Kasım
sayımız çıktı

‘Ecnebiler’in Hagia Sofia’sı Türkler’in Ayasofya Camii

İSTANBUL’UN VE TARİHİN MERKEZİNDE…

Yaklaşık 1500 yıl önce yapılan Ayasofya, dünyanın en önde gelen anıt eserlerinden. Gerek 1453’ten önce gerekse cami olduktan sonra bu mekanla ilgili tartışmalar hep devam etti. Bugün de yeni yapılan giriş kapısı, üst katları, farklı ücret uygulamalarıyla gündemde. Bu müstesna yapının dünden bugüne uzanan ibadet, ziyaret, çizim ve kullanım macerası.

Osmanlı Devleti’nde mua­melat ve ukubat (toplum­sal esaslar ve cezalar) yönünden İslâm’ın Sünnî yoru­munun Hanefî mezhebi kuralla­rına uyulurdu. Hanefîler’e göre gayrimüslimlerin camileri ziya­ret etmesi caiz olsa da, Osmanlı toplumunun erken çağlarından Nizam-ı Cedid devrine kadar bu kurala pek uyulmamış; camile­rin gayrimüslimler tarafından ziyareti bir tarafa, onların cami­lere bitişik veya yakın evlerde oturmaları dahi engellenmiştir. Bu nedenle 19. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı mahalle düzenin­de cami/mescit merkeze alındı­ğından, çevresinde gelişen iskan düzeninde sadece Müslüman ahalinin mesken tutmasına izin verilerek Müslüman mahalleleri oluşturulmuştur.

Hıristiyan veya Yahudi ma­halleleri de aynı şekilde bir kilise veya sinagog çevresinde konuş­lanmış meskenlerden ibarettir. Bunlar Müslüman mahallelerine komşu olduklarında, sınırlar çıkmaz sokaklarla belirlenir ve birbirlerinin yaşam alanlarına nüfuz etmeleri engellenirdi. Kentlerin yerleşim düzeni böyle olunca, Osmanlı tebaasından gayrimüslimlerin mahalle mes­citlerine veya anıtsal camilere gi­rip çıkması da mümkün olmazdı.

16. yüzyıldan itibaren Avrupa ülkelerinin ikamet elçiliklerinin birbiri ardına açıldığı İstanbul’da, yerli gayrimüslim nüfusun ya­nında bir de hatırısayılır miktar­da ecnebi nüfusu yerleşik düzene geçmişti (“ecnebi” kelimesinin lügat anlamındaki çeşitliliğinin ötesinde, bu kelime terim olarak kullanıldığında; vatandaşlık hukukunun geliştiği 19. yüzyıla kadar Avrupalı gayrimüslimlere “ecnebi” denir, yerli gayrimüs­limlere ise “azınlık” veya “ecnebi” denilmezdi. Onlar erken dönem­de reaya, sonrasında Müslüman halkla birlikte tebaa, 2. Meşru­tiyet sonrasında vatandaştır. 19. yüzyılın son çeyreğinden itiba­ren ise, Osmanlı Devleti’ne tâbi olmayan herkes Müslüman da olsa “ecnebi”dir. Azınlık tabiri ise Lozan Antlaşması’ndan sonraki zaman dilimi için sözkonusudur).

1Belge_1
Fransız ressam Guillaume-Joseph Grelot, Ayasofya’nın içten ve dıştan birçok resmini çizmiş, 1680’de yayımlamıştı.

İstanbul bilindiği gibi, öteden beri Batılı seyyah veya heyetle­rin gözdesi olmuştur. Kalabalık diplomatik heyetler ile bağımsız dolaşan seyyahlar birbiri ardına İstanbul’u ziyaret ettiler. Turizm anlayışının henüz yeşerme­diği zamanlarda Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın etkilediği Avrupalılar, eski kültürleri merak ettikleri ölçüde soluğu Osmanlı topraklarında alıyor; çoğunlukla Kudüs hedefli gezilerin en önemli ayağı olarak “kâfir Müslüman­lar”ın işgalindeki İstanbul’u “Roma başkenti” gözüyle görüp ziyaret ediyorlardı.

