Yaklaşık 1500 yıl önce yapılan Ayasofya, dünyanın en önde gelen anıt eserlerinden. Gerek 1453’ten önce gerekse cami olduktan sonra bu mekanla ilgili tartışmalar hep devam etti. Bugün de yeni yapılan giriş kapısı, üst katları, farklı ücret uygulamalarıyla gündemde. Bu müstesna yapının dünden bugüne uzanan ibadet, ziyaret, çizim ve kullanım macerası.
Osmanlı Devleti’nde muamelat ve ukubat (toplumsal esaslar ve cezalar) yönünden İslâm’ın Sünnî yorumunun Hanefî mezhebi kurallarına uyulurdu. Hanefîler’e göre gayrimüslimlerin camileri ziyaret etmesi caiz olsa da, Osmanlı toplumunun erken çağlarından Nizam-ı Cedid devrine kadar bu kurala pek uyulmamış; camilerin gayrimüslimler tarafından ziyareti bir tarafa, onların camilere bitişik veya yakın evlerde oturmaları dahi engellenmiştir. Bu nedenle 19. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı mahalle düzeninde cami/mescit merkeze alındığından, çevresinde gelişen iskan düzeninde sadece Müslüman ahalinin mesken tutmasına izin verilerek Müslüman mahalleleri oluşturulmuştur.
Hıristiyan veya Yahudi mahalleleri de aynı şekilde bir kilise veya sinagog çevresinde konuşlanmış meskenlerden ibarettir. Bunlar Müslüman mahallelerine komşu olduklarında, sınırlar çıkmaz sokaklarla belirlenir ve birbirlerinin yaşam alanlarına nüfuz etmeleri engellenirdi. Kentlerin yerleşim düzeni böyle olunca, Osmanlı tebaasından gayrimüslimlerin mahalle mescitlerine veya anıtsal camilere girip çıkması da mümkün olmazdı.
16. yüzyıldan itibaren Avrupa ülkelerinin ikamet elçiliklerinin birbiri ardına açıldığı İstanbul’da, yerli gayrimüslim nüfusun yanında bir de hatırısayılır miktarda ecnebi nüfusu yerleşik düzene geçmişti (“ecnebi” kelimesinin lügat anlamındaki çeşitliliğinin ötesinde, bu kelime terim olarak kullanıldığında; vatandaşlık hukukunun geliştiği 19. yüzyıla kadar Avrupalı gayrimüslimlere “ecnebi” denir, yerli gayrimüslimlere ise “azınlık” veya “ecnebi” denilmezdi. Onlar erken dönemde reaya, sonrasında Müslüman halkla birlikte tebaa, 2. Meşrutiyet sonrasında vatandaştır. 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ise, Osmanlı Devleti’ne tâbi olmayan herkes Müslüman da olsa “ecnebi”dir. Azınlık tabiri ise Lozan Antlaşması’ndan sonraki zaman dilimi için sözkonusudur).
İstanbul bilindiği gibi, öteden beri Batılı seyyah veya heyetlerin gözdesi olmuştur. Kalabalık diplomatik heyetler ile bağımsız dolaşan seyyahlar birbiri ardına İstanbul’u ziyaret ettiler. Turizm anlayışının henüz yeşermediği zamanlarda Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın etkilediği Avrupalılar, eski kültürleri merak ettikleri ölçüde soluğu Osmanlı topraklarında alıyor; çoğunlukla Kudüs hedefli gezilerin en önemli ayağı olarak “kâfir Müslümanlar”ın işgalindeki İstanbul’u “Roma başkenti” gözüyle görüp ziyaret ediyorlardı.
