Aralık
sayımız çıktı

DAVID LYNCH: Bastırılamayan rüyaların engellenemeyen dönüşü

David Lynch birçoğumuz için sadece bir film yönetmeni. Ama Lynch aynı zamanda bir yazar, ressam, heykeltraş, besteci, şarkıcı, gitarist ve tasarımcı. İki albümü, mobilya tasarımları, yazdığı kitaplar ve plastik sanatlar alanındaki uğraşlarıyla… Sinema tarihine damgasını vuran sanatçı şimdi bu çokyönlü yaşamıyla beyazperdede. 

David Lynch, sanat hayatının dışında, dünya barışının ancak transandantal meditasyonun kitlelerce benimsenmesiyle gerçekleşeceğine inanan ve bu uğurda ciddi çaba ve para harcayan biri. Politik tercihleri Ronald Reagan’dan Bernie Sanders’e kadar uzanan bir çeşitlilik içinde ama kendi ifadesiyle temelde apolitik biri o. “Mulholland Drive” filminde Hollywood sistemine yönelttiği şiddetli eleştirileri politik saymazsak… Ticari sinemanın dışında dursa da, ticarete de kafası basan biri Lynch. Kendi kahve markasından paralı üye olunan kendi sitesine, çektiği birçok reklam filmine ve hayranlarını büyük hayalkırıklığına uğratan bir kararla “Twin Peaks” adını bir restoran zincirine satmasına kadar. 

Yönetmen Jon Nguyen’in üç sene süren çekimleri ve röportajlarından oluşan “David Lynch: The Art Life” (David Lynch: Yaşam Sanatı)* adlı filmde Lynch, çok mutlu bir çocukluk geçirdiğini anlatıyor. Lynch’in hem filmleri hem de resimleri son derece rahatsız edici, son derece karanlık ve şiddet içerikli eserler. Lynch’in dünyasındaki bu karanlık nereden kaynaklanıyor diye merak ediyor insan. “David Lynch: The Art Life”ta bu sorulara yanıt bulmak mümkün değil. Birtakım ipuçları var sadece. Anne ve babasından sevgiyle sözeden Lynch’in sorunları büluğ çağında başlıyor gibi. Lise yıllarında yanlış arkadaşlar edinip annesini hayalkırıklığına uğrattığını anlatıyor filmde. Sorunlarının ergenlikte başlamış olması ve filmlerinde karşılaştığımız yoğun ödipal temalar, insana aşılamamış bir karmaşa yaşadığını düşündürüyor. Özellikle “Blue Velvet”ta (Mavi Kadife), filmin kahramanı Jeffrey’nin, kendisi için bir tür anne figürü olan Dorothy Valens’le, bir tür baba figürü olan Frank Booth’un sevişmesini seyretmesi (Freud’un “primaere Szene” dediği ilk sahneyi hatırlatan biçimde), ardından Dorothy’yle yatıp, Frank’i öldürmesi klasik bir ödipal karmaşa tablosu çiziyor. Ödipal karmaşa yaşamak için özel biri olmaya gerek yok, herkes bir ölçüde yaşıyor. 

Anne ve babasından sevgiyle sözeden Lynch’in sorunları büluğ çağında başlıyor gibi. 

Lynch’in ölümle, şiddetle başka bir derdi olmalı ki bunu da anlatıyor sık sık. Konservatuvarda okuduğu dönemde, Philadelphia’nın son derece yoksul bir muhitinde, şiddetin göbeğinde yaşamasına bağlıyor filmlerindeki şiddeti. Taşınır taşınmaz evleri soyuluyor. Pencerelerine kurşun isabet ediyor, arabaları çalınıyor, oturdukları caddede bir çocuk öldürülüyor. “Hayatımdaki en büyük etkiyi bana bu kentte yaşamak yapmıştır” diyor Lynch.

