Ortadoğu demokrasilerinin tarihini, son 100 yıldaki güç dengesini ve Türk dış politikasını değerlendiren Fisk, Batılıların ‘Ellerinde haritalarla, Ortadoğu etrafında gezinip mezhepçi sistemler uyguladığını’ söylüyor.
Irak-Şam İslâm Devletinin siyah zemin üzerine kelime-i tevhid yazılı bayrağı, 9 Haziran’da Irak’ın en büyük ikinci kenti Musul’da dalgalanmaya başladı. Kent, Irak ordusunun çekilmesiyle o gün IŞİD’in kontrolüne geçti. Irak’ta doğup Suriye’de güçlenen, Türkiye sınırında bazı sınırkapılarını elinde tutan örgüt, Ocak’ta anavatanına saldırarak Felluce’yi ele geçirmişti. Son saldırılarla da Bağdat yakınlarına kadar ulaştı. IŞİD’in hedefi 1. Dünya Savaşı sınırlarını değiştirerek bir devlet kurmak. Hatta Irak-Suriye sınırındaki bir bölgeyi dozerlerle düzleştirip sevkıyat hattı oluşturmalarını ‘Sykes-Picot sınırlarının bozulması’ olarak duyurdular. 1916’da İngiliz ve Fransız diplomatların oluşturduğu, Çarlık Rusyasının onayladığı sınırlar,yaklaşık 100 yılın en ciddi tehdidiyle karşı karşıya. Gazetecilik deneyimlerini ve tarihsel süreçlerle anlattığı Büyük Medeniyet Savaşı kitabının yazarı, Usame bin Ladin’le üç kez röportaj yapan saygın Ortadoğu muhabiri Robert Fisk ile son saldırıları görüştük:
1. Dünya Savaşı’nın başlamasından 100 yıl sonra, o dönemki koşullarla bugünküler arasında bir paralellik kurulabilir mi?
Pek çok paralellikler var. En bariz olan, İngiliz ve Fransız yetkililerin, Ortadoğu’daki Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaştığı gizli Sykes-Picot Anlaşmasıdır. Suriye, Filistin, .rdün, Irak yani Mezopotamya sınırlarının bu anlaşmayla çizildiğini biliyoruz. Bu sınırlar büyük oranda bugüne kadar devam etti. Bugün 1. Dünya Savaşının ardından sınırların yeniden çizildiğini ilk defa görüyoruz. Bu, tarihî ve dramatik gelişme. Bir sürü insan içinse korkutucu.
Gerçi, bir noktada bu sınırların yeniden çizileceği, bunların kalıcı olmadığı tahmin edilebilirdi. Ama ilk olan, Batılılar yerine Müslümanların kendi haritalarını ilk defa kendileri çizmeleri.
Son 100 yılda diyorsunuz değil mi?
Evet, 1. Dünya Savaşından sonra Suriye-Irak, Suriye-Lübnan, Suriye-Filistin sınırlarının çizildiğini görmek gerekiyor. Ermenistan ve Kürdistan’ın Amerikan mandası olarak belirlenen sınırları, Amerikalıların Osmanlı topraklarına müdahale etmeme kararı ardından hiç uygulanmadı. Dolayısıyla bazı yapay ülkeler oluşturulurken, belki daha doğal olabilecek Ermenistan ve Kürdistan sınırları oluşmadı. Türkiye ise tabii ki Mustafa Kemal Atatürk ile devletleşti.
Noam Chomsky, Arap-İslâm dünyasının uzun bir demokrasi tarihine sahip olduğunu ama sıklıkla Batılı güçler tarafından dağıtıldığını söylüyor. Katılır mısınız?