Bu ziyaretlerde görülmek istenilen en önemli tarihî eser, şüphesiz Ayasofya Camii’ydi. Ne var ki İstanbul’un fethinden sonra camiye çevrilen bu tarihî eserin ziyareti, yerleşik âdetler ve gayrimüslimlere getirilen kısıtlamalar nedeniyle mümkün değildi. Ancak üst düzey diplomatik heyetler ve onlara eşlik eden seyyahlara izin verilirdi ki, bunun için de çoğu defa bizzat padişahın veya nadir durumlarda sadrazamın onayı gerekmekteydi. İstanbul’u Bizans döneminde 1162’de ziyaret eden Sultan 2. Kılıçarslan ve yine 1332’de şehre gelen ünlü seyyah İbn-i Batuta, Müslüman oldukları için Ayasofya’ya sadece uzaktan bakabilmişler; fetihten sonra ise bu defa Hıristiyanlar için yasaklar başlamıştı.
Osmanlı toplumunda camilerin kullanımı-işlevi bugünkünden farklıydı. Bunlar namaz vakitlerinde açılıp-kapanan ve Müslümanlar’ın sadece ibadet ettiği mabetler değildi; günün her saatinde, namaz saatleri dışında da neredeyse her sütunun dibinde herkese açık cami dersleri veren dersiamlar ve takipçisi öğrenciler vardı; geceleri de yolcuların, yolda kalmışların geçici ikamet ettikleri yerlerdi; aynı zamanda sıklıkla yangın felaketine maruz kalan İstanbullular’ın da geçici barınaklarıydı. Külliye tarzındaki büyük camilerin etrafında muhakkak medreseler bulunurdu ve bunların da her yaştan öğrencileri çevreden eksik olmazdı. Bunların “sohta/ softa” olarak adlandırılanları, camilerin içini bırakın, çevresinde bile ecnebilerin veya yerli gayrimüslimlerin dolaşmasını istemez, bunlara tepki gösterirdi.
3. Selim’in saltanatı (1789- 1807) sırasında Rusya ve Sicilyateyn elçileri ile İsveç maslahatgüzarı, yanlarında zevceleri ve kalabalık bir subay grubuyla tebdil-i kıyafet ederek Süleymaniye Camii’ni ziyarete geldiler. Padişahın izniyle “beyaz üzerine sadrazam buyrultusu” verilerek ve yanlarında Babıâli’den tayin edilen görevliler olduğu halde camiye gelen resmî ziyaretçilere bir grup softa fizikî saldırıda bulundu; Rusya elçisi ile zevcesi darp edildi; bir subay başından yaralandı. Elçiler hemen Babıâli’den tarziye talebinde bulunarak suçluların en ağır şekilde cezalandırılmasını istedi. Rusya ve diğer ülkelerle ilişkilerin bozulmasına sebep olacak derecede vahim bu olayın duyurulduğu 3. Selim, olayı özetleyen telhisin üzerine kendi eliyle yazdığı hatt-ı hümayunda şöyle dedi: “Bakındı şu vakitsiz olan hezeyana. Elçi elbette taltif olunsun ve ‘Efendimiz duymasın yoksa biz tekdir oluruz’ diye itizar olunsun. Ve hediye dahi irsal olunsun. Maazallah böyle vakitte…”. Bunun üzerine yakalanan softalardan lider mertebesindeki 4’ü elçilerin gönderdiği görevlilerin şahitliğinde Rumelihisarı’nda idam edilmiş; geri kalan ikinci derece suçlu saldırganlardan 14 softaya da Babıâli’de Rusya tercümanıyla ilmiye görevlilerinin şahit olduğu bir infazla 20’şer değnek vurulmuş; yine de Rusları memnun etmek zorlukla mümkün olabilmiştir (BOA. HAT. 15274; 15309; 15612).
