Kasım
sayımız çıktı

Ulusal egemenlik fikri ve TBMM’de tartışmalar

NİSAN 1923: ERKEN SEÇİME DOĞRU

Lozan’daki görüşmelerinin kesilmesinden sonra Ankara’ya dönen Hariciye Vekili İsmet Paşa, TBMM’de ağır eleştirilere uğramıştı. Hükümete de tepki gösteren “İkinci Grup”un sert tavrı, imzalanacak bir barış antlaşmasının mevcut Meclis tarafından onaylanmasının imkansız olduğunu gösteriyordu. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları (Müdafaa-i Hukuk Grubu) için tek çözüm erken seçime gidip Meclis’i yenilemekti.

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), 20 Ocak 1921’de kabul ettiği Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’na ek bir madde (madde-i münferide=ayrı madde) koyarak, kendisini yenileyecek olan seçime hangi koşullarda gidileceğini açıklamıştı. Buna göre, “Hilâfet ve Saltanat’ın, vatan ve milletin istihlâs ve istiklâli” biçiminde dile getirilmiş olan amacına ulaştığına dair üçte iki çoğunluk oyu çıktığında seçime gidilecekti.

Ancak kamuoyunda ve basında hemen 1922 sonlarından itibaren görülmeye başlayan seçim beklentileri, TBMM’nin söz konusu amacının bu çevrelerde pek de iyi bilinmediğini gösterir. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın 6 Aralık 1922’de Halk Fırkası adında bir parti kurma niyetinde olduğunu açıklamasıyla birlikte kendisine en çok sorulmaya başlanan sorulardan biri, seçimlerin ne zaman yapılacağına ilişkindi. Mustafa Kemal Paşa ise Aralık, Ocak ve Şubat aylarında gerek gazetecilerle yaptığı görüşmelerde, gerekse Marmara ve Ege bölgelerinde halkla yaptığı konuşmalarda, seçimlerin barışın imzalanmasından sonra yapılacağını tekrar tekrar söylemişti. Bunda şaşılacak bir şey olamazdı; zira “vatan ve milletin istihlâs ve istiklâli” henüz tamamlanmamıştı. Bilindiği gibi Mudanya Bırakışması’nda, İstanbul’un işgalinin barış antlaşmasının imzacı ülkelerin parlamentolarınca onaylanmasından sonra kalkacağına karar verilmişti.

image-131
Seçim hatırası Müdafaa-i Hukuk Grubu/ Halk Fırkası adayları dışında yalnızca üç kişinin milletvekili olabildiği 1923 seçimlerinde sandık başında çekilmiş bir hatıra fotoğrafı.

Geniş katılım

Ne var ki TBMM, 1 Nisan 1923 günü seçim kararı aldı. Karar, o gün Meclis’te başkanlık kürsüsünde oturan Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’ya bakacak olursak çoğunluk oyuyla, kendisine itiraz eden bazı milletvekillerine göre ise oybirliğiyle alınmıştı. Hangi görüş doğru olursa olsun, kesin olan bir şey varsa, o da karara hem Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun hem de muhalif İkinci Grup üyelerinin ezici bir çoğunluğunun katılmış olmasıdır. O günkü oturumda önce Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’ndaki ayrı madde kaldırılmış, sonra da seçimlerin yenilenmesine karar verilmişti. İki gün son ra ise 1908’den beri kullanılmakta olan Geçici Seçim Kanunu’nda (İntihâb-ı Mebûsân Kanun-ı Muvakkatı) birçok değişiklik yapıldı. Bunların siyasal ve toplumsal tarihimiz açısından en anlamlısı, vergi versin ya da vermesin, 18 yaşını doldurmuş bütün erkeklerin oy kullanmasının kabul edilmesi, yani genel oy ilkesinin benimsenmesidir. Böylece, ulusal egemenlik fikrinin yaşama geçirilmesinde çok önemli bir adım daha atılmış oldu.

Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğindeki Müdafaa-i Hukuk Grubu üyelerinin Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’ndaki ayrı maddeyi kaldırıp erken bir seçime gitmek istemelerini anlamak hiç de zor değildir. Bilindiği gibi Lozan Konferansı görüşmeleri 4 Şubat 1923’te kesilmiş; orada Türkiye’yi temsil eden heyet ülkeye dönmüş; heyet başkanı olan Hariciye Vekili İsmet (İnönü) Paşa da barış görüşmelerinin gelip dayanmış olduğu noktaları Meclis’in 21 Şubat tarihli gizli oturumunda anlatmıştı. Bunu izleyen iki hafta boyunca İsmet Paşa ve mensubu olduğu Bakanlar Kurulu, hem o güne kadar göstermiş oldukları performans hem de İtilâf Devletleri’nin İsmet Paşa’ya sundukları antlaşma taslağına karşılık olarak verilmesi öngörülen TBMM Hükümeti taslağının içeriği konularında çok sert eleştirilere hedef oldu. İkinci Grup üyeleri, Lozan’a tekrar gidilmesi hâlinde yeni bir heyetle gidilmesini, hattâ Bakanlar Kurulu’nun da yenilenmesini isteyecek kadar kökten çözümler önermişlerdi. Bu grubun önde gelen sözcülerinden Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey, TBMM’nin 5 Mart günkü gizli oturumunda “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zafer Lozan’da heba edilmiştir” diyerek muhalif grubun bakış açısını özetlemişti.

O günlerde bu eleştirilere hedef olan üç önemli kişinin, yani TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa, İcra Vekilleri Reisi Rauf (Orbay) Bey ve Hariciye Vekili İsmet Paşa’nın daha sonra yazdıkları ve anlattıklarına baktığımızda; üçünün de seçim istediklerini, zira var olan meclisle barış konusunu bir sonuca ulaştırmanın mümkün olamayacağı sonucuna vardıklarını görüyoruz. Bunu görebilmek için de bir siyaset dehası olmak gerekmiyordu. Nitekim Bakanlar Kurulu’nca hazırlanıp İtilâf Devletleri’ne verilecek olan karşı teklif 6 Mart günü oya sunulduğunda, Meclis’te 170 olumlu, 80 olumsuz ve 50 çekimser oy çıkmıştı. Yani İtilâf Devletleri’nin TBMM Hükümeti’nin teklifinin tamamını kabul etmeleri hâlinde bile, barış antlaşmasının Meclis tarafından onaylanabilmesi için gereken üçte iki çoğunluk elde edilemeyecekti.

Bu kişilerin seçime giderken, çoğunlukta olacakları bir meclis beklediklerini de eklememiz gerekir. Müdafaa-i Hukuk Grubu daha iyi örgütlü, çünkü çok daha türdeş bir gruptu. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın kuracağını ilan ettiği Halk Fırkası çatısı altında daha da bağdaşık bir yapıya ulaşması beklenebilirdi. Öte yandan, Millî Mücadele sürecinin bütün önder kadrosunun bu grupta yer almasının, askerî zaferin kolayca siyasal meşruluğa dönüşmesini sağlayacağına neredeyse kesin gözüyle bakılabilirdi. Ayrıca Müdafaa-i Hukuk Grubu, karşılarındaki İkinci Grup üyelerinin barış sürecini yokuşa sürenler olarak tanınmalarını sağlamak için Mart ayının ilk haftasında Meclis’in gizli oturumlarında yapılan görüşmeleri iç ve dış basına sızdırdılar. Böylece bir yanda İtilâf Devletleri’ne Lozan’da savunulan Türk tezlerinin Türkiye’de sert muhalifleri olduğunu gösterirken, diğer yanda da 10 yıldır savaşmaktan bıkmış olan seçmenlere barışa kendileriyle daha yakın olacakları mesajını veriyorlardı.

Seçime gitme lehinde oy kullanan İkinci Grup üyelerinin yeni bir meclisten ne beklediklerini anlamak ise o kadar kolay değildir. Seçim ortamına bağlı olarak kendileri hakkında söylenebilecek ilk şey, değil bir siyasal parti, yalnızca bir grup olarak bile uyumlu hareket etmelerinin mümkün olmadığıdır. Ayrıca kendilerinin de bu durumun farkında olduğu, seçim kararı alındıktan sonra basında çıkan birçok yazı ve söyleşiden anlaşılır. Kimi aşırı muhafazakar, kimi mutlakiyet yanlısı, kimi de Enver Paşa destekçisi olarak biraraya gelmiş bu milletvekilleri; sadece Mustafa Kemal Paşa’ya ve ağızdan ağıza yayılmış olan devrimci planlarına muhalefet konusunda anlaşıyorlardı.

image-130
Erken seçim kararı TBMM, 1 Nisan 1923’te hem Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun hem de muhalif İkinci Grup üyelerinin ezici bir çoğunluğunun oyuyla seçim kararı aldı.

