1980’lerin ortalarından itibaren tanımlanan “nefret dili”, son yaşadığımız deprem felaketinden sonra medyada ve sosyal medyada etkili oldu, oluyor. Bir tarafta geleneksel medyanın analitik, sorgulayıcı ve özeleştiri yapmaktan uzak dili. Diğer tarafta sosyal medyada anonimliğe izin veren iletişim sürecinin ayrımcı, saldırgan veya nefret söylemini yayan örnekleri barındırması.
SUHA ÇALKIVİK
Hayatım boyunca büyük depremlere tanık oldum. İlki 1967 Adapazarı depremiydi. Cumartesi günleri yarım gün mesai vardı o zamanlar. O Cumartesi babamın işyerinden çıkıp yaşadığımız lojmana doğru yürürken büyük bir sarsıntıyla yere kapaklandık. Üst dişlerim kırıldı ve diz kapaklarım yara bere içinde kaldı. Yanımda yatan babamın göğsü kırmızıya bulanmıştı; kanaması var zannederek üzülmüş, ağlamaya başlamıştım. Oysa elindeki domatesler ezilmiş kırmızıya bulamıştı giysilerini; sadece küçük sıyrıkları vardı. 1.95 m. boyundaki devasa babamın, yere düşmesine rağmen ağzından bir küfür ya da öfke sözcüğü çıkmamıştı. Yanıbaşımızdaki caminin minaresi apartmanımızın üstüne devrilmişti. Evimiz yaşanamaz durumdaydı. 6 ay boyunca askerî sahra çadırında yaşamak zorunda kalmıştık. Dev kazanlarda pişen karavanalar, çadırların rutubet kokusu ve gazyağı lambalarının titreyen cılız ışıkları…
6 Şubat 2023 sabaha karşı 10 ilimizde yaşanan Kahramanmaraş merkezli depremler, beni 4 yaşımın travmasına götürdü. Büyük fay hatlarının geçtiği bir coğrafyada yaşamanın bir sonucu olarak depremlerle sarsılan hayatlar yaşıyoruz.
Büyük afetlerin sonrasında toplumun değişik katmanlarında, siyaset veya medya çevrelerinde hedef gösterici, yaftalayıcı, nefret söylemi ve nefret suçuna zemin hazırlayıcı, kışkırtıcı ifadelere rastlarız maalesef. “Nefret” sözcüğü, “yalandan nefret ederim” ya da “bamya yemeğinden nefret ederim” gibi beylik cümleler dışında dilime pek uğramamıştır. “Nefret”, sözlük anlamıyla bir kimsenin kötülüğünü ve mutsuzluğunu isteme, tiksinme olarak tanımlanır. İnsanlar birçok şeyden nefret edebilirler. Örneğin, lağım farelerinden, matkap sesinden, pembe renkli yatak takımlarından nefret edilebilir. Ancak nefret, “biz” tanımının dışında açıkladığı insan kitlelerine yani ötekine karşı olduğunda durum aynı değildir. Yani lağım farelerinden ya da matkap sesinden nefret etmekle, örneğin, etnik kökene dayalı nefret aynı şey değildir.
1980’lerin ortalarından itibaren ABD medya çevrelerinde ortaya atılan “nefret söylemi” kavramı 1997’de Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Tavsiye Kararı’nda şu şekilde tanımlandı: “Irkçı nefret, yabancı düşmanlığı, anti-semitizm ve hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı gösteren her tür ifade biçimi”.
Nefret söylemi, demokratik bir toplum ve barış kültürünün kurulması ve sürdürülmesinin önündeki en önemli engellerden biridir. Nefret söylemi, bir birey veya gruba ırk, etnik köken, cinsiyet, cinsel yönelim, din, mezhep, siyasi tercih, felsefe, sosyoekonomik durum, fiziksel özellikler, fiziksel yetersizlik veya hastalık temelinde ayrımcılık yapmak olarak tanımlanmaktadır. Homofobik nefret söylemi, etnik kökene dayalı ve ırkçı nefret söylemi, cinsiyetçi nefret söylemi, dinsel nefret söylemi, siyasal nefret söylemi ve çeşitli hastalıklara ve engellilere karşı nefret söylemi olmak üzere farklı alanlarda karşılaşıyoruz bununla.