Chomsky’nin tam olarak ne dediğini bilmiyorum ama mesela 19. yüzyılda Mısırlı seçkinlerin, entelektüellerin siyasi, felsefi, ekonomik olarak ülkelerine yardımı olacağını düşündükleri ne varsa Avrupa’dan getirmek konusunda çok istekli olduğunu biliyoruz. 1922’ye kadar İngiliz idaresi dönemindeyken özellikle avukat Saad Zaglul ve onun feminist eşi Safiyya Zaglul’un önemli rol oynadığı güçlü bir demokratik bağımsızlık hareketi vardı. Fakat sonrasında İngilizler konuşma özgürlüğünü bastırma politikasına girişti. Bu sistemde, “meclisin olabilir, konuşma özgürlüğün olabilir ama sevmediğimiz hiçbir kanunu onaylayamazsın” dendi. Sonrasındaki bağımsızlık hareketinde kraldan kurtulmak istediklerinde Britanya hepsini hapse kapattı. Arap diktatörlüklerindeki muhalif hareketlerin tamamına olanlar da tam bu. Bugün bile Sisi’nin cumhurbaşkanlığını istemezsen terör suçlamasıyla hapse gönderiliyorsun. Aynı şey Suriye’de, Ürdün’de de geçerli. Yani bir bakıma Arap ve Müslüman dünyasına sadece sınırları dayatmakla kalmadık, üstüne onlara yanlış bir demokrasi de verdik. Meclis kurup fikirlerini söylemelerini istedik ama sadece duymak istediklerimizi söylemelerini sağladık. Benzer şekilde 2006’da Filistin’de seçim olmasını istedik. Ama Filistinliler Hamas’ı seçtiğinde, Hamas’ı izole etmeye çalıştık. Aynı eski kolonyal sistemde olduğu gibi. İsrail ise Hamas’ı izole etmeye devam ediyor.
1950’lerde İngiliz-Fransız ittifakından ABD-Sovyet rekabetine geçiş yaşandı. Bunun etkisi nasıl oldu?
Ortadoğu ülkeleri doğaları gereği Batı ve Rus gücüne bağlı. çünkü zayıflar, zayıf olmaları gerekiyor. Onları zayıf olarak biz kurduk. Amaç da talimatlarımızı takip ederek çıkarlarımıza uygun hareket etmelerini sağlamaktı. 2. Dünya Savaşının ardından Arapların kendilerini destekleyeceklerini düşündükleri devletlere kaymaları kaçınılmazdı. Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır ilk olarak Amerikalıları sonra Rusları dostları olarak gördü. Sonra Enver Sedat, tekrar Amerikalılara döndü. Benzer şeyler başka yerlerde de yapıldı. Saddam Irak’ta iktidara geldiğinde CIA ona yardım etti. Başlangıçta İran’a saldırdığında biz Batıdakiler onu seviyorduk. Ama Kuveyt’i işgal ettiğinde ondan nefret ettik,. Bu dönemde Sovyetler çökerken yeni bir Rusya ortaya çıktı ve kendi rolünü oynamaya çalıştı. Rusları Kuveyt’in kurtarılması konusunda Batı’nın tarafındaymış gibi düşündük. Bundan sonra Rusların artan şekilde Batı’nın Ortadoğu politikaları konusunda hayal kırıklığına uğradığını gördük. Önce Batı tarafından kandırılmış gibi gözükerek Kaddafi güçlerinin Libya’da bombalanmasına sessiz bir onay verdiler. Ardından da Suriye’de Batı’ya karşı Beşar Esad’ı desteklemeye karar verdiler. Irak’ta ne istedikleri konusundaysa şimdilik sessiz kalıyorlar. Ama bütün sömürge düzeni ve onun yol açtığı çürüme Irak’taki mevcut savaşta net gözüküyor. Burada da silahlı İslâmi gü.ler, iki devleti devirmeye çalışıyor: Suriye ve Irak. Irak hükümetini korumak için askerî yöntemler kullanmaya hazırlanırken Suriye hükümetini devirmeye çalışan isyancıları hâlâ destekliyoruz. İki ülkedeki isyancılar aynı örgütten olsa bile.
Irak işgali döneminin İngiliz Başbakanı Tony Blair geçenlerde işgalin bugünkü durumla bir ilgisi olmadığını söyledi. Batılı liderler hatalarının sorumluluğunu ne zaman kabul edecekler?
