Saltanatın kaldırılmasından üç ay öncesine kadar hem kuruma hem makama bağlılıklarıyla bilinen paşalar, tutum değiştirerek Mustafa Kemal’i desteklemişti. Büyük ihtimalle “Hilâfet Devleti” sözüyle ikna edilenler, tam 1 yıl sonra Cumhuriyet’in ilanıyla şaşkınlığa uğradılar.
1 Kasım 1922 akşamı saltanat kaldırılırken, böyle bir adım atılmasına karşı olduğunu Mustafa Kemal Paşa’ya henüz üç buçuk ay önce söylemiş olan Rauf (Orbay) Bey de olumlu oy kullanmıştı. Hatta yalnızca saltanatın lağvı lehinde oy kullanmakla kalmamış, Meclis kürsüsünden bu yönde bir de konuşma yapmıştı. Başta Kâzım Karabekir Paşa olmak üzere, Mustafa Kemal Paşa’nın cumhuriyet ilan etme, yani saltanatı kaldırma niyetinden geçmişte rahatsızlık duyan ve bu rahatsızlığını açıkça dile getirmiş olan başka birçok milletvekili de o akşam saltanatın kaldırılmasını onaylamıştı. Ne olmuştu da saltanat kurumuna derinden bağlı bu insanlar, 1 Kasım 1922 akşamı altı yüz yıllık Osmanlı Devleti’nden vazgeçebilmişlerdi?
Bu soruya verilecek yanıtın dayandığı ilk ipuçlarına, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da kazanılan zaferden çok kısa bir süre sonra verdiği bir demeçte rastlıyoruz. 12 Eylül’de verilen ve 15 Eylül tarihli Daily Mail gazetesinde yayımlanan bu demeçte Mustafa Kemal Paşa, “Türklerin İstanbul’da daimî bir Halifesi bulunmalıdır. Ancak TBMM’nin, düşmanlarıyla birlikte entrika çevirmekte olduğunu gördüğü şimdiki Sultan VI. Mehmet’i hal etmesi muhtemeldir” demektedir. Bu iki cümlede Sultan VI. Mehmet Vahdettin’in tahttan indirileceği, fakat yerine yalnızca bir halifenin getirileceği ima edilmiştir. Söz konusu gazete nüshasının, sonraki bir iki hafta içinde Türkiye’de de okunmuş olduğu, Gazi Paşa’nın verdiği demecin bazı bölümlerinin yerli gazetelerde yayımlanmasından anlaşılıyor. Ancak, Paşa’nın sözlerindeki imaya karşı herhangi bir tepkiye, ne gazetelerde ne de TBMM tutanaklarında rastlanıyor. Üstelik, bundan üç hafta kadar sonra, 4 Ekim 1922’de, İtilâf Devletleri’ne verilmek üzere TBMM’nde görüşülen, İstanbul’un geleceğine ilişkin bir notada, “Hilâfet-i islâmiyyenin makarrı olan İstanbul” biçiminde bir kayıtla karşılaşıyoruz. Yani Saltanat’tan, Osmanlı Devleti’nin başkentinden söz edilmiyor.
Bu durum, Mudanya Bırakışması’nın imzalanmasından sonra Ankara Hükümeti’nin temsilcisi olarak 19 Ekim’de İstanbul’a gelen Refet (Bele) Paşa’nın gerek Kabataş’ta karşılandığı sırada sarfettiği sözlerle, gerekse, iki gün sonra, İstanbul’daki hükümetin dışişleri bakanı Ahmet İzzet Paşa’ya verdiği muhtıranın içeriğiyle açıklık kazanmıştır. Refet Paşa, kendisine Padişah ve Halife adına hoşgeldiniz diyen Saray temsilcisine verdiği yanıtta yalnızca Halife Hazretleri’ne teşekkür eder. Veliaht Abdülmecit Efendi’nin iyi niyet sözlerini ileten temsilcisine de, “Halifeliğin Veliahdına” teşekkürlerini bildirmesini söyler. İzzet Paşa’ya verdiği muhtırada ise, özetle, şunlar yazılıdır: artık İstanbul’daki devlet başkanı yalnızca “Halife” olarak adlandırılacaktır, bu devlet başkanının başbakan atama yetkisi olmayacak, TBMM’nin seçtiği başbakanı onaylamak zorunda olacaktır ve Ankara Hükümeti’ni resmen tanıyacaktır. Bu son koşul İstanbul’daki hükümetin istifası demek olduğundan, Ankara Hükümeti de İstanbul’a bir vali tayin edecektir.
Görüldüğü gibi Ankara’yı İstanbul’da temsil eden kişi, İstanbul’dakilere yepyeni bir devlet örgütlenmesi sunmaktadır. “Hilâfet Devleti” diyebileceğimiz bu örgütlenmede ise devlet başkanının, 1909 Anayasa değişikliklerinden sonra ortaya çıkan Saltanat kurumu kadar bile yetkesi yoktur. Sonrasında neler olduğunu iyi biliyoruz tabii. Sultan VI. Mehmet Vahdettin bunların hiçbirini kabul etmeyecek, İstanbul Hükümeti’nin başındaki Ahmet Tevfik Paşa da TBMM Başkanlığı’na bir telgraf göndererek Lausanne’daki barış görüşmelerine iki hükümeti de temsil eden ortak bir delegasyonla katılma arzusunu tekrar edecektir. Bunun üzerine TBMM galeyana gelecek, Sultan ve İstanbul Hükümeti’ne ilişkin deli saçması ya da gerçekçi olmayan bazı önergeler dinlendikten sonra, 1 Kasım 1922 akşamı Saltanat kaldırılacaktır.