Popüler anlamda nefret söylemi içeriklerine, en belirgin biçimiyle futbol medyasında rastlıyoruz. Futbol medyasına, “kan, heyecan, korku, savaş, patlamak, gerginlik, provokasyon, hayat duracak, düşman, kan davası, yürek dayanmaz, kızışmak, daha kötü olacak, daha iyi olmayacak, ölmeye geldik vb.” düşmanlaştıran sözler damgasını vurmuştur. 2012-2019 arasında yayımlanan ve adının açılımını Açık Mert Korkusuz olarak duyuran AMK isimli gazete, çağrıştırdığı sövgü sözü ile çeşitli kültür gruplarını yakalayarak tiraj artırmak için bu ismi seçmiştir.
Yeni medya ortamında da 2000’lerin başından itibaren homofobi, transfobi, etnik milliyetçilik, mizojini (kadın düşmanlığı) ve her türlü nefret söylemi katmerli olarak işlenmeye başlandı. “Travesti Bursa”, “i… Ankaragücü” gibi sosyal medya gruplarına rastladık. Etnik kökene dayalı ve ırkçı nefret söylemine İsrail takımlarıyla yapılan maçlardan sonra atılan manşetlerde sık sık tanık olduk. Galatasaray’ın 2009’da UEFA Avrupa Ligi rövanş maçında eşleştiği Maccabi Netanya takımını yenmesinden sonra bir spor gazetesi “Aslanım, Netanya’ya çok güzel koydu” başlığını kullanmıştı. 2011’de Mavi Marmara baskını ile gündeme gelen Türkiye-İsrail siyasi krizi sonrası Beşiktaş’ın İsrail takımı Maccabi Tel Aviv’i yendiği maçın ardından bir spor gazetesi “Kol gibi geçirdik” başlığıyla çıkmıştı. Haberin spotunda da “Mavi Marmara baskınında vatandaşlarımızı katleden ve siyasi kriz yaşadığımız İsrail’e en güzel yanıtı Beşiktaş verdi. (…) Osmanlı tokadını İsrail’in suratında patlattı” yazılmıştı.
Nefret söyleminin medyada ayrımcılık yapan diline 2011’de Van depremi sırasında da tanık olmuştuk. Bir televizyon kanalında haber spikeri, “Türkiye bugün bir başka acı haberle sarsıldı. Her ne kadar Türkiye’nin doğusundan, Van’dan gelmiş olsa da bu haber hepimizi gerçekten derinden sarstı ve üzdü” dediğinde gözlerimiz fal taşı gibi açık kalmıştı.
Nefret söylemi üzerine çalışan biliminsanları, “küfür veya hakaret içeren her ifade, nefret söylemi olarak görülemeyeceği gibi içinde hiçbir küfür, hakaret veya kötü söz olmayan herhangi bir ifade de nefret söylemi içerebilir” görüşünü savunur. Hrant Dink Vakfı’nın nefret söylemine ilişkin çalışmasında, Türkiye’ye özgü dil ve kültür farklılıklarını da dikkate alarak belirlemiş olduğu nefret kategorileri şöyle sıralanmış:
. Abartma / Yükleme / Çarpıtma
. Küfür / Hakaret / Aşağılama
. Düşmanlık / Savaş söylemi
. Doğal kimlik ögesini nefret aşağılama unsuru olarak kullanma / Simgeleştirme
Yine Hrant Dink Vakfı tarafından hazırlanan Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Söylem 2018 Raporu’na göre hakkında en çok nefret söylemi üretilen gruplar şöyle sıralanmış: Yahudiler, Ermeniler, Suriyeliler, Yunanlar, Gayrimüslimler, İngilizler, Fransızlar, Araplar…
Medya ve deprem
1999 Marmara depreminden bu yana Türkiye’de yürütülen geleneksel yayıncılık faaliyetleri üzerine yapılan akademik iletişim araştırmalarında, televizyon kanallarının deprem risk iletişimine dair içerik geliştiremedikleri saptanmıştır. Büyük depremlerden sonra yapılan yayınlarda estetize edilmiş, hikâyeleştirilmiş hatta bir yanıyla politize edilmiş kısmi bilgilen dirmelerin yapıldığı gözlenmektedir. İletişimbilimciler deprem sonrası dolaşıma sokulan haberlerin üçte birinin “hikayeleştirme/dramatizasyon” temasına dâhil edildiğini belirtiyor. Deprem anına yönelik görüntüler, ürküntü yaratan yıkıntı görselleri, enkazdan gelen imdat çağrıları, çığlıklar ve olay anına ait kurtarma ekiplerinin sesleri, “enkaza mikrofon uzatan” ya da canlı yayınlarda depremzedelerin yardım çağrılarında “mikrofonunu saklayan” bazı muhabirlerin mizansen kokan ve depremzedelere hor bakan röportajları, içe işleyen enstrümantal (ney ve duduk ağırlıklı) müzikler ve korku ile paniğin öne çıktığı bu özel “deprem sunum biçimi”, depremin farklı formlarda estetize edildiğini ortaya koymaktadır. Geleneksel medyanın mevcut yayıncılık politikası; analitik, sorgulayıcı ve özeleştiri yapmaktan uzak, merkezî otoritenin sahadaki çalışmalarını sorgusuz sualsiz tanıtmaya yönelik, kamunun halkla ilişkiler faaliyeti görünümündedir. “Biz” dışındaki herkesi “öteki” ya da “onlar” bakışıyla “potansiyel birer düşman” olarak gören bir dil, geleneksel medyanın neredeyse tamamına hâkimdir.