‘İkinci Grup’ tanımı

Günümüzde tarihçiler, hukukçular ve siyasetbilimciler olarak hâlâ “İkinci Grup” adlandırmasını kullanıyoruz. Bunun nedeni, Mustafa Kemal Paşa’nın Mayıs 1921’de kurduğu gruba “Müdafaa-i Hukuk Grubu” adını vermesi üzerine, kendileri de Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyesi oldukları için Paşa’nın bu hareketi tekeline almış olmasına içerlemelerini anlamamız; ayrıca kendilerine “İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu” demelerini de o günlerin koşullarında görece doğru bulmamızdır. Yoksa İkinci Grup’un hem siyaset hem de siyasetbilimi açısından bir “grup” olmadığı ortadadır.

İkinci Grup, Mart ayı boyunca görülen sert muhalefetlerini, yani Lozan barış görüşmelerinin yürütülme biçimine ilişkin o gayet olumsuz görüşlerini 1 Nisan’dan sonra propaganda malzemesi yapmadı. Bu da, Misâk-ı Millî’ye dayanarak suret-i haktan görünen ve sırf muhalefet etmiş olmak için yapılan bir muhalefet olduğunun en iyi göstergesidir. Nitekim İkinci Grup üyeleri, Batı Trakya’yı, Karaağaç-Dimetoka bölgesini ve Musul’u gerekirse gözden çıkarma politikasını Misâk-ı Millî’ye ihanet olarak nitelerken; bu duruşlarının hem siyaseten savaşı sürdürme anlamına geldiğinin hem de tarihsel olarak savunulmasının mümkün olmadığının farkındaydılar.

Millî Mücadele döneminde Türklerle sıcak savaşa girişmemiş olan Büyük Britanya, petrol yatakları nedeniyle Musul için savaşmaya hazırdı. Kaldı ki Lord Curzon, Türkiye’ye Irak petrollerinden pay verilebileceğini Lozan görüşmelerinin daha en başlarında beyan etmişti. Öte yandan kuruluşu sırasında Fransız ve Yunan işgalinde olan birçok bölgenin milletvekillerini barındıran TBMM’de, Britanyalıların işgalinde olan Musul, Kerkük, Süleymaniye yörelerinin milletvekilleri yoktu. Bu durumda Musul’un Misâk-ı Millî sınırları içinde bulunduğunu savunmakta ısrar etmek inandırıcı olamayacağı gibi savaşa da davetiye çıkarmak anlamına gelirdi.

Batı Trakya konusunda ise Misâk-ı Millî’de bir çelişki olduğu belliydi. Söz konusu metin her ne kadar Batı Trakya’da plebisit istiyorduysa da Balkan Savaşı sonrasında çizilmiş sınırı da kabul ediyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti, Karaağaç-Dimetoka bölgesini Bulgaristan’a kendi iradesiyle, bu ülkenin kendi yanında savaşa katılmasını sağlamak için bir tür rüşvet olarak terk etmişti. Dolayısıyla, asıl önemli olan nokta, Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’un da Lozan’da söylediği gibi, Yunanistan’ın bu toprakları Osmanlı Devleti’nden ya da Türkiye’den değil, Bulgaristan’dan almış olmasıydı.

Saltanatın kaldırılması

Sonuç olarak İkinci Grup üyelerinin seçim propagandası olarak kullanabilecekleri tek önemli konu, saltanatın kaldırılmasının eleştirisiydi. Bunu da daha seçim kararı bile alınmadan yapmaya başlamışlardı. İkinci Grup’un önde gelen üyelerinden Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey, Ankara’da çıkarmaya başladığı Tan gazetesinin 19 Ocak tarihli ilk sayısında “Halk ve hükûmet” başlıklı bir yazı dizisi yayımlamaya başlamıştı. Ali Şükrü Bey, bu dizinin ilk yazısında şöyle diyordu: “Bazılarının tasavvur ettiği gibi asırlardan beri devam eden bir şekl-i idareyi bir anda, bir-iki kanun tedviniyle değiştirivermek pek ziyade arzu edilir bir şey olmakla beraber, tatbikatta, fiiliyatta, hulâsa hakikatin pek sert olan çehresi önünde imkansızdır.”

Bu yazıdan birkaç gün önce ise, Afyon Milletvekili Hoca İsmail Şükrü (Çelikalay) Efendi’ye maledilen ama daha sonra Eşref Edip (Fergan) Bey’in de büyük katkısı olduğu anlaşılan Hilâfet-i İslâmiyye ve Büyük Millet Meclisi başlıklı bir kitap yayımlanmıştı. Kitap, hilâfet kurumunu devlet başkanlığı biçiminde yorumluyor ve giriş bölümünde anayasa hukuku açısından son derece belirsiz olan “Halife Meclis’in, Meclis de Halife’nindir” biçiminde bir formül öne sürüyordu. Yazar bu formülü biraz daha açmış ve “tanzîm-i kavânîn ve icrâ-yı hükûmet salâhiyetini der-uhde eden Meclis’imizin riyâset-i tabiiyyesini Halife’nin hâiz olması, yani kavânîn-i devlet ve mukarrerât-ı hükûmetin Halife’nin nazar-ı tasdîkine iktirân etmesi bir emr-i zarurî ve şerîdir” demişti. Dolayısıyla, İkinci Grup üyelerinin Halife’ye önemli bir dizi anayasal hak tanıyarak fiilen saltanat kurumunu canlandırmak istedikleri çok açıktı.

Bu noktada, İkinci Grup üyelerinin ezici bir çoğunluğunun yanlış tanınmasına neden olmamak için bir noktayı aydınlatmamız yararlı olacaktır. Bu kişiler, Mustafa Kemal Paşa’nın niyetlendiği ve saltanatın kaldırılması yoluyla önemli bir adımını da atmış olduğu devrime karşı olmakla birlikte, aralarından birkaç kişi hariç olmak üzere, “gerici” de değillerdi. 1909’daki Anayasa değişiklikleriyle ortaya çıkmış olan ulusal egemenlik rejimine bağlı, o günlerde kullanılan deyimle “saltanat-ı meşrûta” taraftarı muhafazakarlardı. Saltanat ve hilafet kurumlarını, birçok konudaki muhafazakarlıklarını pekiştirebilmelerine yardımcı olacak birer kalkan gibi görüyorlardı; ama meclis üstünlüğü ilkesine tümüyle bağlıydılar. Dolayısıyla, kişi ya da zümre tahakkümüne karşı olmaktan çok, devrimci bir kişi ya da zümre tahakkümüne karşı duran muhafazakarlar olduklarını vurgulamak daha doğru olacaktır.

İkinci Grup üyelerinin ister saltanat ister hilafet adı altında olsun, bir tür hükümdarlık rejiminin (saltanat-ı meşrûta) savunusunu da seçimlere gidiş sırasında yapamamaları, TBMM’nin dağılmasından bir gün önce, 15 Nisan’da yapılan bir kanun değişikliğine bağlıdır. O gün çıkarılan bir kanun, Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’nda iki değişiklik yaptı. Bunların birincisi, 29 Nisan 1920’de kanunlaşan metinde TBMM’nin niteliğini açıklayan sözcükleri kaldırıyor ve TBMM’nin geçici bir kurum olma durumuna son veriyordu. Artık İstanbul’da bir meclis-i mebûsan istemek ağır bir suç olacaktı.

İkinci değişiklik ise bir ektir. Bu eke göre 1 Kasım 1922’de alınan saltanatın kaldırılmasına ilişkin kararın eleştirilmesi de vatana ihanet suçu sayılacaktı. Bazı tarihçilerin devlet darbesi biçiminde yorumladıkları ve Türkiye’nin artık meşruti monarşiyle yönetilemeyeceğini ilan eden bu gelişmenin İkinci Grup üyelerini nasıl etkilediğini en iyi gösteren tepkilerden biri; İzmit Milletvekili Sırrı (Bellioğlu) Bey’in, değişikliğin siyasal özgürlüklere kısıtlama getiren, “faşistçe” bir uygulama olduğunu söylemesidir.

Batı Avrupa’da meclis üstünlüğü ilkesi üzerine kurulu birçok meşruti monarşi bulunduğunu; Türkiye’de de aynı sistemin 10 yıl boyunca uygulanmış olduğunu gözönünde bulundurduğumuzda, o günlerde böyle bir isteğin ne siyasal ne de ahlakî açıdan yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla, Sırrı Bey’in siyasal özgürlükler konusunda haklı olduğunu teslim etmek gerekir. Ancak, devrimci jakobenlikle faşizmi aynı kefeye koyan Sırrı Bey’i azılı bir Ermeni ve Rum düşmanı siciliyle birlikte ele aldığımızda; bu siyasal özgürlükler çıkışını demokrasi ve insan hakları ilkeleri adına değil, muhafazakarlık adına yaptığını da görmek gerekir. Yani bunun, tıpkı yukarıda gördüğümüz Misâk-ı Millî örneğindeki gibi, gene bir suret-i haktan görünme örneği olduğu aşikardır.

İkinci Grup üyelerinin seçim konusunda olumlu oy kullanmış olmalarındaki saikin, meşruti monarşiye karşı olan ve Hilafet’i de ellerine geçecek ilk fırsatta kaldırmayı planladıkları anlaşılan Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu bu özellikleriyle seçmenlere şikayet ederek toplumsal destek kazanmak olduğunu söyleyebiliriz. Tabii bu imkanın 15 Nisan’dan sonra yitirilmiş olması da İkinci Grup’un siyaset sahnesinden silinmesi sonucunu doğuracaktı.

1923 seçimlerinde Müdafaa-i Hukuk Grubu/Halk Fırkası adaylarını yenerek milletvekili seçilebilmiş yalnızca üç kişi vardır. Gerçi elimizde henüz seçim sonuçlarına ilişkin somut verilere dayanan bir çalışma bulunmuyor. Seçim çevrelerinde herhangi bir usulsüzlük yapılıp yapılmadığına dair de pek bilgimiz yok. Bu nedenlerle seçimlerde ciddi bir rekabet olup olmadığına ilişkin bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak, sandıktan çıkmakta pek de zorlanmamış olan Müdafaa-i Hukuk Grubu adaylarının, yukarıda özetlemeye çalıştığımız tartışma konularında yekvücut olarak Mustafa Kemal Paşa ve yakın çevresi saflarında durduklarını söylemek de mümkün değildir.

Nitekim Lozan Antlaşması Meclis’in onayına sunulduğunda, oylamaya 286 milletvekilinden 227’si katılmış ve 213 olumlu oy çıkmıştı; 29 Ekim 1923 akşamı ise cumhuriyetin ilanı lehinde yalnızca 158 oy çıkacaktı.

Yakup Kadri’den muhaliflere salvolar

Müdafaa-i Hukuk Grubu/Halk Fırkası’ndan 1923 seçimlerinde milletvekili adayı olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun İkinci Grup üyelerini betimleyişi:

“Biliyoruz ki, Hüseyin Avni [Ulaş] Beyefendi gürbüz ve müfrit bir teceddüd tarafdârıdır; Şükrü [Çelikalay] Efendi kara bir mürtecidir, Vâsıf [Karakol] Bey koyu bir İttihâdcı olmak ve İttihâdcılık da saltanat-ı meşrûta tarafdârlığı demek olduğu için, saltanat-ı meşrûtacıdır. Salâhaddin [Köseoğlu] Bey harâretli bir inkılâbcıdır, Hacı Tâhir [Kucur] Efendi mutedil bir muhâfazakârdır. Diyâb [Yıldırım] Ağa’nın kendine mahsus hiçbir fikri yokdur, ara sıra rüyâ tabîr eder; ekseriyetle İkinci Gruba rey veren Vehbi [Büyükyalvaç] Efendi ise için için mutlakiyet-i idâreye mütemâyildir; Cemâl [Mersinli] Paşa’ya gelince o yalnız Cemâl Paşacıdır.”

Yakûb Kadri, “Bu mu imiş?”, İkdâm, 2 Mayıs 1329/1923, s. 2. (Köşeli ayraç içindeki soyadları #tarih tarafından eklenmiştir).

‘Saltanat-ı milliyye’ ve kavram kargaşası

İlk defa kimin, ne zaman kullandığını bilmiyoruz; ama 1922 sonbaharında ve saltanatın kaldırılmasından kısa bir süre önce “saltanat-ı milliyye” diye bir deyim ortaya çıktı. Biraz garip bir deyim olmakla birlikte, Ankara’daki hakimiyet-i milliyye, yani ulusal egemenlik yanlıları, özellikle de saltanatın kaldırılmasından yana olanlarca çabucak benimsendi. Ancak hemen arkasından yeni bir deyim daha çıktı ve 1923 yazına kadar siyasal çevrelerde bir sağırlar diyalogunun başlamasına neden oldu. Bu ikinci deyim, “saltanat-ı şahsiyye” idi ve kimi zaman “saltanat-ı ferdiyye” biçiminde de kullanılıyordu.

“Saltanat” kelimesi zaten bir hükümdarın varlığı fikrini içinde barındırdığı için bu yeni deyimler anlamsız, “atlı süvari”ye benzeyen, dolayısıyla da gülünç birer sıfat tamlamasıydı. Buna rağmen kullanıldılar ve bir karışıklığa neden oldular. Aralarında “siyaseten saf” olanları bir yana bırakacak olursak, Müdafaa-i Hukuk Grubu üyeleri bu yeni deyimleri bilinçli olarak, kısaca “saltanat” ya da “hükümdarlık” anlamında kullanıyorlar, İkinci Grup üyeleri ise bu deyimleri “mutlakiyet” anlamına alıyorlardı. Çıkan kavram karmaşası 1923 seçimleri sırasında da sürdü gerçi; ama bu deyimleri 1923’ten sonra kullanan pek olmadı.