Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Türkiye’yi sarsan iki gün

Türkiye’deki işçilerin kendilerini fiilen sokakta gösterdikeleri ilk ve en büyük eylemdi 15-16 Haziran. Onbinlerce çalışan ilk defa kendi işyerlerinden, kendi mahallelerinden başka yerlerde, İstanbul’un mutena semtlerinde boy gösteriyor; sendikal hakları için yürüyüşe geçiyordu. Siyasi partiler, siyasi örgütler, ideolojiler, hatta sendikalar bile geride kalacaktı.

Bundan 51 sene önce yapılan 1969 seçimlerinde Adalet Partisi (AP) zafer kazanmıştı. Meclis’teki 450 sandalyenin 256’sını aldılar. Ancak 27 Mayıs darbesi sonrasındaki endişeler geride bırakılıp yeni ve nurlu ufuklara yelken açıldığı sanılırken, 1970 başlarındaki iki önemli olay, ciddi bir siyasal krize yol açacaktı.

Önce Ocak ayında Necmettin Erbakan, Millî Nizam Partisi’ni kurarak Odalar Birliği’ndeki temsiliyetini siyasileştirmeye yöneldi. Öte yandan 72 Adalet Partili, Genel Başkan Süleyman Demirel ile anlaşmazlıkların giderilmesi için “muhtıra” verdi. Ardından 11 Şubat’ta bütçe 201’e 224 reddedilince, bütçeye red oyu kullanan 41 AP’li haysiyet divanına verildi. Bu durumda 3 bağımsız milletvekili AP’ye “girdi”.  Hükümet çekildi ve yeniden görevi alan Demirel’in kurduğu yeni hükümet mecliste güvenoyu alırken 41’lerin 30’u oylamaya katılmadı. Böylece kurulacak olan Demokratik Parti’nin oluşumu şekilleniyor; tarım ve ticaret kesimindeki tabanını kaybetme riski taşıyan AP, önemli bir temsiliyet sorunu ile karşı karşıya kalıyordu.

Toplum polisi topluma karşı

Eylem sırasında en önde yürüyen kadın işçilere toplum polisinin coplarla saldırması, işçilerin tansiyonunu yükseltmişti. Taş, sopa ve demir çubuklarla karşı koyan işçilerin önünde polis tutunamadı.

Öte yandan ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi de (CHP)  kaynıyordu. CHP Parti Meclisi’nde 38 üyenin 34’ü oylamada çekimser kalırken, Ecevit olağanüstü kurultay çağrısında bulunuyordu. Ortanın Solu hareketi, sonunda Ebedi Şef İsmet İnönü’yü istifaya kadar götürecek bir zorlu sürecin pimini çekmişti. 

Birkaç yıl öncesine kadar hem Meclis içinde hem toplumsal muhalefette gücünün üzerinde sesini duyuran Türkiye İşçi Partisi (TİP); 1968’den önce uygulanan ve herkesin aldığı oy oranında temsiline imkan veren millî bakiye sisteminin değiştirilmesiyle, 1965’de çıkardığı 14 milletvekili yerine ancak 2 milletvekili çıkarabilmişti. Aynı süreçte Çekoslavakya’nın SSCB tarafından işgali ile su yüzüne çıkan parti içi yarılmalarla zayıflamış, önceki etkisini kaybetmiş durumdaydı.

Kurumayan kan İşçi eylemlerine şiddetle müdahale etmek bir gelenek halini almıştı. 16 Şubat 1969’daki Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü, kışkırtmalar sonucu tarihe Kanlı Pazar olarak geçti.