Nefret söylemi çalışmalarına ülkemizde öncülük eden ve farkındalık yaratılmasını sağlayan Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, mevcut iktidar-medya ilişkilerini irdeleyerek şu saptamada bulunmuştur: “… çatışma ve kriz zamanlarında devletin medyadan, kendi icraatını haklılaştıran ve meşrulaştıran bir tür ‘vatansever medya’ beklentisi vardır”.
6 Şubat 2023 depremlerinden sonra arama-kurtarma çalışmaları için ekiplerini gönderen 63 ülkeden biri olan Ermenistan kurtarma ekibinin Adıyaman’daki çalışmaları, çoğu haber kanalı tarafından görmezden gelindi, ülkenin ismi bile anılmadı. Arama-kurtarma çalışmalarında en etkin ekiplerden olup depremzedelere yönelik yardımlar ve hastane kurulması çalışmalarıyla göze çarpan İsrail ekipleri çoğu yerde yok sayıldı. Deprem bölgesini ziyaret eden bazı politik figürlerin basın açıklamalarında muhalif seslere karşı siyasal nefret söylemine dair dile döktükleri nitelemeleri, yakıştırmaları; yağma ve hırsızlık vakalarında düzensiz göçmenlerin potansiyel suçlular olarak hedef gösterilmeleri ve LGBTİ+’ların deprem bölgesinde barınma alanlarında karşılaştıkları nefret dili ve linç edilme korkusuyla oralardan uzaklaşmak zorunda kalmaları; afetlerin yaşandığı dönemlerde nefret söyleminin ulaştığı boyutu göstermektedir. Ülkemizde geleneksel medyanın ve daha çok sosyal medyanın yeniden ürettiği nefret söylemi, elbette sokağa da katmerli bir şekilde yansımaktadır.
Geleneksel medyanın geneline hâkim olan tek seslilik ve merkezî otoriteye duyulan güvensizlik; haber ve bilgi akışının çarpıtılarak sunulacağına dair yaygın görüş; kitleleri sosyal medyaya ve de özellikle Twitter’a yönlendirdi. Enkaz altında kurtarılmayı bekleyen insanların konumlarının bildirilmesi, ihtiyaç listelerinin duyurulması, yardıma gereksinim duyulan noktaların çoğaltılarak hızla paylaşılması, Twitter’ı öne çıkardı. Hatta muhalif kanaat önderleri ve gazetecilerin takipçi yoğunluğundan rahatsız olan kamu otoriteleri bu mecrada bir gün boyunca bant daraltması ile iletişimi engellemeye bile kalktılar. Ancak bu mecranın anonimliğe izin veren iletişim süreci de kullanıcılarının son derece benmerkezci ve aşırı özgüven ile ortaya koydukları ayrımcı, saldırgan veya sert dil de yer yer nefret söylemini pekiştirebilmektedir.
Nefret söyleminin bir süredir sosyal medya platformlarında hızla yayılmaya başlaması, zaten bu alanda hizmet sunan şirketlerin gündemindeydi. İletişimbilimciler nefret söylemini daha iyi anlamak için bu söylemleri kimlerin ürettiğine de bakılması gerektiğini belirtiyor. İdeolojik sebeplerle ya da ekonomik kazanç nedeniyle nefret söylemi içeriğini üreten ve bunu yaygınlaştıran profesyonel grupların da varolduğunu vurguluyorlar. Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, “nefret söylemi ile mücadele ederken ifade özgürlüğünün korunmasının önemini” vurguluyor ve “sosyal medya platformlarında kullanılan algoritmaların yanlı olma riski taşıdığını” belirtiyor.
Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, Susan Benesch, Dr. Zeynep Burcu Vardal, Dr. Bahadır Avşar, Mehmet Varış, Dr. Hakan Irak ve Hrant Dink Vakfı’na teşekkür ederiz.