Ölüme bu kadar yakın olmak, belki de Lynch’i ölümü anlamaya iten şey. Bunu anlıyabiliyorum ama filmde anlattığı hikayede babasına daha yakın hissediyorum kendimi: Henüz Philadelphia’da öğrenciyken , babasının kendisini ziyarete gelişini anlatıyor filmde. Örümcek ağları içindeki bodrumunda bulunan nadide “şey”leri babasına göstermek istiyor. Bunlar çürümekte olan meyveler, silikonla kaplanmış bir fare ölüsü gibi şeyler. Babasının, kendisine garip bir ifadeyle baktığını ve ona “Sen sen ol, sakın çocuk yapma!” dediğini söylüyor. Bugün 71 yaşında olan Lynch’in dört ayrı eşinden dört çocuğu var. En küçük çocuğu olan Lula ise henüz 5 yaşında. Lynch, filmde gördüğümüz kadarıyla fosur fosur sigara içmeye de devam ediyor. Zamanında Reagan’a yakın hissetmesinin nedeni, Demokratların sigara yasağını icat etmiş olmasıymış. 

David Lynch’in benim hayatımda önemli bir yeri var. İlk seyrettiğim filmi “Fil Adam”ın atmosferi beni çok etkilemişti. Bir sonraki filmi “Mavi Kadife” önce sadece Suadiye Sineması’nda vizyona girmiş, sonra Avrupa yakasına gelmişti. Filmin oturduğum Avrupa yakasına gelişini bekleyememiş, hemen ilk gün “karşıya” geçip izlemiştim. Lynch’in filmlerindeki bu büyü yönetmenin ruhundaki, belki kendisinin de anlamlandıramadığı ama derinden etkilendiği şeyleri, perdeye aktarmadaki başarısında saklı. Lynch, bilinçaltını ve rüyalarını filme çekebiliyor ve dolayısıyla seyircide karanlık ve derin bir yerlere dokunabiliyor. Bunu Lynch kadar iyi yapabilen başka bir yönetmen yok. Hem defalarca Oscar’a aday olan, hem Cannes Film Festivali’nde ödüller alan ve hem de bu kadar büyük bir hayran kitlesine sahip başka bir yönetmen olmamasını böyle açıklayabiliriz. 

David Lynch

Lynch’in resimden neredeyse organik bir biçimde sinemaya geçmesi de önemli. Bu geçişi şöyle anlatıyor Lynch: “Simsiyah bir arka planın üstüne bir miktar çimen resmi yaptım. Resme bakarken, sanki bir hareket ve bir uğultu hissettim. Hareketli ve sesli resim fikri böyle çıktı.” Lynch’in ilk hareketli ve sesli resmi “Six Men Getting Sick” adını taşıyor. Altı adamın midelerinin bulanıp kusma sürecini gösteren bu “filmli resim”, aynı zamanda Lynch’in neyle uğraşacağının da habercisi: içerde tutulan ve bastırılan nahoş şeylerin şiddetle dışarıya çıkması… 

Seyircisinin ruhuna dokunabilen Lynch, apolitikliği ve transandantal meditasyon gibi “new age” akımlara merakıyla çağın ruhundan besleniyor, o ruh tarafından şekilleniyor. Lynch, Mayıs’ta kült dizisi “Twin Peaks”in (İkiz Tepeler) yeni bölümleriyle televizyonlara dönecek. Heyecanla bekliyoruz.

*Filmin adının yanlış çevrildiğini “sanat hayatı” yerine bambaşka bir anlam içeren “yaşam sanatı”nın kullanıldığını belirtmeliyim. Bu kadar basit ama ciddi bir hata belki de hata değildir, filmi daha çekici yapmak için ticari kaygılarla tercih edilmiştir diye düşünüyorum. Fakat film içinde de aynı yanlışın sürdürülmesi, çevirmende sorun olabileceğini de akla getiriyor. Tabii çevirmeni denetleyen bir redaktör yoksa…