Bu ziyaretlerde görülmek is­tenilen en önemli tarihî eser, şüp­hesiz Ayasofya Camii’ydi. Ne var ki İstanbul’un fethinden sonra camiye çevrilen bu tarihî eserin ziyareti, yerleşik âdetler ve gayri­müslimlere getirilen kısıtlamalar nedeniyle mümkün değildi. An­cak üst düzey diplomatik heyetler ve onlara eşlik eden seyyahlara izin verilirdi ki, bunun için de çoğu defa bizzat padişahın veya nadir durumlarda sadrazamın onayı gerekmekteydi. İstanbul’u Bizans döneminde 1162’de ziyaret eden Sultan 2. Kılıçarslan ve yine 1332’de şehre gelen ünlü seyyah İbn-i Batuta, Müslüman oldukları için Ayasofya’ya sadece uzaktan bakabilmişler; fetihten sonra ise bu defa Hıristiyanlar için yasak­lar başlamıştı.

Osmanlı toplumunda cami­lerin kullanımı-işlevi bugün­künden farklıydı. Bunlar namaz vakitlerinde açılıp-kapanan ve Müslümanlar’ın sadece ibadet ettiği mabetler değildi; günün her saatinde, namaz saatleri dışında da neredeyse her sütunun di­binde herkese açık cami dersleri veren dersiamlar ve takipçisi öğrenciler vardı; geceleri de yolcuların, yolda kalmışların geçici ikamet ettikleri yerlerdi; aynı zamanda sıklıkla yangın felaketine maruz kalan İstanbul­lular’ın da geçici barınaklarıydı. Külliye tarzındaki büyük camile­rin etrafında muhakkak medre­seler bulunurdu ve bunların da her yaştan öğrencileri çevreden eksik olmazdı. Bunların “sohta/ softa” olarak adlandırılanları, camilerin içini bırakın, çevre­sinde bile ecnebilerin veya yerli gayrimüslimlerin dolaşmasını istemez, bunlara tepki gösterirdi.

3. Selim’in saltanatı (1789- 1807) sırasında Rusya ve Sicil­yateyn elçileri ile İsveç masla­hatgüzarı, yanlarında zevceleri ve kalabalık bir subay grubuyla tebdil-i kıyafet ederek Süleyma­niye Camii’ni ziyarete geldiler. Padişahın izniyle “beyaz üzerine sadrazam buyrultusu” verilerek ve yanlarında Babıâli’den tayin edilen görevliler olduğu halde camiye gelen resmî ziyaretçile­re bir grup softa fizikî saldırıda bulundu; Rusya elçisi ile zevcesi darp edildi; bir subay başından yaralandı. Elçiler hemen Babıâ­li’den tarziye talebinde buluna­rak suçluların en ağır şekilde cezalandırılmasını istedi. Rusya ve diğer ülkelerle ilişkilerin bo­zulmasına sebep olacak derecede vahim bu olayın duyurulduğu 3. Selim, olayı özetleyen telhisin üzerine kendi eliyle yazdığı hatt-ı hümayunda şöyle dedi: “Bakındı şu vakitsiz olan hezeyana. Elçi elbette taltif olunsun ve ‘Efen­dimiz duymasın yoksa biz tekdir oluruz’ diye itizar olunsun. Ve hediye dahi irsal olunsun. Maazallah böyle vakitte…”. Bunun üzerine yakalanan softalardan lider mertebesindeki 4’ü elçilerin gönderdiği görevlilerin şahit­liğinde Rumelihisarı’nda idam edilmiş; geri kalan ikinci derece suçlu saldırganlardan 14 softaya da Babıâli’de Rusya tercümanıyla ilmiye görevlilerinin şahit olduğu bir infazla 20’şer değnek vurul­muş; yine de Rusları memnun etmek zorlukla mümkün olabil­miştir (BOA. HAT. 15274; 15309; 15612).