Dipten gelen dalga: Sendikal mücadele

Her ne kadar 1968’de ABD ve Avrupa’da başlayan toplumsal hareketlenmeler farklı bir dinamizm ortaya koymuş olsa da, Türkiye’de AP’nin iktidarını zorlayacak bir alternatif ortada gözükmüyordu. Yine de kurumsal siyaset mecrasında yukardaki gelişmeler yaşanırken, çeşitli kesimlerin hak arayışları da sokakta renkleniyordu. Öncesinde başlayan köylü hareketi, öğretmen hareketi, öğrenci hareketi, “Doğu mitingleri”nin yanısıra 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulması, kurumsal siyaseti zorlamaya başlamıştı. Hükümet ve işverenler, işçilerin iradelerine karşı sarı sendikalar lehine ağırlıklarını koymaya başladılar. 1968-1969’daki Derby, Kavel, Demir Döküm, Singer, Sungurlar, Gamak gibi fabrikalardaki işçiler, esas olarak işçilerin büyük çoğunluğunun iradesinin hiçe sayılarak işverenin tercih ettiği sendikanın dayatılması üzerine işyerlerini işgal etmeye başladılar. Örneğin Derby’de hakim nezaretinde yapılan referandumda oylamaya katılan 950 işçinin 930’u Lastik İş’i tercih etmişken, ancak 20 oy alabilen Kauçuk İş’e yetki verilmek istenmekteydi.

Mayıs 1970’de, personel kanuna karşı çıkan polisler bile greve gittiler! Günün bir gazetesi “Grev önleye önleye grevi öğrenen polisler sonuna kadar direnecekler” diye yazıyordu. 

Demirel ise cemiyetler, ceza, gösteri ve toplantı yürüyüşleri kanunlarında değişikliklerle, meclisten sonra sokağı da zapt-ı rapt altına almaya yöneliyordu. 1968’de İş Kanunu’nda yapılacak değişikliklerle kıdem tazminatı hakkını budamaya yöneldiğinde her ne kadar Türk-İş buna karşı çıkmış olsa da, sonuçta TİP konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürecek ve Mayıs 1970’de bu kanun iptal edilecekti. 

Hareket alev gibi hızla yayılıyor Anayasal Direniş Komitesi bildirisinde grevi sabah haber aldıkları yazıyor.

İşler kızışıyor, işçiler geriliyor

Böyle bir ortamda Mayıs ayında Erzurum’da yapılan Türk-İş’in 8. Kongresinde AP Eski Çalışma Bakanı ve Meclis’teki çalışma komisyonu başkanı Turgut Toker,  274 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 Sayılı Toplu iş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nu kastederek şöyle diyordu: “Sendikalar Kanun Tasarısı’nın yürürlüğe girmesiyle, Türkiye’de Türk-İş’ten başka işçi konfederasyonu kalmayacak”. 

Kavel Kablo (üstte, sağda) ve Doğa Galvaniz (altta) işçileri direnişe katılanlardan.

“Bir sendikanın Türkiye çapında faaliyet gösterebilmesi için işkolu işçilerinin üçte birini temsil etmesini” öngören tasarıdaki madde, aslında hükümetin meclise gönderdiği metinde dahi bulunmuyordu. Bunu, Çalışma Komisyonu’nda aralarında daha sonra DİSK genel başkanı olacak ve 12 Eylül 1980’de hapishanelerde DİSK’i savunacak olan Abdullah Baştürk’ün de bulunduğu CHP’nin Türk-İş’e bağlı sendikacı milletvekilleri önermişti! Ve tabii AP’li sendikacı milletvekilleri tarafından da hemen kabul edilmişti. 

Bir dizi baraj ve noter mecburiyeti ile işçilerin mevcut sendikalardan özgür iradeleri ile ayrılmalarının neredeyse imkansız olduğu bir sistem getiriliyordu. DİSK’in yanısıra bir dizi bağımsız sendika bu durumda temsil kabiliyetini kaybedeceği gibi, Türk-İş’teki bir çok sendika da ancak idarenin hoşgörüsü ile ayakta kalabilirdi. DİSK başkanvekili ve TİP’in iki milletvekilinden biri olan Lastik-İş Sendikası Genel Başkanı Rıza Kuas ise Meclis’te “bununla Türk-İş diktası getirilmek isteniyor… DİSK anayasa haklarını kullanarak sonuna kadar direnecektir” diyordu. Seçim sisteminin değiştirilmesiyle TİP’in Meclis’teki temsiliyeti engellenmişken, şimdi de DİSK’in tasfiyesi ile “huzur ve sükun”un daim kılınması hedefleniyordu.