Batılı liderler unutkanlığımıza ve cehaletimize güvenmek zorunda. Irak genelindeki felaket ve trajedileri takip eden herkes, yüz binlerce kişinin hayatına mal olan anarşi ve kaosun ABD ve İngiltere’nin 2003’te Irak’ı yasadışı şekilde işgal etmesiyle başladığının farkına varmak zorunda. Niyetinizin ne olduğu, hangi yanlış bilgilere sahip olduğunuzun bir önemi yok. Bu işgal bölgedeki mevcut katliamlara doğrudan neden oldu. Saddam döneminde çoğunlukla Kürt ve Şiilere yönelik korkunç suçlar işlendiyse de, yaşananlar bu ölçekte değildi. Blair’in söylediği şekilde Suriye’de Esad’ın gitmesine neden olacak bir harekat gerçekleştirseydik, bugün Irak’ta savaşanlar çoktan Şam’da savaşıyor olacaktı. Irak ve Suriye’yi birbirinden ayırmanın mantığı yok. İki rejim de aynı düşmana karşı savaşıyor.
Bölgede yaşananlardan ötürü sadece Batı’yı sorumlu göstermemek gerektiğine katılıyor musunuz?
Hayatını kaybeden insanların kendi ölümlerinden dolayı sorumlu tutulabileceğini düşünmüyorum. Bu Holokost’tan Yahudileri veya 1,5 milyon Ermeninin katledildiği 1915’teki soykırımdan Ermenileri sorumlu tutmak gibi bir şey. Yapılabilecek şey, Müslüman devletlerin Batı’ya nasıl tepki verdiklerinin, Batılı halkların tanrılarına inançlarını büyük oranda neden kaybettiklerinin, inancını kaybetmiş devletlerin koruyan devletlere neden üstünlük sağladığının tarihsel köklerini incelemek.
Ortadoğu’daki krizleri açıklamaya çalışanlar kolaylıkla etnik ve mezhepsel farklılıklara vurgu yapıyor. Şiilere karşı Sünniler, Sünnilere karşı Kürtler gibi. Bölgede gerçekten böyle keskin hatlar var mı?
Görüyorsunuz ki, biz Batılılar Müslümanları bölmeye bayılıyoruz. Elimizde hep haritalar var. Güneyde Şiilerin, ortada Sünnilerin, kuzeyde Kürtlerin olduğu Irak haritaları; Lübnan’da Hıristiyan, Sünni, Şii haritaları. Bu haritaları kendi toplumlarımız için, örneğin İngiltere’de Birmingham haritasını Müslüman olanlar ve olmayanlar diye çizmiyoruz. Halbuki esasında bu kentteki dağılım hayli bariz durumda. Esasında Müslüman toplumların hiç de önemli görmediği farklılıkları vurgulayıp duruyoruz. Geçenlerde Lübnanlı bir gazeteci yazdığı bir makalede çok doğru olarak Irak’ta yaşananların, “Sünni ve Şiiler arasında değil, mezhepçi olanlarla olmayanlar arasında bir savaş” olduğunu söyledi. Ve mesela Musul’dan kaçanların çoğu Şii değil Sünni. Durumu yorumlamanın o kadar da kolay olmadığını anlamak zorundasınız. Ve tabii birçok noktada da Sünniler IŞİD’den değil bizim desteklediğimiz Maliki liderliğindeki Şii askerlerin intikam saldırılarından korktukları için kaçıyorlar. Ortadoğu etrafında gezinip mezhepçi sistemler uygulayıp duruyoruz. Fransızlar, Lübnan’da bugün hala devam eden mezhepçi bir sistem kurdular. Aynısını biz de Kıbrıs’ta, Kuzey İrlanda’da yaptık. Elimizde küçük haritalarımız ve sihirli planlarımızla parçalanmaların adil bir şekilde dağıtıldığına inanıyoruz. Lübnan’da Hıristiyan Maruni değilsen cumhurbaşkanı, Sünni değilsen Başbakan, Şii değilsen meclis başkanı olamazsın. Dolayısıyla dinleri ve mezhepleri belli siyasi rollere kapatıyoruz. Bunu bir kere yaptıktan sonra, mezhepçi bir halk oluşuyor.
Bunun çok naif bir soru olduğunu biliyorum ama Batılılar neden böyle davranıyor?