Şimdi Nutuk’a dönelim ve büyük olasılıkla Ali Fuat Paşa’nın anılarında anlattığı 19 Temmuz 1922 akşamı Refet Paşa’nın evinde gerçekleşen sohbette sarfedilmiş sözlere bakalım. Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılması konusunda Rauf Bey ve Refet Paşa’nın nabzını yoklamaktadır. Rauf Bey şunları söyler:
“Ben … makam-ı saltanat ve hilâfete vicdanen ve hissen merbutum. Çünkü benim babam, padişahın nan ü nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ricali sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerratı vardır. Ben nankör değilim ve olamam. Padişaha muhafaza-i sadakat borcumdur. Halifeye merbutiyetim ise terbiyem icabıdır. Bunlardan başka, umumi mütaleam da vardır. Bizde vaziyet-i umumiyeyi tutmak güçtür. Bunu ancak herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam temin edebilir. O da, makam-ı saltanat ve hilâfettir. Bu makamı lağvetmek, onun yerine başka mahiyette bir mevcudiyet ikamesine çalışmak, felâket ve hüsranı muciptir”.
Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Refet Paşa’nın da fikrini öğrenmek ister. Refet Paşa’nın yanıtı da şöyledir: “Tamamen Rauf Bey’in fikir ve mütaleasına iştirak ederim. Filhakika, bizde padişahlıktan, halifelikten başka bir şekl-i idare mevzu-ı bahs olamaz”. Millî Mücadele’nin bu önemli kişilerinin bu görüşmeden üç ay sonra nasıl davrandıklarını yukarki satırlarda görmüştük. Bütün bunlardan çıkarılacak bir sonuç olabilir. O da, Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Temmuz ile 12 Eylül 1922 tarihleri arasında, başta bu kişiler olmak üzere, TBMM’ni oluşturanların neredeyse tamamını “Hilâfet Devleti” sözü vererek saltanatı kaldırma konusunda ikna etmiş olduğudur. Bunun nasıl gerçekleştiğine dair hiçbir bilgimiz yok şu anda. TBMM tutanaklarında bu konuya ilişkin herhangi bir görüşmeye de rastlanmıyor. Bildiğimiz bir şey varsa, o da Rauf Bey, Refet Paşa, Kâzım Karabekir Paşa gibi Saltanat kurumuna bağlı olduklarını birçok kez dile getirmiş olan birçok kişinin Mustafa Kemal Paşa tarafından atlatıldığıdır. Tam bir yıl sonra, Cumhuriyet ilân edildiğinde gösterilen tepkiler, bu atlatmayı iyi açıklıyor. Örneğin Kâzım Karabekir Paşa, “bize bu konuda bir şey söylenmemişti” demiştir. Rauf Bey ise, 1 Kasım 1923 tarihinde yayımlanan demecinde, “Cumhuriyet’in aceleye getirildiği”ni söylemiştir. Bu “aceleye getirilme”den kastettiği şey ise, Cumhuriyet kararının, yeni bir anayasa yapılmadan önce, oldubitti biçiminde ortaya çıkmasıdır. Yani bazıları, “Hilâfet Devleti”nin içini dolduracak yeni bir Anayasa beklerken, birdenbire Cumhuriyet’le karşılaşmışlardı.
Bilindiği gibi, Türk Devrimi’nin devlet biçimine ilişkin olan en önemli aşamaları, yani Saltanat’ın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilânı ve Hilâfet’in kaldırılması, herhangi bir Anayasa değişikliği yapılmadan gerçekleştirilmiştir. 1923’te seçilen II. TBMM’nin, 1924’ün Mart ve Nisan aylarında yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken Mustafa Kemal Paşa’nın istediği doğrultuda çoğunluk oyları vermediği iyi bilinen bir konudur. Dolayısıyla, Mustafa Kemal Paşa’nın devleti dönüştürürken, bu dönüşüm hakkında ne düşünürsek düşünelim, Meclis çoğunluklarına güvenmemekte haklı olduğunu teslim etmemiz gerekir.
Devletin dönüştürülmesinin Meclis görüşmeleri yoluyla yapılması, hem ciddi bir kamuoyunun devreye girmesine neden olur, hem de önder kadro içindeki fikir ayrılıklarının çok erken bir evrede su yüzüne çıkması sonucunda Millî Mücadele’nin sağladığı siyasal meşruluğun belki de toptan yitirilmesi sonucunu doğururdu. Zaten yaşanan sürece bu yoldan gidilmediği için de “devrim” demiyor muyuz?
GAZETE MANŞETLERİ
Bundan sonra milletimizin sultanı, padişahı kendimiziz
Saltanatın kaldırılması İstanbul ve Ankara gazetelerinde büyük yankı bulmuştu.
Renin gazetesinin 3 Kasım 1922 tarihli 1. sayfası şöyleydi: “Büyük Millet Meclisi’nde saltanat-ı milliyyeyi tesis eden tarihî celse- 2-3 Teşrin-i sanî günü ve gecesi millî bayramımız oldu”.
Yeni Gün gazetesinin 1 Kasım 1922 tarihli 1. sayfasında ise şunlar okunuyordu: “Büyük milletimiz bugün yeni ve muhteşem bir devreye giriyor- Büyük Millet Meclisi bugün kati bir karar vererek saray ve sultan istibdadını Türk milletinin tarihinden ebediyyen kaldırıp atacaktır, bugün İstanbul’daki son menfur herif hal ediliyor ve artık millet saltanatı, millet hakimiyeti başlıyor. Bundan sonra milletimizin hakimi, sultanı, padişahı ve her şeyi kendimiziz.”