0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

40. YILINDA İNGİLİZ MADENCİ GREVİ’NİN YENİLGİSİ

Neoliberalizmin ilk saldırısı İngiliz işçilerin son raundu

Mart 1984’te başlayan ve 1 yıl süren madenci grevi, İngiliz tarihindeki geleneksel mücadelenin de son raundu, neoliberal politikalara geçişin ilk hesaplaşmasıydı. Başbakan Thatcher’ın zaferi aslında bir sınıf zaferiydi; neoliberalizm sadece ekonomik değil, kültürel ve siyasal olarak da sonraki sürece damgasını vuracaktı.

Hikayenin kısa tarihi, 2. Dünya Savaşı sonrasın­da İngiltere’deki seçim­leri beklenmedik bir şekilde İşçi Partisi kazandığında, Başbakan Clement Attlee hükümetinin kömür üretimini millîleştir­mesiyle başlamıştı. Savaştan çok daha önce, 1926’da maden patronlarının lokavt yaparak üc­retleri düşürmeye çalıştığı, hatta madenleri kapattığı dönemdeki yenilginin ardından, madenciler için çok önemli bir kazanımdı bu karar.

Ancak 1960’tan itibaren bu model teklemeye başladı. Yine İşçi Partisi hükümeti 1967’de Harold Wilson döneminde devalüasyona gidince işçilerin yaşam standardında düşüş kay­dedildi. Sanayi işçilerine kıyasla madencilerin durumu daha da kötüleşti; madenciler böylelikle mücadelenin ön safında yer ala­caklardı. Bundan 5 yıl sonra ise, NCB (National Coal Board-Ulusal Kömür Kurulu) İngiliz ekonomi­sinin rekabet gücünü artırmak için ücretleri düşük tutmaya çalışırken, Ulusal Maden İşçileri Sendikası (NUM) 9 Ocak 1972’de ulusal greve (1926’da beri ilk) gidecekti. Başbakan Edward Heath’in de meydan okumasıyla mücadele iyice sertleşti; sonunda 9 Şubat’ta “olağanüstü hâl” ilan edildi. Ancak elektrik kesinti­leri ekonomiyi felç edince NUM işbaşı çağrısı yaptı; sonuç olarak %21’lik bir ücret artışı kaydedildi.

İngiltere’de Muhafazakar Heath 1974’te iktidarı kaybetti; Harold Wilson’ın İşçi Partisi tekrar iktidara geldi. Ancak bu defa da meşhur petrol krizi hem İngiltere’yi hem de dünyayı salla­yacaktı. Aslında olup biten, savaş sonrası Keynesçi politikaların tıkanması üzerine daha sonra “neoliberal” diye adlandırılacak ekonomi politikasına geçişin dünya ölçeğindeki ilk hesap­laşmasıydı (Eylül 1973’te Şili’de Sosyalist Allende hükümetinin kanlı bir askerî darbe ile bastı­rılmasıyla ilk defa doludizgin uygulanacaktı).

Margaret Thatcher ise daha iktidar olmasından 4 sene önce hazırlıklara başlamıştı. 1975’te Muhafazakar Parti’ye başkan seçilmesinin ertesi günü, “siyasi ve toplumsal karşı devrim”i geliştirmekten sorumlu çalış­ma grupları kurdu. 1977’de akıl hocalarından Nicholas Ridley, NUM’la hesaplaşmaya ilişkin bir rapor hazırlamıştı. Buna göre saldırıya geçmeden önce kömür depolanmalı, elektrik santralleri petrole çevrilmeli, karayolu taşı­macılığında sendikasız kamyon şoförleri işe alınmalı ve bir dizi önlem alındıktan sonra savaşa girişilmeliydi.

siyasi_tarih_masis_1
Mart 1984’te başlayan greve onbinlerce madenci aileleriyle birlikte katılmıştı.

1979’da Thatcher liderliğinde­ki Muhafazakarlar, İngiltere’de yeniden iktidara geldi. Hedefleri, savaş sonrası rejimi kökünden değiştirmek; onun yıkıntıları üzerine Milton Friedman’dan, Friedrich Hayek’ten esinlenen yeni rejimi oturtmak; buna karşı çıkacak güçleri cepheden çökertmekti. Daha sonra bir motto haline gelecek “başka bir alternatif olmadığına” (TINA: There is no alternative) toplumu inandırmak için her yol mubahtı ve madenciler bu savaşta başlıca hedefti. Madencilerin yenilgisi sendikaların yenilgisi anlamına gelecek ve artık sermayenin yeni birikim modeli rahatlıkla yürür­lüğe sokulacaktı. Böylece siyasal düzeyde 1972 ve 1974’te Muha­fazakar hükümetin yenilgisinin izleri de silinmiş olacaktı.