Döneme göre değişiyor. İngilizler 19. yüzyılda çoğunlukla Süveyş Kanalı ve Hindistan bağlantısından ötürü Mısır’ı kontrol etmek istedi. 1. Dünya Savaşında donanmalar, özellikle de Winston Churchill’in başında olduğu İngiliz donanması petrolle ilerleyen savaş gemileri kullanmaya başladı. Batılılar için, petrol Ortadoğu’nun altını oldu. İngiltere 1. Dünya Savaşı’nda yetiştirdikleri gülleri sevdiğinden ötürü Irak ve İran’ı işgal etmedi. İşgal etti çünkü iki ülke de petrole sahipti. Libya’da, Suriye’de, Irak’ta petrol vardı; sebep tabii buydu. Ve hâlâ Irak’ta keşfedilmemiş çok büyük petrol kaynakları var. Özellikle batıdaki Sünni bölgelerinin batısında kaynaklar bulunuyor. Sünniler de bunun farkında. Bu yüzden de Irak’a olan ilgimiz devam ediyor. Amerika’nın yakında kaya gazıyla birlikte enerjide kendine yeter olacağı söyleniyor. Buna inanmayın. Ortadoğu önümüzdeki yıllarda da dünyanın merkezinde kalmaya devam edecek. Ve durum böyle sürdükçe oradaki halklara büyük bir zenginlik ve trajedi kaynağı olmaya devam edecek.
AKP geçmiş dönemlerde komşulara uzak kalındığı eleştirisiyle büyük bir dış politika açılımı yaptı. Bu eleştiriye katılır mısınız?
Türk dış politikası ekonomik zenginliğiyle beraber genişledi. Bir ülkenin ekonomik gücü arttıkça dış politikada da özgüveni artar. Başbakan Erdoğan, Arap devrimleri sürecinde bölgeyi ziyaret ettiğinde o dönemin algısının ilerisindeydi ve Arap Baharı’nın siyasi önemini herkesten çok daha önce fark etmişti. Ama sonuçta Kürtlerden, Ermeni Soykırımı inkârından ordu ve polisteki sorunlardan, Erdoğan’ın yer aldığı hükümet biçiminden ötürü Türkiye’nin hâlâ kimseye örnek olabilecek bir potansiyele sahip olmadığı anlaşıldı. Türkiye için tehlike Suriye’nin Pakistanına dönüşmek. Sovyetlerin Afganistan işgali sırasında Körfez ülkeleri ve Amerikalılar, Pakistan’ı Sovyet rejimiyle savaşan Afganlara para ve silah göndermek için rota olarak kullandı. Türkiye de kendisinin, Körfez ülkelerinin ve ABD’nin Suriye rejimini devirmek isteyen İslâmcılara para ve silah gönderilirken kullanılmasına izin verdi. Bugün Pakistan’ın ne halde olduğuna bakın. Türkiye için tehlike işte bu.
Son olarak yaklaşık 300 yıllık bir geçmişi olan Vahabîlik, bugün nasıl oldu da Nijerya’dan Irak’a kadar bir alanda güçlenebildi?
İslâmcı güçler geçmişte belirli Batılı noktalara saldırıyordu. Amerikan gemileri ve elçilikleri, Dünya Ticaret Merkezi, Pentagon, Londra metrosu gibi. Bu yöntem artık azaldı. Artık amaç Nijerya’da, Mali’de, Yemen’de, Suriye’de, Irak’ta toprak ele geçirmek. İslâmcılar artık bir bölgeyi kontrol etmek istiyor.
IRAK-ŞAM İSLÂM DEVLETİ
İşgalden doğdu işgalci oldu
ZEYNEP ARIKANLI
Irak-Şam İslâm Devleti (IŞİD), El Kaide’den kopmuş ve süreç içinde de ona rakip olmuş bir örgüt. IŞİD’in kaynağı olan Vahabîlik inancı, şeriatın beş kaynağı olan Kuran, sünnet, icma, kıyas ve örften yalnız ilk ikisini tanıyor. El Kaide ve IŞİD’in temsilcileri olduğu ve kuramsal olarak Abdullah Azzam tarafından geliştirilen küresel cihat fikrininse üç işgalin ürünü olduğunu söylemek mümkün: Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali (1979-1989), ABD’nin Afganistan’ı (2001 – …) ve Irak’ı işgali (2003-2011).