İşçiler ne ister? Olaylar sırasında işçilerin hazırladığı pankartlar içinde iş güvenliği, yönetime katılma, işten çıkarılmama, takımların toplanması için 10 dakika önce paydos gibi aletler öne çıkıyordu.
“Uyu uyu dediler, artık uyumak yok” gibi sloganlar da vardı.

Türk-İş’in keyfine diyecek yoktu. Demokratik herhangi bir ülkede görülmeyen ve bilinmeyen bir sendikal yapılanma uluslararası sendikal örgütleri de hayrete düşürmüştü. Kanun yapıcı yalnızca işçileri düşünse de işveren sendikaları da endişeliydi. TİSK ve TOBB gibi işveren örgütleri kanunun kendilerine dokunabileceği kaygısını taşıyordu. Yayınladıkları ortak imzalı bildiride şöyle diyorlardı: “Sendika, federasyon ve konfederasyonların kuruluşunda ‘sendikalı işçilerin 1/3’ünü temsil etme’ şartı gibi bir şart katiyen düşünülmemelidir. Veya; bu hükmün konulması bir zaruret olarak görülüyorsa münhasıran işçi sendikaları için konulmalı ve işveren sendikası, federasyonu ve konfederasyonunun kuruluş şartları ayrıca ilave edilmelidir”.  

Haziran’ın 15’i:  Hadiseler başlıyor

Sözkonusu kanun TBMM’de 4 red oyuna karşılık 230 oyla kabul edilince, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler iki arkadaşıyla ertesi gün cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ile görüştü. Sunay tasarıyı inceleyeceğini ama “vetonun bir halta yaramadığını” ekledi. Millî Güvenlik Kurulu ile de görüşme talebinde bulunuldu ise de, Millî Güvenlik Sekreterliği “Sendikalar Kanunu’nun millî güvenlikle bir ilgisinin bulunmadığı” gerekçesiyle görüşme talebini kabul etmedi. Demirel’in görüşme talebini kabul etmediğini eklemeye gerek yok. CHP genel sekreteri Ecevit ise kurultay işleriyle uğraştığı için kanunu incelemediğini; kendisine bir sakınca bulunmadığını bildirdiklerini; ancak şimdi tasarının anti-demokratik olduğunu anladığını ve DİSK’e hak verdiğini; CHP milletvekillerinin Türk-İş yöneticisi olmaları hasebiyle bu duruma ancak Senato’da karşı çıkabileceklerini bildirdi.

Bayrağın altında Genç, yaşlı, kadın, erkek işçiler pek çok yerde Türk bayraklarıyla eylem yapmışlardı. Bazı durumlarda bayraklar polis ve askerin eylemcilere saldırırken tereddüt yaşamasına da neden olmuştu.

Kurumsal çerçevede bütün yollar denendikten sonra DİSK yöneticileri 13 Haziran’da yöneticilerle, 14 Haziran’da 700 dolayında temsilcinin katılımıyla “ne yapmalı” sorusuna cevap arıyordu. İki günlük eylemden sonra Taksim’de büyük bir miting planlandı.

15 Haziran günü İstanbul ve Gebze’de birçok işyerinde işçiler işbaşı yapmadı. Ankara Yolu üzerinde bulunan Otosan’da 2.700 işçi yürüyüşe başladı. Bir başka cenahtan Cevizli’den Üsküdar’a bir yürüyüş kolu oluşurken, Silahtarağa ve Alibeyköy’de de işçiler yürümeye başladı. “Bütün kininiz işçilere mi?”, “Yaşasın işçi sınıfı”, “Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok”, “AP iktidarı bizim iktidarımız değildir” gibi sloganlar yazılı dövizler bir selin üzerinde dalgalanıyordu. Yürüyüş öylesine etkili ve kalabalıktı ki, Demir Döküm fabrikasından dört işçiyi polisler alınca işçiler karakolu sardılar ve arkadaşlarını geri aldılar. Kartal kavşağında  bir askerî birlik ve üç tankla kurulan barikatı askerlerin zor kullanmadığını gören işçiler kolaylıkla aştılar.

