. Belki de politik bir mesaj verir: Haritanın odak noktası Karahanlı Devleti’nin doğu başkenti Balasagun ve babasının memleketi Barsgan’dır. Diğer ülke, kent ve bölgeler bu iki Türk kentinin çevresinde konumlandırılır.
Haritada, denizler ve dünyanın çevresinde olduğuna inanılan okyanus yeşil; dağlar ve sınırlar kırmızı; nehirler gri; çöller ise sarı renkle gösterilir. Kuzeyde Rus, Volga, Kıpçak, Frenk toprakları; güneyde Bengal körfezi, Hind, Sind; doğuda Japon denizi, Japonya (Çaparka) ve Çin (Maçin); batıda Kuzey Afrika, İspanya (Mağrip ve Endülüs) yer alır. Harita hakkında ayrıntılı bir çalışma yapan Zürihli Arabist A. Kaplony, bu haritanın linguistik özelliklerin eşzamanlı dağılımını göstermek amacı taşıdığını, Türk lehçelerini öğrenmek isteyen okuyucuların işini kolaylaştıran bir tür “ağız atlası” olduğunu düşünür.
TOPLUMU OKUMAK
Küç eldin kirse törü tünlüktin çıkar
Zorbalık ülkeye girse kanun baca deliğinden (çadırın tepesindeki delikten) çıkar…
. Ülke yöneticileri adaletle hüküm sürmelidir: “Küç ėldin kirse törü tüŋlüktin çıkar”: Zorbalık ülkeye girse kanun baca deliğinden (çadırın tepesindeki delikten) çıkar.
. Başkasına boyun eğmektense yalnız kalmak tercih edilmelidir: “Öküz adakı bolgınça buzagu başı bolsa yėg: Öküzün ayağı olmaktansa buzağının başı olmak yeğdir. “Yavlak tillig bėgden kerü yalŋus tul w”: Kötü dilli (küfürbaz) kocadansa, yalnız bir dul olmak yeğdir.
. Farklılıklara hoşgörüyle yaklaşılmalıdır: “Tatsız Türk bolmas başsız börk bolmas”: Farssız (yabancı kavimsiz) Türk olmaz, başsız börk (bir tür şapka) olmaz.
. Nitelikli bireyler olunmalıdır: “Yılan kendi egrisin bilmas teve boynın egri tėr”: Yılan kendi eğriliğini bilmez, deveye boynun eğri der.
. Beşer şaşar. Özür dilendiğinde bağışlamak erdemdir: “Yazmas atım yağmur yanğılmas bilge yaŋku”: Iskalamayan tek okçu yağmurdur! Yanılmayan tek ses yankıdır.
. İnsan kapasitesi ölçüsünce yaşamalıdır: “Karga kāzka ötgünse butı sınur”: Karga, kaza öykünürse ayağı kırılır.
. En çaresiz anlarda bile umudun kırılmaması gerekir: “Kaynar ögüz keçigsiz bolmas”: Coşkun akan ırmak geçitsiz olmaz.
. Rüşvet her toplumda olduğu gibi Türkler arasında da görülür: “Kara bulıtıg yėl açar urunç bile ėl açar”: Kara bulutu yel açar, rüşvet de hükümet kapısını açar. Kimi zaman bir sözcük aracılığıyla toplumsal eşitliğe çağrıda bulunur: “Aşamak (yemek yemek). Er aş aşadı: ‘Adam yemeği yedi’. Hakanlılar bu kelimeyi ileri gelenler için kullanırlar. Diğer Türkler ayırt etmeksizin konuşurlar. Kural onlarınkidir”.
. Bozkırda günümüzü aratmayacak (aslında aratacak!) nezaket kuralları vardır: “Sen: Bu sözü Türkler; çocuklar, hizmetçiler, yaş ve mertebe bakımından küçük olanlar için kullanır. Hürmet için ve mertebesi olan insan için ‘z’ ile ‘siz’ derler. Ol anı senledi: ‘O, ona küçüklere edilen hitapla hitap etti’. Hitapta çokluk, ‘sizledi’ demekle olur; bu da hükümdarlara hitap şeklidir”.
‘TÜRK DİLLERİNİ TOPLAYAN KİTAP’
Türkçe ve diğer dillerde Dîvânu Lûgat-it Türk
1939’dan günümüze en önemli tercümeler…
Dîvânu Lugâti’t-Türk tam metin olarak farklı ülkelerde birçok defa yayımlanır. İlk kez Besim Atalay tarafından Türkçeye çevrilip sözcük diziniyle 4 cilt olarak basılır (Ankara 1939-1943). Salih Muttalibov Özbekçeye (1960-1963), İbrahim Muti Uygurcaya (1981-1984), Robert Dankoff ve James Kelly İngilizceye (1982- 1985), Muhammed Debîrsiyâki Farsçaya (1996), Askar K. Egevbay Kazakçaya (1997-1998), Mirsultan Osmanov ve İbrahim Muti Çinceye (2002), Am. M. Avezova ve R. Ermers Rusçaya (2005), Ramiz Asker Azericeye (2006) çevirmiştir. Türkiye’de kapsamlı olarak A. B. Ercilasun ve Ziyat Akkoyunlu tarafından yeniden yayınlamıştır (2014).
Ayrıca Serap Tuba Yurteser-Seçkin Erdi editörlüğünde yapılan çeviri, uyarlama ve düzenleme (2005) ve Fuat Bozkurt’un uyarlaması (2012) akademisyen olmayanların da rahatça yararlanabileceği yayınlardır. Önemli künyeler – Atalay, Besim, Dîvânu Lûgat-it Türk Tercümesi, I-III, Alâeddin Kıral Basımevi, Ankara, 1939, 1940, 1941; Dîvânu Lûgat-it Türk İndeksi, 1943. – Dankoff, Robert-Kelly, James (1985), Mahmūd al-Kāšgarī Compendium of The Turkic Dialects (Dīvānu Lugāt at- Turk), Harvard University Basımevi, Harvard. – Kaşgarlı Mahmud, Dîvânu Lügati’t-Türk, çev. Serap Tuğba Yurtsever-Seçkin Erdi, İstanbul 2005, Kabalcı Yayınları.
– Bozkurt, Fuat (2012). Kaşgarlı Mahmud, Dîvânu Lügati’t-Türk, Konya, Eğitim Yayınları.
– Ercilasun, Ahmet, B. Akkoyunlu Ziyat (2014). Kâşgarlı Mahmud Dîvânu Lugâti’t-Türk, Ankara: TDK Yayınevi.