Irak’taki işgal, El Kaide’yi Sünni direnişin bir parçası haline getirdi. Bu direnişin en önemli örgütlerinden biri Ebu Musâb ez-Zerkavi komutasındaki Cemaat et Tehvid ve’l Cihad adlı gruptu. Zerkavi, 2004’te El Kaide’ye bağlılığını ilan etti ve grubun adını Irak El Kaide’si olarak değiştirdi. 2006’da öldürülen Zerkavi’nin yerine geçen Ebu Hamza El-Muhacir, aynı yılın sonunda, Irak’ta etkili olan Sünni grupları da bünyesine katarak Irak İslâm Devleti’ni (IİD) ilan etti. Devletin başı, daha sonra IŞİD’i ilan edecek olan Ebu Ömer el Bağdadi’ydi. El Bağdadi, Suriye’de Arap Baharı’nın önce krize, sonra da iç savaşa dönüştüğü dönemde, elindeki Suriyeli militanları bU ülkeye yönlendirdi. Bu, El Nusra olarak bilinen, Beşar Esad karşıtı Nusret Cephesi’nin kurulması sonucunu doğurdu. Giderek güçlenen el Nusra, IİD’den gelen örgütün feshedilip kendilerine katılma kararını reddedince IİD’nin Iraklı liderleri Suriye’ye giderek cepheyi kontrol etmeye ve el Bağdadi’ye biat toplamaya başladı. Sonuç olarak el Bağdadi, Suriye’ye giderek 2013’te IŞİD’i ilan etti.
İki örgüt arasındaki kriz için el Kaide lideri el Zevahiri devreye girdi, IŞİD’in lağvedilmesini istedi ve el Nusra’yı el Kaide’nin Suriye kolu olarak teyit etti. El Bağdadi’nin bu kararı reddetmesiyle el Kaide-IŞİD arasında kopuş gerçekleşti.
Bundan sonrası, Irak’ın IŞİD tarafından işgaline varan süreçtir. Örgüt, Irak Başbakanı Nuri el Maliki’nin Sünnilere yönelik baskı kurduğu alanlarda mevzi kazandı ve Sünni aşiretleri arkasına aldı. Bu ise, Fehim Taştekin’in ifadesiyle “Sünni bir memnuniyetsizler ve intikam koalisyonu” yaratıldığı anlamına geliyor. İşgallerden doğup işgal gücüne dönüşen IŞİD, işte böyle bir zeminde yürüyüşüne devam ediyor.
ABD TAHRAN BÜYÜKELÇİLİĞİ BASKINI
Reagan’ın çözdüğü 444 günlük rehine krizi
Rıza Pehlevi, İslam Devrimi (1979) ile birlikte ülkesini terk etti ve şahlık rejimi ortadan kalktı. Yeni rejimse, devrik şahın iadesini istiyordu. Sığınmak için pek çok ülke gezen Şah Pehlevi, tedavi için Amerika’ya geçince 4 Kasım 1979’da yüzlerce öğrenci Tahran’daki ABD büyükelçiliğine saldırdı ve 56 kişiyi rehin aldı. İran yetkilileri rehineler karşılığında, yargılamak üzere İran Şahı’nın teslim edilmesini istiyordu.
Diplomatik yollar rehinelerin kurtarılması için sonuç vermeyince, ABD Başkanı Jimmy Carter, İran’a karşı ekonomik ve uluslararası baskılarla karşılık verdi. Amerikan bankalarındaki İran fonları donduruldu, İran’dan petrol ithalatı durduruldu, Amerika’daki önemli sayıda İranlı sınır dışı edildi.
Carter, Ekim ayındaki başkanlık seçimlerinden önce 24 Nisan 1980’de, uçak ve helikopter filosuyla Kartal Pençesi diye anılan rehine kurtarma operasyonu düzenletti. Ancak bir kum fırtınası sonucu başarısız olan operasyonda bir helikopter ve bir askerî nakliye uçağı düştü, sekiz Amerikan askeri ve bir İranlı hayatını kaybetti.