Kendiliğinden bir eylem Türkiye İşçi Partisi yöneticilerinden Sadun Aren, TİP’in eylemden haberi olduğunu söylemişti. Görünüşe göre daha önce birbirlerini görmemiş işçiler, hakları için kolkola sokağa çıkmıştı.

Soğanlı’da Süleyman Demirel’in kardeşi Hacı Ali Demirel’e ait bina ile Türk-İş’in örgütlü olduğu Soğanlı’daki Haymak Döküm Fabrikası’nın bürosu tahrip edildi. Olaylardan sonra bir gazeteye işçilerden biri şunu söyleyecekti: “Biz arkadaşlarımızı yürüyüşe çağırmak için gittik. Fakat işveren karşımıza eli silahlı fedailerini çıkardı”. Hürriyet gazetesinin belirttiğine göre işveren Maden-İş’in örgütlenmesini engellemek için iki gün önce Eskişehir’den bir grup “işçi” getirerek fabrikanın lojmanlarına yerleştirmişti. 10 bin dolayında işçi Haymak’ın önüne yığılınca, sendikal örgütlenmeyi kırmaya gelen “işçiler”le çıkan gerilim sonucu idari kısımda tahribat olmuş, Haymak işçisi öfkesini idari bürodan çıkarmıştı.

İşçiler Göztepe’de durakladıklarında gün akşam olmuştu. Bu yürüyüşün yarını da vardı. DİSK 115 işyerinde 75 bin işçinin yürüyüş ve gösteriye katıldığını belirtirken İstanbul’dan Ankara’ya gitmekte olan Demirel “Bu gibi hareketlerini içine girenlerin tahriklere alet olduğu gerçektir. Kanunsuzluklara alet olmanın sonu yoktur. Devlet güçleri her şeyin üstünden gelecektir” diyordu.

16 Haziran: Çatışmalar başlıyor

Devletin tepkisi ağırdı. Fenerbahçe’de üzerlerine ateş açılan işçiler…

Bu beyanatın bir gözdağı olması bir yana, ertesi günkü olayları alevlendirdiği bile söylenebilir. 16 Haziran günü İstanbul’un her iki yakasında işçiler, önlerini kesmeye çalışan polisler ve askerlerle çatışmaya girdiler. Ateş açılınca, Kadıköy kaymakamlık binasını ateşe verildi. Bağdat Caddesi’ni işçiler ilk defa görüyordu ve buranın sakinleri de muhtemelen işçileri ilk defa görüyordu. Orta ve üst sınıfın yaşadığı semtlerde ciddi bir panik oluşmuş; çocuklar aceleyle evlere çağrılmış; balkonlara bayraklar asılmıştı!

Araba vapuru seferleri durduruldu. Galata ve Atatürk Köprüsü açılarak geçişler engellendi. İşçi mahallerinin çevresinde tank birlikleri yerleşti.

Demir yumruğun karşısında tek yumruk Eylemciler pek çok yerde polis barikatlarıyla karşılaştı (üstte). Bir gün sonra gazete manşetlerinde sıkıyönetim haberleri vardı (altta).

İstinye’deki Kavel’den gelen işçilerle Levent’te birleşen kortejin Taksim’e doğru yönelmesi sırasında polisler yolu kesince, ilk büyük çatışma burada cereyan edecekti. “Sağduyunun timsali” olarak gösterilen Abdi İpekçi’nin genel yayın yönetmenliğindeki Milliyet,  “En önde yürüyen kadın işçilere toplum polisinin coplarla vurması, gerideki erkek işçileri tahrik etti. Taş, sopa, demir çubukla karşı koyan işçilerin önünde toplum polisi tutunamadı” diye yazıyordu. Kadınların çığlıklarına silah sesleri karıştı. Toplum polisi kaçmağa başladı. Esentepe üzerinden Şişli’ye varan işçiler buradaki askerî yığınak karşısında geri döndüler.  Saat 21.00’de hükümet sıkıyönetim ilan etti. 