1Belge_2
Fossati Albümü’nden bir çizim ve detay. Sultan Abdülmecid döneminde restorasyon sonrası Ayasofya’da rehber veya tercüman eşliğinde üst kat galerilerini gezen ecnebiler. Ziyaretçiler ayakkabılarını çıkarmamışlar…
1Belge_2_1

Ecnebilerin cami ziyaretleri­nin katı kurallara tâbi tutulma­sında, istenmeyen sonuçlara, dip­lomatik krizlere yolaçabilecek bu gibi hadiseler de etkili olmuştur. İslâm’ın şanını gösterme fırsatı bulunduğu ve şer’an caiz olduğu vurgusuyla sadrazamın telhis ettiği başka bir belge ise İspanyol seyyahlarla ilgilidir. Bunların cami gezme talebine yine 3. Selim tarafından bu defa izin verilmemesi, Ruslar’la yaşanan tatsızlığın henüz unutulmamış olmasıyla izah edilebilir (BOA. HAT. 8005). Yine de bu padişah devrinde, diplomatik heyetlerin Ayasofya başta olmak üzere cami ziyareti talepleri pek fazla red­dedilmemiştir. Bu devirde yavaş yavaş -erken Osmanlı devirle­rindeki katı tavrın aksine- gayri­müslimlerin cami gezmelerinde şer’an bir sakınca bulunmadığı, bunları engellemeye izin olmadı­ğı söylenmeye başlanır. Sultan 3. Selim ile 2. Mahmud’un saltanatı (1808-1839) sırasında izin taleple­rine olumlu bakılmasını isteyen sadrazamların ortak gerekçe­leri; “düvel-i Nasara (Hıristiyan devletler) elçilerinin camileri gezmek istemeleri karşısında İslâm’ın ahlaki temizliğini gös­terme fırsatı yakalanacağından şer’an cevaz verildiği” olmuştur (BOA.HAT. 7044; 34577). Bilhassa, büyükelçilerin görev süreleri bitince İstanbul’dan ayrılmak üzere bulundukları sırada selatin camilerini gezmelerinin teamül olarak kabul edildiği anlaşılmak­tadır (BOA.HAT. 10872).

2. Mahmud, ecnebilerin gide­rek artan talepleri karşısında zi­yaretlerin usulünü şekillendiren ilk padişahtır. Hatta kendisi hatt-ı hümayunlarında bizzat yazdığı maddelerle, farkında olmadan ilk “turist talimatnamesi”ni kaleme almıştır da denilebilir. Madde madde “cami ziyaretlerinin öğrencilerin tatil günlerinde, namazdan önce veya namazdan sonra yapılmasını; tercümanla­rın camilerde saygısızlık addedi­lebilecek hareketlerden kaçın­maları noktasında ziyaretçileri uyarmalarını; şeyhülislamlıkla bilgi alışverişinde bulunularak, gezilecek camilerde umuma açık ders veren hocalarla talebeleri­nin seyyahlarla gerginlik yaşa­mamaları için gereken tedbirle­rin alınmasını” istemiştir (BOA. HAT. 34577; 31893). Bu maddeler, bundan yaklaşık 50-60 yıl sonra 2. Abdülhamid döneminde Evkaf Nazırı tarafından kaleme alınan 5 maddelik talimatnameye öncü­lük edecektir.

Ayasofya, Sultan Abdülme­cid’in emriyle 1847-49 arasında İtalyan asıllı İsviçreli Mimar Gas­pare ve Guiseppe Fossati kardeş­lere restore ettirildikten sonra, gezilerin daha kolaylaştırıldığı anlaşılıyor. Kırım Savaşı sırasın­da İngiltere ve Fransa ile kurulan ittifakın ardından 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı’yla, Batı’ya açılım evresinde eski kısıtlama ve zorluklar nispeten ortadan kalkmıştı. Yine de bu yıllarda Os­manlı tebaası gayrimüslimlerin de Ayasofya’yı izinsiz ziyaret ede­medikleri anlaşılıyor. İzinlerin çıkmasına bağlı olarak gezenler de çoğalınca, seyyahlarla cami görevlileri arasında çekişmeler de artmıştır.

Diğer yandan, gerekli şartlar sağlanmadan artan ziyaretçi sayısı kontrolü zorlaştırmıştır. Ayasofya’daki üst kat galeri du­varlarıyla sütunlarının bilhassa Rum ve Yunan olduğu tahmin edilen kişilerce kötü niyetli çeşitli yazı ve şekillerle kirletildiği ihba­rı gelince, bizzat 2. Abdülhamid (saltanatı 1876-1909) tarafından bir teftiş emredilmiştir. Evkaf Nazırı Mustafa Paşa emri yerine getirir; Ayasofya’da 20-30 yıldan beri tarihî duvarlara yazılan bu yazı ve şekilleri binaya zarar vermeyecek şekilde sildirir.

1Belge_3
2. Abdülhamid’in Osmanlı propagandası çerçevesinde hazırlattığı fotoğraf albümü (altta sağda) ve buradaki bir Ayasofya fotoğrafı. Albüm, Sébah ve Joaillier tarafından 1893’te hazırlanmıştı.
1Belge_4

Mustafa Paşa, Ayasofya’nın üst kat galerilerinin boş olma­sından dolayı, sefaret mensup­ları hariç olmak üzere, Hariciye Nezareti’nden verilen biletlerle gelen “adi ziyaretçiler”in sadece cami içini gezmekle yetinmeleri gerektiğini; bunların üst katlara çıkarılmamasının görevlilere emredildiğini Yıldız’a gönderdiği takririnde belirtiyor. Takrirde sözü geçen “biletler”in mahiye­ti hakkında kaynaklarda bilgi yoktur; ancak bu yazımızda kullandığımız Ayasofya ve Ce­behane biletleri olması kuvvetle muhtemeldir. Bilet üzerindeki yazıda “cami-i kebir” veya “cami” kelimelerinin bulunmayıp sade­ce “Ayasofya” yazılması dikkati çeker.

Bu yıllarda Ayasofya’nın en önemli süsleme unsurlarından olan mozaiklerin ziyaretçiler tarafından çalındığı veya satın alındığı da kayıtlara geçmiştir. Evkaf Nezareti, Ayasofya özelin­de olmakla birlikte tüm selâtin camilerinde “turistik” ziyaretler­den kaynaklanan olumsuzlukları değerlendirerek, aksaklıkları gidermeye yönelik bir talimatna­me hazırlar. Evkaf Nazırı Mustafa Paşa’nın Yıldız’a sunduğu 1887 tarihli “İstanbul’daki mukaddes mekanları ziyaret edecek gayri­müslimlere dair talimatname” Türkiye’nin ilk turizm genelgesi sayılmalıdır (metni için: Emine Betül Çakırca, “On Dokuzuncu Yüzyılda Seyir ve Temaşa Mekânı Olarak Ayasofya Camii ve Gayri­müslim Ziyaretçileri”).

Seyahatnamelere göre sivil seyyahlar, resmî makamlardan izin almanın zorluğundan veya kendilerine daha kolay geldiğin­den, cami kapılarında kurdukları ikili ilişkiler, cami görevlilerine verdikleri hediye ve paralar sa­yesinde rahatlıkla camilere alın­mıştır. Softaların bu gibi seyyah­lara müdahale ettiklerine dair kayıtlara rastlanılmıyor; ancak seyyahlar her anlatıda tedirginlik hatta korkularını aktarmaktan çekinmemiştir.

1Belge_5
Grelot’nun, sakal bırakıp sarık sararak ve uzun bir elbiseyle kimliğini gizleyerek girdiği Ayasofya’da çizdiği iç mekan çizimlerinden. Relation Nouvelle D’un Voyage De Constantinople, 1680.

16. yüzyıldan itibaren birçok seyyah kitaplarında Ayasofya’nın iç mekanını gayet ayrıntılı tasvir edebilmiş; hatta çok değerli gravür ve planlarla Osmanlılar’ın eksik bıraktığı bu alanı doldur­muşlardır. Bu seyyahların en önemlisi, Ayasofya’nın içerisin­de kaldığı 3 günü ayrıntılarıyla anlatan (1670’ler); tarihte ilk defa Ayasofya, Sultan Ahmed, Süleymaniye ve Yeni Cami’nin planlarıyla, bunların içeriden ve dışarıdan çok mükemmel gra­vürlerini çizen Fransız ressam Guillaume-Joseph Grelot’dur (1630-?). Sakal bırakıp sarık sara­rak ve uzun bir elbiseyle kendini kamufle ederek Ayasofya’da giz­lice kaldığı 3 gün içinde iç mekan resimlerini çizmiş; ibadet eden Müslümanlar’ın hareketlerini incelemiş; namaz kılınırken icra edilen rüku, secde gibi eylemleri tespit edip resimlemiştir. Fransa Kralı 14. Louis’ye sunduğu 1680 tarihli Relation Nouvelle D’un Vo­yage De Constantinople kitabıyla haklı bir ün kazanmıştır.

Bundan 30 yıl sonra ise, İsveçli bir subay olan Cornelius Loos (1686-1738), Ayasofya’nın gayet ayrıntılı iç mekan tasvirlerini yapacaktır. İsveç Elçiliği’nde ter­cüman olan diplomat ve tarihçi Ignatius Mouradgea d’Ohsson ise (1740-1807) 1787’de Paris’te ba­sılan Tableau Général de l’Empire Othoman adlı eserinde Ayasof­ya’yı mükemmel çizimlerle içe­riden ve dışarıdan göstermiştir. İnsan bu eserleri görünce, “keşke rahat rahat çalışıp daha fazla eser bırakmalarına izin verilsey­di” diye hayıflanmadan edemi­yor (Ayasofya seyyahlarına dair toplu malumat için: Emrah İstek, 100 Seyyahın Gözüyle Ayasofya, Beyan Yayınları, 2021).

Sultan Abdülmecid’in emriyle 1847-49 arasında Fossati Kar­deşler’in Ayasofya restorasyonu öncesi durumunu ve şeklini gösteren yegane resimler bu eserlerle günümüze gelmiştir. Gaspare Fossati’nin bizzat çiz­diği tablolarının ötesinde baskı özellikleriyle de başlı başına bir sanat eseri olan ve 1852’de Londra’da basılan Ayasofya Al­bümü, kendinden önceki gizli ve sıkıntılı süreçlerle elde edilmiş resimlerin aksine bizzat Sultan Abdülmecid’in emri ve devle­tin parasıyla ortaya konulmuş mükemmel bir çalışmadır. Aya­sofya galerilerini gezen ecnebi­leri resmederek bize Ayasofya turizmiyle ilgili en erken tarihli görsel malzemeyi bıraktığı için de önemi büyüktür.

1870’LER…

Ayasofya’ya giriş için 9 gün süreli turist bileti

1Belge_Kutu
Sol tarafı Fransızca, sağ tarafı Türkçe düzenlenen 9 günlük biletle Ayasofya Camii ziyaret edilebiliyordu.

Hariciye Nezareti Teşrifat Mü­dürlüğü tarafından hazırlanan biletlerle, Ayasofya Camii ile Ahmed Fethi Paşa’nın 1846’da Topkapı Sarayı Cebehanesi’nde (Aya İrini Kilisesi) kurduğu ilk Türk müzesi olan Askerî Müze ziyaret edilebiliyordu. Belge satırlarında karşımıza çıkan, ancak ne olduğu anlaşılamayan bu biletlerin bugüne kadar hiçbir kaynakta görülememesi; mutlaka zamanında şahıslara verilip giriş es­nasında imha edilmeleri nedeniyle günümüze intikal etmemesinden kaynaklanmıştır. Bugün bulunan örnekleri de zaten çok azdır ve bunlar kenarda-köşede kalanlar olmalıdır.

Osmanlı Arşivi’nde korunan bu biletler, ortasından delikli kağıda basılmış, aynı tabakada biri Aya­sofya diğeri Cebehane için olmak üzere iki adet giriş biletinden ibarettir. Sol tarafı Fransızca, sağ tarafı Türkçe düzenlenmiştir. Tam ortada iki kısmı ayıran çizginin üzerindeki ay-yıldız tasarımı oriji­naldir. Eski harfli Türkçe yazıda “Babıali Teşrifatî-i Hariciye-Duhuliye Bileti-A­yasofya-Dokuz gün için muteberdir-Fî” yazıları okunmaktadır. Türkçe kısımda “Fî” yazısından sonra bir tarih konulma­mış, ancak Fransızca kısımdaki “187” ibaresi bu biletin 1870’lerde hazırlandı­ğına delil olmuştur. Cebehane için de aynı şekilde bilet hazırlanmış, tek farkla “Ayasofya” yerine “Cebehane-i Âmire” yazılmıştır. Biletlerin dağıtım şekline, ücretli veya ücretsiz olup olmadığına, verildiği kişilerin bir deftere kaydedilip edilmediğine dair soruların cevapları henüz ortaya çıkmamıştır. Önümüzdeki yıllarda tasnifi tamamlanıp araştırmaya açılması beklenen belge ve defterler arasından tamamlayıcı malumatın çıkması muhtemeldir.