Şahın 27 Temmuz’da Kahire’de hayatını kaybetmesi, Eylül ayında Irak’ın İran’ı işgal etmesi ve Ekim seçimlerinde Carter’ın Ronald Reagan’a kaybetmesi, rehineler için müzakere sürecini hızlandırdı. Sonuçta İran fonlarının serbest bırakılması ve İranlı yetkililer hakkında herhangi bir adli kovuşturmanın yapılmayacağı vaadi karşılığında rehineler 444 gün sonra, tam da Reagan 20 Ocak 1981’de başkanlığı devraldıktan saatler sonra serbest bırakıldı. Bu tesadüf üzerine yazılan komplo teorileri, İran tarafının Reagan’la yaptığı perde arkası pazarlıklar sonucu Carter’ın tekrar seçilmesini engellemek için rehinelerin salıverilmesini geciktirdiği iddiasını ortaya attı. Bu konuda pek çok kitap yazılmasına ve soruşturma yapılmasına rağmen somut bir sonuç alınamadı. İran-ABD ilişkilerinde bir milat oluşturan olaydan bu yana, İran’da hâlâ bir Amerikan elçiliği bulunmuyor.
Vestel Karani’nin türbesini havaya uçurdular
Türbe, heykel, minare gibi eserleri Allah’a ortaklık (şirk) sayan IŞİD, Suriye’nin Rakka kentinde daha önce çevresini bombaladıkları Veysel Karani Türbesini Haziran ayında tamamen imha etti. İslâm tarihinde özel bir yeri olan Veysel Karani, Yemenli Karan aşiretinden yoksul bir deve çobanıyken Yemen’e gelen Müslümanlardan yeni dini benimsemiş; annesinden izin alıp Medine’ye Hz. Muhammed’i ziyarete gitmiş. Peygamber evde olmadığı için, annesine hemen dönme sözü verdiğinden geri dönmüş. Durumu öğrenen Peygamber hırkasını Veysel’e göndermiş. Bunun, İstanbul’da Hırkaişerif Camiinde sergilenen hırka olduğu söylenir.
IRAK’TA OSMANLI İDARESİ
Merkezî devlet hedefi Ortadoğu’ya hiç uğramadı
AHMET KUYAŞ
Osmanlı Devleti, Ortadoğu’daki hakimiyetini 18. yüzyılda neredeyse tümüyle yitirmişti. Yerel hanedanların eline geçen bölgede ne doğru dürüst vergi toplayabiliyor, ne de hacıların veya Sürre Alayı’nın güvenliğini sağlayabiliyordu. Zaten Hicaz’da kontrol Vahabî isyanını 1818’de bastıran Kavalalı ailesine geçmiş, Osmanlı hakimiyeti ancak 1860’ta İngiliz ve Fransız desteğiyle tekrar kurulabilmişti. Günümüz Irak coğrafyasındaysa kontrol tam olarak 1860’larda sağlanabildi.
Fakat bu hakimiyet de bazı önemli ödünler verilmesiyle mümkün olabilmişti. Bir yanda Tanzimat reformlarını uygulayacak memur yokluğu, diğer yanda da kısmen bu reformların neden olduğu toplumsal karışıklıklarla baş etme gereksinimi, yerel eşrafa bir dizi ödün verilmesine neden oldu. Böylece ortaya, tarihçi Albert Hourani’nin, “eşraf politikası” dediği süreç çıktı. Yani Osmanlı Devleti, bu yörelerin yönetimini tümüyle ileri gelen ailelere bırakmış oldu. Bu durum, parlamenter yönetim isteyenlere karşı soylu sınıfının desteğini kazanma arzusunda olan Sultan II. Abdülhamit tarafından da sürdürüldü. Böylece Tanzimat’ın güçlü bir merkezî devlet yönetimi kurma hedefi, Ortadoğu’da pek gerçekleşemezken, hem etnik hem de dinsel açıdan çok daha karışık olan Irak’ta hiç gerçekleşmedi. Irak uzmanlarına bakacak olursak, ülkede belli bir toplumsal kaynaşma ve istikrar ancak krallık döneminde (1922-1958), petrol sanayiinde çalışan bir şehirli işçi sınıfının oluşması sayesinde ortaya çıkabildi.