Olaylar sırasında 3 işçi (Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram, Mehmet Gıdak), bir esnaf (Doğukan Dere) ve 1 polis memuru (Yusuf Kahraman) hayatını kaybedecek; yüzlerce kişi yaralanacak ve gözaltına alınacaktı.

“Sorumlu kim, kimi suçlayacağız?”

İçişleri Bakanı hemen kararını vermişti: “Bu bir isyan, bir ayaklanmadır”. Baş suçlu TİP’tir! Bir takım gizli raporlar, değme casusluk romanlarını kıskandıracak yazılar ortalıkta dolaşmaya başlar. Türk-İş için mesele basittir: “… bir kısım masum işçi vatandaşlarımız aşırı sol militanların tahriki ile sokaklara dökülmekte, can ve mal güvenliğini tehdit etmektedir”. Tahrikçi olarak gösterilenlerden TİP’in önemli yöneticilerinden Sadun Aren’in anılarına göre ise “TİP süreçten habersizdi”.

En büyük sendikalardan Maden-İş’in tabanının ideolojik olarak bir bütün teşkil ettiğini söylemek ise imkansızdı. Sendika başkanın TİP’in kurucusu ve milletvekili olduğu dönemde bile yapılan araştırmalara göre, işçiler genel olarak AP’ye oy vermektedir. Seçim sonuçlarına bakılırsa zaten bütün DİSK üyelerinin de TİP’e oy vermedikleri açıktır.  

Daha ilginç bir istatistik de şöyledir: Direnişe katılan 168 işyerinin 121’inde Türk-İş sözleşme yapmış durumdadır! Olaylarda hayatını kaybeden üç işçinin ikisi, ağır yaralı 30 işçiden 22’si Türk-İş’in örgütlü olduğu işyerlerinde çalışmaktadır! Yazar Ferit Öngören bunları belirttikten sonra, Cumhuriyet’teki yazısında şu sonuca varıyordu: “Gürültünün, DİSK ile Türk-İş arasındaki çatışma gibi gösterilmesi, olayları DİSK’in tahrik ettiği, temel yanılgı oluyor. Partilerin günü birlik çıkar hesapları, ortalığı bulandırmaya yetmiştir. DİSK, sembolik bir eylem düzenlemiş, infilak Türk-İş’e üye iş yerlerinden gelmiştir”. 

Yürüyüşün ruhunu en iyi anlatan cümleyi ise tekstil fabrikası Eyüp şubesi yöneticilerinden Süleyman Çelebi söyleyecektir: “Hiç tanışmayan, hayatında birbirini hiç görmemiş, ayrı fabrikalardan çalışan işçiler sanki 20 yıldır birlikte mücadele ediyormuş, can-ciğer arkadaşmış gibi kola kola yürüyorlardı”.

Anayasaya aykırı yasalar geçidi

16 Haziran akşamı ilan edilen sıkıyönetimi fırsat bilerek, özellikle Maden-İş’e üye işçilerin bulunduğu fabrikalarda işten çıkartmalar başlar. Akabinde bir daha kolay kolay iş bulamayacak olan yaklaşık 5 bin işçi işten atılır. Madeni Eşya İşverenler Sendikası bunu “ekonomik darlığa bağlamak gerek” dese de yarım ağızla bu gerçeği kabul etmek durumunda kalır. İşten atılanlar yalnızca DİSK üyesi işçiler değildir, Örneğin Türk-İş Bölge temsilcisi Nejat Karacagil “özellikle tekstil işkolunda işten çıkartmaların olduğunu” belirtir. 

Türkiye İşçi Partisi ve ardından CHP’nin Anayasa Mahkemesine götürdüğü kanun 1972’de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilecek; 12 Mart’ın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın ifadesiyle “anayasanın fazla bol gelmesinin” bir göstergesi olarak askerî müdahaleye giden yol açılacaktır.  

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler