Bugün milliyet ve etnisite çerçevesinde değişmez olarak algıladığımız, yani kategorik baktığımız birçok alanda, hem kurumlar hem gelenekler hem davranışlar esneyebiliyordu. Türklerin tarihindeki “kategorik” veya “esnek” konuların evrimi…
Bugün artık nüfusun önemli bölümünün yaşadığı şehirlerde yaşadığı ülkemizde, evler daha çok birbirine benzer daireler şeklini almıştır. Artık eskisi gibi oturma odası, misafir odası ayırımı kalkmış gibidir. Odaların kimliğini de içindeki eşyalar belirler. Evlerimizde bir de neredeyse bütün gün kullanmadığımız yatak odaları vardır. Kısacası bugünkü evlerimizi belli bir kategori içinde anlamak mümkündür.
Evin dışından içini hayal edebiliriz; daha doğrusu hayal etmemize gerek yoktur; bilebiliriz. Bugün artık eskisi gibi “yatak odasının yerini değiştirdim” diyemezsiniz; bu kategorileşme içinde salon ile yatak odası uzlaşmaz. Zira kategoriler uzlaşmak için değil ayırmak içindir. Hayatımız belli kategoriler içinde tanımlanmaktadır. Bir eve girmeden, içinin düzenini, planını bilebiliriz. Farklı olan mobilyaların markasıdır daha çok.
Odaların yerleri ve fonksiyonları gibi, günün saatleri de belli kategoriler içinde geçer gider: Örneğin iş, çalışma saatleri, eve dönüş ve kahvaltı, öğle ve akşam yemeği gibi zaman dilimleri bize en doğal gelen şeylerdir. Ama bu düzen her zaman böyle değildi.
Yıllar önce Kazakistan’da tanıştığım bir Ahıskalı, “Türkiye’de sofranın saati varmış, doğru mu?” diye sormuştu. Benim de aklıma sanki sofra örtüsünün uçlarına çalar saat takılmış gibi bir görüntü gelmiş ama “evet var, mesele saat 3’te gelen birisine yemek değil kahve veya çay verilir; yemekler ise öğlen ve akşam olur” diye açıklamıştım. O da “bizde misafir ne zaman gelse o zaman sofra kurulur” demişti. Aslında benim açıklamam kategorik, onunki ise esnekti.
Modern hayata girmeden önceki dönemlere baktığımız zaman da, bu türden birçok esneklikler görmek mümkündür. Bunun belirgin örneklerinden biri, herkesin bildiği Kutadgu Bilig’de görülür. Orada yolcu gelir, attan iner, odaya alınır, sofra kurulur, sohbet olur, yatma zamanı gelince aynı odada döşekler açılır, yolcu uyur. Sabah olunca da döşekler toplanır. Çocukluğumda Kayseri evleri de böyleydi. Odanın bir tarafı yüklük ve gasilhane idi. Yatak yorgan yüklükte durur, akşam olunca döşekler açılırdı.
Göçebe çadırlarında ise farklı bir mekan örtüşmesi sözkonusu idi. Orada yüklük değil “yük” olur, bütün yatak ve yorganlar dürülmüş bir şekilde dururdu. Hatta yorganların renk renk kılıfları göz alırdı. Yemek yendiği zaman, çadır yemek odası olur, yatıldığı zaman yatak odası, yün eğrildiği veya başka iş yapıldığı zaman da atölye, işyeri görünümünü alırdı. Hatta bu tür örtüşmeler toprak kullanımında da görülürdü. Koyun veya at besleyenin ihtiyacına göre, birinin kışlağı öbürünün yaylası olabilirdi. Tarihte zaman zaman bu tür durumlarla karşılaşmaktayız.
Bugün milliyet ve etnisite çerçevesinde değişmez olarak algıladığımız, yani kategorik baktığımız soy, boy gibi kavramlar bile “evlatlık müessesesi “ile esneyebiliyordu. Burada evlat edinilen kişi değil de başka bir boyun üstünlüğünü tanımış diğer bir boy olabiliyordu.
Ancak Türklerin tarihine baktığımız zaman her alanda bu esnekliği gördüğümüzü söylemek yanlış olur. Esnek olunmayan ve belirgin olan konular vardır. Örneğin “yaş”, bunlardan biridir. Yaşa göre insanın hayat içinde değişen konumu da bu türdendir. Bu çerçevede “orun” denilen oturma düzenini de unutmamak lazım. Bugün bile bizde genç birisi başköşeye oturursa, uyarılır. Sofrada da babaların ve bazen de annelerin oturduğu yer çoğunlukla bellidir.
Orta Asya göçebeliğinde akraba evliliği olmadığı için, “kiminle evlenilmez konusu” -ki bizde “kime nikah düşmez”e dönüşmüştür- çok belirleyici idi. Göçebe hayat içinde dostlara ve müttefiklere her zamandan çok ihtiyaç duyulduğu için, evlilik, daha doğrusu dünürlük yolu ile dostluk kurulurdu. Aynı kabile içinde evlenme, mensuplarını izole edeceği için tercih edilmemiş, sonunda da tabu olmuştur. Böyle bir algı, akrabalık derecesi bilinmeyen ama akraba olduğu bilinenler için de geçerli idi. Burada esneklik baba soyu ile değil ana soyu ile yaratılırdı. Nitekim Çinggis Han da dokuz yaşında iken, babası onu evlendirmek için dayılarına götürüyordu.
Öte yandan dilimiz hem esnek hem de tutucudur. Tarih boyunca değişik alfabeler kullanmak konusunda gayet esnek, ama dilin yapısını değiştirecek hususiyetlerde ise tutucudur. Örneğin dilimize giren yabancı sözcüklere sanki isim muamelesi yapılır, başka dillerden gelen fiiller “şut atmak” örneğindeki gibi isimleştirilir; burada İngilizce “shoot” (atmak) fiili sanki isimmiş gibi Türkçe bir yardımcı fiille bütünleşmiştir. Bizim Arapça fiillerin isim hallerini alıp arkasına etmek, eylemek, vs. gibi şekillerine sokmamız da aynı çabanın eseridir Geçenlerde hav alanında hostes hanım “daha bordlamadık” diyordu; İngilizce “board” fiili, Türkçe “bordlamak” olmuştu. Burada da “kaşık-kaşıkla”da gördüğümüz gibi isimleri fiil yapan “-la” eki kullanılmıştır. Benzer esneklikleri, eklerin birbirine bitişmesi ile oluşan dilimizin eklemli yapısında da görmek mümkündür. Kültürümüzde ve dilimizde var olan bu esnekliklerin bizi uzlaşmaya götürebildiğinin bilincinde miyiz her zaman acaba? Umarım.