Ecnebilerin cami ziyaretlerinin katı kurallara tâbi tutulmasında, istenmeyen sonuçlara, diplomatik krizlere yolaçabilecek bu gibi hadiseler de etkili olmuştur. İslâm’ın şanını gösterme fırsatı bulunduğu ve şer’an caiz olduğu vurgusuyla sadrazamın telhis ettiği başka bir belge ise İspanyol seyyahlarla ilgilidir. Bunların cami gezme talebine yine 3. Selim tarafından bu defa izin verilmemesi, Ruslar’la yaşanan tatsızlığın henüz unutulmamış olmasıyla izah edilebilir (BOA. HAT. 8005). Yine de bu padişah devrinde, diplomatik heyetlerin Ayasofya başta olmak üzere cami ziyareti talepleri pek fazla reddedilmemiştir. Bu devirde yavaş yavaş -erken Osmanlı devirlerindeki katı tavrın aksine- gayrimüslimlerin cami gezmelerinde şer’an bir sakınca bulunmadığı, bunları engellemeye izin olmadığı söylenmeye başlanır. Sultan 3. Selim ile 2. Mahmud’un saltanatı (1808-1839) sırasında izin taleplerine olumlu bakılmasını isteyen sadrazamların ortak gerekçeleri; “düvel-i Nasara (Hıristiyan devletler) elçilerinin camileri gezmek istemeleri karşısında İslâm’ın ahlaki temizliğini gösterme fırsatı yakalanacağından şer’an cevaz verildiği” olmuştur (BOA.HAT. 7044; 34577). Bilhassa, büyükelçilerin görev süreleri bitince İstanbul’dan ayrılmak üzere bulundukları sırada selatin camilerini gezmelerinin teamül olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır (BOA.HAT. 10872).
2. Mahmud, ecnebilerin giderek artan talepleri karşısında ziyaretlerin usulünü şekillendiren ilk padişahtır. Hatta kendisi hatt-ı hümayunlarında bizzat yazdığı maddelerle, farkında olmadan ilk “turist talimatnamesi”ni kaleme almıştır da denilebilir. Madde madde “cami ziyaretlerinin öğrencilerin tatil günlerinde, namazdan önce veya namazdan sonra yapılmasını; tercümanların camilerde saygısızlık addedilebilecek hareketlerden kaçınmaları noktasında ziyaretçileri uyarmalarını; şeyhülislamlıkla bilgi alışverişinde bulunularak, gezilecek camilerde umuma açık ders veren hocalarla talebelerinin seyyahlarla gerginlik yaşamamaları için gereken tedbirlerin alınmasını” istemiştir (BOA. HAT. 34577; 31893). Bu maddeler, bundan yaklaşık 50-60 yıl sonra 2. Abdülhamid döneminde Evkaf Nazırı tarafından kaleme alınan 5 maddelik talimatnameye öncülük edecektir.
Ayasofya, Sultan Abdülmecid’in emriyle 1847-49 arasında İtalyan asıllı İsviçreli Mimar Gaspare ve Guiseppe Fossati kardeşlere restore ettirildikten sonra, gezilerin daha kolaylaştırıldığı anlaşılıyor. Kırım Savaşı sırasında İngiltere ve Fransa ile kurulan ittifakın ardından 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı’yla, Batı’ya açılım evresinde eski kısıtlama ve zorluklar nispeten ortadan kalkmıştı. Yine de bu yıllarda Osmanlı tebaası gayrimüslimlerin de Ayasofya’yı izinsiz ziyaret edemedikleri anlaşılıyor. İzinlerin çıkmasına bağlı olarak gezenler de çoğalınca, seyyahlarla cami görevlileri arasında çekişmeler de artmıştır.
Diğer yandan, gerekli şartlar sağlanmadan artan ziyaretçi sayısı kontrolü zorlaştırmıştır. Ayasofya’daki üst kat galeri duvarlarıyla sütunlarının bilhassa Rum ve Yunan olduğu tahmin edilen kişilerce kötü niyetli çeşitli yazı ve şekillerle kirletildiği ihbarı gelince, bizzat 2. Abdülhamid (saltanatı 1876-1909) tarafından bir teftiş emredilmiştir. Evkaf Nazırı Mustafa Paşa emri yerine getirir; Ayasofya’da 20-30 yıldan beri tarihî duvarlara yazılan bu yazı ve şekilleri binaya zarar vermeyecek şekilde sildirir.
