Osmanlı döneminde yerleşen ve günümüze kadar ulaşan en yaygın unvan olan ‘efendi’nin ifade ettiği anlamlar ve kullanım alanları…
Dilimizdeki “efendi” sözcüğü, Yunanca “avthentis”ten gelme; ama tarihin bir cilvesi olarak Türkçe haliyle yeniden Yunancaya geçmiş. Geç dönem Osmanlı Türkçesinde çok ilginç bir kullanımı var. “Efendim” veya “Efendimiz” biçiminde saygı duyulan herkes için, kendisinin eline bakanların kullandığı bir kelimedir [“velinimetim(iz) efendim(iz)” ya da yalnızca “efendimiz”]. Yanında çalıştığınız adamdan tutun da padişaha kadar kullanılabilir.
Bir de yüksek rütbeli herkese yazılan mektup ya da dilekçeler “efendim” formülüyle başlardı. Bu gibi kişiler kendi aralarında yazışırken de “efendim” sözcüğünü kullanırlar, önüne ve arkasına da kişinin rütbesine münasip başka sıfatlar koyarlardı (Başbakandan İçisleri Bakanına: “Utufetlu Efendim Hazretleri”; İstanbul Belediye Başkanından İçişleri Bakanına: “Devletlu Efendim Hazretleri”).
Bir unvan olarak kullanımı daha da ilginçtir. Bütün şehzadeler, veliaht da dahil “efendi” olduğu gibi (Abdülhamit Efendi, Reşat Efendi), bütün ilmiye mensupları ve din adamları için de bu sözcük kullanılırdı. Mahalle imamı da Ahmet Efendi, şeyhülislam da Ahmet Efendi’ydi. Öte yandan, ne kadar yüksek bir devlet memuru olurlarsa olsunlar bütün gayrimüslimler de efendi (Tahrirat-ı Hariciyye Kalemi Müdürü Sahak Efendi) olarak anılırdı. Bu çok önemli, zira Müslüman olmayanlar da bakan, vali veya büyükelçi olduklarında Müslümanlar gibi “paşa” olabiliyorlardı. Ancak Müslüman olmayan cemaatlerin dinî liderlerine tıpkı şeyhülislamlar gibi “efendi” diye hitap edilmiştir.
Abdürrahim Efendi
Sultan 2. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Abdürrahim Efendi, Fausto Zonaro, 20. yüzyıl başları, Pera Müzesi.
Memurların en küçük rütbelileri de “efendi”dir; tıpkı Enver ve Mustafa Kemal Paşalar’ın babaları gibi. Belli bir rütbeden sonra “bey” oluyorlar, sonra da, eğer yukarıda verdiğimiz görevlere atanırlarsa, “paşa”. Söylediklerimizden anlaşılabileceği gibi, Müslüman olmayanlar “bey” olamazlar, efendilikten paşalığa geçerlerdi. Ancak 1909’da çıkan bir kanunla, sivil kökenliler için “paşa” sanı, bir tek başbakanlara verilir oldu. Örneğin Talât Paşa, 1917 Şubat’ında sadrazam olmadan önce “Dahiliye Nazırı Talât Bey”di.
Askerler için de durum aynıdır. Teğmenler ve yüzbaşılar Ahmet Efendi, binbaşıdan albaya kadar Ahmet Bey, sonra da “Ahmet Paşa”.
Bir de sayıları çok az olan “beyefendiler” vardı. Bunlar ya ilmiye kariyeri yaptıktan sonra din dışı bir sivil memuriyete geçmiş olanlar ya da yüksek memur çocuğu olmaları nedeniyle “bey” olup da ilmiye kariyerine girenlerdir (Sadrazam Haci İvaz Mehmet Paşa’nın oğlu Şeyhülislâm İbrahim Beyefendi).
İlginç bir gelişme de “beyefendi” sözcüğünün Cumhuriyet döneminde çok saygı duyulan kimseler (Bakanlar vs.) için kullanılır olmasıdır. Örneğin Başbakan Adnan Menderes’ten söz eden Demokrat Partililer kendisine “Adnan Bey” demezler, “Beyefendi” derlerdi.
Sivil topluma gelince… Konumuzu payitaht İstanbul’da kullanılan Türkçeyle sınırlayacak olursak, bütün küçük esnaf “efendi”ydi (Tütüncü Mehmet Efendi). 20. yüzyılın ortalarına kadar kullanılan bu unvan, neredeyse 1960’lara kadar taksi ve dolmuş şoförleriyle tramvay vatmanları için de geçerliydi. Aşağı yukarı aynı sıralarda “efendi”liğe terfi eden apartman kapıcılarına 20. yüzyıl ortalarına kadar “ağa” dendiğini okurlarımız eski gazete haberlerinden saptayabilirler. Aynı unvan, sivil dünyada bahçıvanlar, askerî düzende ise çavuşlar için geçerliydi.
‘Elçiye zeval’ …olmaz!
“Elçiye zeval olmaz” ve “Allah devlete millete zeval vermesin”deki “zeval” kelimesi “yokolma” anlamında kullanılıyor. Oysa kelime, “güneşin ulaştığı tepe noktası” anlamına gelir.
NECDET SAKAOĞLU
Günümüzde belki yaşlılardan duyulabilen eski deyimler vardır. “Allah devlete millete zeval vermesin”, “elçiye zeval olmaz/elçiye zeval yok” bunlardan. Her ikisini de yerinde ve doğru kullandığımız söylenemez.
Sözlükler “zeval”i Arapça gösteriyor. “Zâil” gibi bir-iki örnek dışında türevleri yok. Arapçaya daha eski dillerden katılmış olabilir. Farsçanın, Arapçanın Türkçeyi istila ettiği evrelerde zeval de bir dilekle, bir atasözünde öğe olmuş. “Zeval vakti” (öğle), “kable’z-zeval” (öğleden önce), bâde’z-zeval (öğleden sonra), “zevalî saat” (alafranga), doğrudur. Buna karşılık zeval kelimesi eski birçok deyimde çarpıtılmış ve “yokolma” anlamında kullanılmıştır: “İlim ve kemal zeval-pezir değildir” (yokolmaz); “Dünya zeval bulur, ahiret bakidir”; “zeval-pezir” (yokolucu); “zeval-i nâ-pezir” (fani olmayan, sonsuz); “ser’i-üz-zeval (dayanıksız, yokolan, gelip geçici); bî-zeval (ölümsüz!)
Dertli de bir beytinde: “İkbâle zeval erse ne var sende kemal var /Mağrur-ı kemal olma ki ardında zeval var” demiş. Merhum Nihad Sami Banarlı, bir edebiyat dersimizde Yahya Kemal’in “Sonbahar” şiirinde geçen “zeval”i (“Her gün sürüklenip yaşamak ruha bâr olur/ İnsan duyar yerin dile gelmiş sükûtunu / Bir başka musikiye geçiş farzeder bunu / Teslim olunca va’desi gelmiş zevâline / Benzer cihana gelmeden evvelki hâline”) sormuş birkaçımız birden “ölmek, yokolmak” demiştik! Yanlışlarımızı bize düzelttiren bu müstesna öğretmen: “Bakınız tepe noktasında!” diyerek pencereden güneşi işaret edip gülümsemişti. Bu “bilmiyorsunuz, öğrenin!” demekti. Bizi araştırmaya yöneltmek için böyle “iham”lara başvururdu. Öğrendik: Yaz-kış her gün güneşin ulaştığı tepe noktası, öğle anı “zeval”dir (Fr. Midi).
Mehmet Âkif, Safahat’ta “Zevali beş geçe Boston’dan ayrılınca tren” demiş. Güneşin doğuşu, yükselişi, ufka inip-batışı “zeval” ile devletin kuruluşu, yükselişi, yıkılışı arasında benzerlik kuran bilge, bu deyimle “devlet-millet yaşamında zeval/zirve aşılırsa, yıkılış gelir” uyarısında bulunmuş. A. N. Asya da, “Tanrım dünyada yiğitlik / Erlik zeval bulmaz olsun” dizelerinde, kelimeyi yine doğru anlamıyla kullanmış.
Sonuç: “Zeval”, güneşin dünyaya göre dikildiği en yüksek konum. “Zeval” konusunu ilk çalışanlardan biri ilkçağ bilgini Eratosthenes’di (öl. MÖ 192) kuşkusuz. Sonraki laf anlamazlar, zirve anlamındaki “zeval”e daha yaygın bir “yokolma” anlamı yüklemişler.
Peki “elçiye zeval olmaz”a ne demeli? Bu atasözündeki “zeval” de dokunulmazlık çağrıştırıyor ve yukardaki örnekteki gibi kelimenin gerçek anlamıyla herhangi bir ilgisi yok.
‘Allah rahmet eylesin’
Definden sonra söylenir
Bilindiği gibi “Türkiye Devleti” ya da “Türkiye Cumhuriyeti” demeleri gerekirken “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” diyerek siyasal cehalet sergileyen politikacılarımızı, ölüm haberleri üzerine Allah’tan rahmet dilerken duyuyoruz sık sık. Ölüm haberinin ardından, “Allah taksiratını affetsin”, “Allah günahlarını affetsin”, “Mekânı cennet olsun” vs. denir. “Allah rahmet eylesin” tabiri ise “ancak ve ancak definden sonra” kullanılır. Bugün maalesef devletin tepelerinden askeriyeye birçok lider veya kurum, bir ölüm veya şehit haberi gelir gelmez sosyal medyadan “Allah rahmet eylesin”i yazıveriyor!
Müslüman olmayanlar için ise “Toprağı bol olsun” denirdi ve hâlâ da öyledir.