Bazı İslâmcı köşe yazarlarının pek sevdiği bir sözcük vardır, beğenmedikleri “bidat”ler için kullandıkları: “nev-zuhur”, yani sonradan, yeni türemiş. Bu arabesk İslâm ve Osmanlılık da tam öyle işte; nev-zuhur.
Ermeni meselesiyle 1970’lerde, Kürt meselesiyle 1980’lerde, AB meselesiyle 1990’larda, İslâmcılık meselesiyle de 2000’lerde karşılaşan Türkiye, her toplumun her kriz döneminde yaptığı şeyi yaptı ve geçmişini gözden geçirmeye, nereden gelip nereye gittiğine ilişkin sorular sormaya başladı. Tarih kitaplarından (bu arada, tarih dergilerinden!) televizyonlarda tarih programlarından, tarihî dizilerden, tarihî romanlardan göz gözü görmez oldu. Ortaokul ve lisede tarih dersinden (birçok durumda haklı olarak) nefret edenler, “A, ben tarihe çok meraklıyımdır” der oldular. Öte yandan, Edirne’nin dolabı, sandığı, Çanakkale’nin tabağı, çanağı derken tombak fiyatları tepeden attı. Dedelerin diplomaları, icazetleri, beratları yaldızlı çerçeveler içinde salonlarımızı süslemeye başladılar.
Bu süreç içinde yükselişe geçen İslâmcı kesim, “geçmişle barışma” adı altında, sanki geçmişiyle kavga halinde olan bir toplum varmış gibi düşünmesinin yanı sıra, efsanevî bir geçmiş yaratmaya koyuldu. Bunda, tarihe ilişkin saygıdeğer bir birikimimiz olmasına karşın, toplumun tarih konusunda, bırakınız iyi eğitilmemiş olmasını, kelimenin tam anlamıyla zırcahil olmasının da önemli bir rolü vardı. Böylece, mehter marşı eşliğinde dünyayı tekrar fethe koyulan bir Müslümanlık ve Osmanlılık algısı belirdi. Özetle söyleyecek olursak, Amerika’yı yeniden keşfediyorduk.
Ama tarihçiler ne geçmişte ipe un sermişlerdi ne de şimdilerde boş duruyorlardı. Onlar çalışmalarını sürdürürken, cahiller de öğrenmeye başladılar. Önce İslâm devleti ya da “şeriat devleti” diye bir şey olmadığı tekrar çıktı ortaya. Arkasından, “dirhem”in “drahma”dan, “kanun”un da “kanon”dan geldiği yeniden keşfedildi. Muhtesiplik kurumu nedeniyle belediyeciliğin Müslümanlarca geliştirildiği inancı artık kullanılamaz oldu; Antik Yunan ve Roma kentlerinde bu işi gören adamların varlığı duyulmuştu. Loncaların da o kentlerde oluştuğunu öğrendi bazıları.
Bu süreçten Osmanlılık da nasibini aldı tabii. Yavaş yavaş Osmanlıların o kadar da Türk, Türklerin de o kadar Müslüman olmadığına ilişkin emareler görülmeye başlandı. Padişahlar oğlancılık yapıyor, şeyhülislamlar şarap içip şiir yazıyor, Sırplar, Hırvatlar, İtalyanlar sadrazam oluyordu. Elinde parası olan herkes faizcilik yapıyor, hızını alamayanlar nakit para vakfediyor, kadılarımız da Yahudilerin kendi aralarındaki davalara bakıyordu. Hayalî Doğu’yla birlikte hayalî İslâm ve hayalî Osmanlılık da battı. “Din kardeşlerimiz” Araplar, Arap dünyasının sömürgecilikle 16. yüzyılda tanıştığını söylüyorlardı. Albay Kaddafî, müzik festivaline Türk çalgıcılar davet ederken, “Caz orkestrası bile olabilir; yeter ki Osmanlı müziği olmasın” diyordu.
Bunun üzerine fütuhata dönüldü. Atalarımızın İstanbul’u çoktandır güzel bir Türk-İslâm kenti yaptıklarını anlayamayanlar, her yıl İstanbul’un bir zamanlar Türk-İslâm kenti olmadığını vurgulamaya koyuldular ve bangır bangır 29 Mayıs kutlamaya başladılar. Bu yetmedi, bir de Disneyland türevi fetih müzesi yaptılar. İstanbul’a güzelim güzellemeler yazmış o kadar şairimiz varken, deniz otobüslerine akıncı beylerinin adlarını koydular. Ama Yedikule bostanlarının Süleymaniye Camii’ne vakfedildiğini, yaptıkları köprülerin tarihî kentin siluetini bozduğunu görmüyorlardı. Akıncı beylerinin ve torunları sultanların Hıristiyanlara, Yahudilere gösterdikleri hoşgörüyü ise Alevîlere gösteremiyorlardı.
Bazı İslâmcı köşe yazarlarının pek sevdiği bir sözcük vardır, beğenmedikleri “bidat”ler için kullandıkları : “nev-zuhur”, yani sonradan, yeni türemiş, peydahlanmış. Bu arabesk İslâm ve Osmanlı- lık da tam öyle işte; nev-zuhur.