Mustafa Paşa, Ayasofya’nın üst kat galerilerinin boş olmasından dolayı, sefaret mensupları hariç olmak üzere, Hariciye Nezareti’nden verilen biletlerle gelen “adi ziyaretçiler”in sadece cami içini gezmekle yetinmeleri gerektiğini; bunların üst katlara çıkarılmamasının görevlilere emredildiğini Yıldız’a gönderdiği takririnde belirtiyor. Takrirde sözü geçen “biletler”in mahiyeti hakkında kaynaklarda bilgi yoktur; ancak bu yazımızda kullandığımız Ayasofya ve Cebehane biletleri olması kuvvetle muhtemeldir. Bilet üzerindeki yazıda “cami-i kebir” veya “cami” kelimelerinin bulunmayıp sadece “Ayasofya” yazılması dikkati çeker.
Bu yıllarda Ayasofya’nın en önemli süsleme unsurlarından olan mozaiklerin ziyaretçiler tarafından çalındığı veya satın alındığı da kayıtlara geçmiştir. Evkaf Nezareti, Ayasofya özelinde olmakla birlikte tüm selâtin camilerinde “turistik” ziyaretlerden kaynaklanan olumsuzlukları değerlendirerek, aksaklıkları gidermeye yönelik bir talimatname hazırlar. Evkaf Nazırı Mustafa Paşa’nın Yıldız’a sunduğu 1887 tarihli “İstanbul’daki mukaddes mekanları ziyaret edecek gayrimüslimlere dair talimatname” Türkiye’nin ilk turizm genelgesi sayılmalıdır (metni için: Emine Betül Çakırca, “On Dokuzuncu Yüzyılda Seyir ve Temaşa Mekânı Olarak Ayasofya Camii ve Gayrimüslim Ziyaretçileri”).
Seyahatnamelere göre sivil seyyahlar, resmî makamlardan izin almanın zorluğundan veya kendilerine daha kolay geldiğinden, cami kapılarında kurdukları ikili ilişkiler, cami görevlilerine verdikleri hediye ve paralar sayesinde rahatlıkla camilere alınmıştır. Softaların bu gibi seyyahlara müdahale ettiklerine dair kayıtlara rastlanılmıyor; ancak seyyahlar her anlatıda tedirginlik hatta korkularını aktarmaktan çekinmemiştir.
16. yüzyıldan itibaren birçok seyyah kitaplarında Ayasofya’nın iç mekanını gayet ayrıntılı tasvir edebilmiş; hatta çok değerli gravür ve planlarla Osmanlılar’ın eksik bıraktığı bu alanı doldurmuşlardır. Bu seyyahların en önemlisi, Ayasofya’nın içerisinde kaldığı 3 günü ayrıntılarıyla anlatan (1670’ler); tarihte ilk defa Ayasofya, Sultan Ahmed, Süleymaniye ve Yeni Cami’nin planlarıyla, bunların içeriden ve dışarıdan çok mükemmel gravürlerini çizen Fransız ressam Guillaume-Joseph Grelot’dur (1630-?). Sakal bırakıp sarık sararak ve uzun bir elbiseyle kendini kamufle ederek Ayasofya’da gizlice kaldığı 3 gün içinde iç mekan resimlerini çizmiş; ibadet eden Müslümanlar’ın hareketlerini incelemiş; namaz kılınırken icra edilen rüku, secde gibi eylemleri tespit edip resimlemiştir. Fransa Kralı 14. Louis’ye sunduğu 1680 tarihli Relation Nouvelle D’un Voyage De Constantinople kitabıyla haklı bir ün kazanmıştır.
Bundan 30 yıl sonra ise, İsveçli bir subay olan Cornelius Loos (1686-1738), Ayasofya’nın gayet ayrıntılı iç mekan tasvirlerini yapacaktır. İsveç Elçiliği’nde tercüman olan diplomat ve tarihçi Ignatius Mouradgea d’Ohsson ise (1740-1807) 1787’de Paris’te basılan Tableau Général de l’Empire Othoman adlı eserinde Ayasofya’yı mükemmel çizimlerle içeriden ve dışarıdan göstermiştir. İnsan bu eserleri görünce, “keşke rahat rahat çalışıp daha fazla eser bırakmalarına izin verilseydi” diye hayıflanmadan edemiyor (Ayasofya seyyahlarına dair toplu malumat için: Emrah İstek, 100 Seyyahın Gözüyle Ayasofya, Beyan Yayınları, 2021).
Sultan Abdülmecid’in emriyle 1847-49 arasında Fossati Kardeşler’in Ayasofya restorasyonu öncesi durumunu ve şeklini gösteren yegane resimler bu eserlerle günümüze gelmiştir. Gaspare Fossati’nin bizzat çizdiği tablolarının ötesinde baskı özellikleriyle de başlı başına bir sanat eseri olan ve 1852’de Londra’da basılan Ayasofya Albümü, kendinden önceki gizli ve sıkıntılı süreçlerle elde edilmiş resimlerin aksine bizzat Sultan Abdülmecid’in emri ve devletin parasıyla ortaya konulmuş mükemmel bir çalışmadır. Ayasofya galerilerini gezen ecnebileri resmederek bize Ayasofya turizmiyle ilgili en erken tarihli görsel malzemeyi bıraktığı için de önemi büyüktür.
1870’LER…
Ayasofya’ya giriş için 9 gün süreli turist bileti
Hariciye Nezareti Teşrifat Müdürlüğü tarafından hazırlanan biletlerle, Ayasofya Camii ile Ahmed Fethi Paşa’nın 1846’da Topkapı Sarayı Cebehanesi’nde (Aya İrini Kilisesi) kurduğu ilk Türk müzesi olan Askerî Müze ziyaret edilebiliyordu. Belge satırlarında karşımıza çıkan, ancak ne olduğu anlaşılamayan bu biletlerin bugüne kadar hiçbir kaynakta görülememesi; mutlaka zamanında şahıslara verilip giriş esnasında imha edilmeleri nedeniyle günümüze intikal etmemesinden kaynaklanmıştır. Bugün bulunan örnekleri de zaten çok azdır ve bunlar kenarda-köşede kalanlar olmalıdır.
Osmanlı Arşivi’nde korunan bu biletler, ortasından delikli kağıda basılmış, aynı tabakada biri Ayasofya diğeri Cebehane için olmak üzere iki adet giriş biletinden ibarettir. Sol tarafı Fransızca, sağ tarafı Türkçe düzenlenmiştir. Tam ortada iki kısmı ayıran çizginin üzerindeki ay-yıldız tasarımı orijinaldir. Eski harfli Türkçe yazıda “Babıali Teşrifatî-i Hariciye-Duhuliye Bileti-Ayasofya-Dokuz gün için muteberdir-Fî” yazıları okunmaktadır. Türkçe kısımda “Fî” yazısından sonra bir tarih konulmamış, ancak Fransızca kısımdaki “187” ibaresi bu biletin 1870’lerde hazırlandığına delil olmuştur. Cebehane için de aynı şekilde bilet hazırlanmış, tek farkla “Ayasofya” yerine “Cebehane-i Âmire” yazılmıştır. Biletlerin dağıtım şekline, ücretli veya ücretsiz olup olmadığına, verildiği kişilerin bir deftere kaydedilip edilmediğine dair soruların cevapları henüz ortaya çıkmamıştır. Önümüzdeki yıllarda tasnifi tamamlanıp araştırmaya açılması beklenen belge ve defterler arasından tamamlayıcı malumatın çıkması muhtemeldir.