Thatcher önce bir dizi “refor­m”la sendikal mücadeleyi hukuki alanda sınırlandırdı. Ancak acele etmedi; NUM ile mücadeleyi zamana yaydı ve madencileri desteksiz bırakmak için önce çelik, sağlık, demiryolları gibi daha az kuvvetli sektörleri zayıf­lattı. 1981’de grev tehdidi kar­şısında Muhafazakar hükümet geri çekildi; zira henüz koşullar oluşmamıştı.

Nicholas Ridley’in tavsiyesi üzerine, 1926’daki grev kırıcıla­rından birinin kardeşi olan Ian MacGregor’u NCB’nin başına getirdi. Artık saldırıya geçmeye hazırdı. MacGregor, ekono­mik olmadığı gerekçesiyle 198 kuyudan 141’inin kapatılmasını önerdi.

Madenciler, İşçi Partisi ve TU­C’un desteğini alamayacaklarını bilerek uzlaşmaz bir hükümetle karşı karşıya kaldılar. 1979’dan beri sendikalaşma oranı düştüğü gibi işsizlik de %13 gibi yüksek bir orana ulaşmıştı. İşçi Partisi neoliberal saldırı karşısında “yeni gerçekçi” bir pozisyon takınmıştı ve işçiler arasında eylemden yana olanların sayısı iyice düşmüştü.

Madenciler sendikasının ka­rizmatik başkanı Arthur Scargill, mücadeleyi çalışma hakkı çer­çevesinde siyasallaştırdı ve güç dengesi alabildiğine elverişsiz bir durumda iken hükümetin restini görerek savaşı kabul etti. Grev, 5 Mart 1984’te Arthur Scargill’in kalesi olan Yorkshire’da, Cor­tonwood kuyusunun kapatılaca­ğı duyurulduğunda başlatıldı. 6 Mart’ta, 185 bin madencinin 20 bininin işten çıkarılmasına ve yaklaşık 20 ocağın kapatılma­sına dair bir yeniden yapılanma planı kamuoyuna açıklandı. Ekonomik olmayan veya daha az verimli kuyular kapatılacaktı.

siyasi_tarih_masis_2
Grevin en önemli olaylarından biri 18 Haziran 1984’teki “Orgreave Çatışması”ydı. Yüzlerce polis grevci işçilere saldırdı ve çok sayıda kişi yaralandı.

12 Mart 1984’te Scargill ulusal grev ilan etti. 176 madenden 90’ı ve 184 bin madencinin büyük çoğunluğu bu harekete katıldı. Kadınlar kasaba kasaba her işletmeye giderek dayanışma çağrısında bulundu.

Thatcher’ın siyasi danış­manı John Redwood, durumu şu sözlerle özetliyordu: “Sol’un amacı, hükümetin politikalarını ve güvenilirliğini yoketmektir.” Grev devam ettikçe baskılar da sertleşti. 18 Haziran’da Yorkshi­re’da atlı ve yaya polis grevcilere saldırdı (Orgreave Çatışması). Arthur Scargill dahil 123 kişi yaralandı, 95 kişi tutuklandı. Bu yetmezmişçesine, 1982’de Ar­jantin’le yaşanan savaş hatırla­tılarak grevciler dış düşmanlara benzetildi. Elektrik santralleri için gereken yakıt, Polonya’daki Jaruzelski rejiminden alınan kö­mürlerle takviye edildi. Temmuz ve Eylül 1984’te liman işçilerinin destek grevleri sendika liderle­rinin anlaşmazlığından dolayı daha başlamadan sona erdi. Sendikaların eylemsizliği ve İşçi Partisi’nin grevdeki “şiddeti” kınaması, hükümetin elini daha da güçlendirdi.

Hükümetin saldırısı karşısın­da İşçi Partisi ve TUC, madenciler grevinin genişleyerek bir genel greve dönüşmesine destek ver­medi. 1985 Şubat’ında, kuyuların kapatılması konusunda herhangi bir garanti olmaksızın grevin sona erdirilmesini öngören bir anlaşmaya varıldı. Bu anlaşma NUM’un olağanüstü kongresi ta­rafından reddedildi ama; 6 Mart 1985’te, 1 yıl süren mücadelede izole edilmiş ve bitkin düşmüş madenciler ve temsilcileri, en küçük talepleri bile gerçekleş­meden işe dönmeye karar verdi­ler. Hükümetin zaferi tamdı.

Birleşik Krallık, eğreti çalışma, düşük ücret ve derin eşitsizlikler çağına giriyordu. Toplumsal ilişkilerin ticari­leştirilmesinin yolu açılmıştı. Ancak neoliberalizm yalnızca ekonomik bir paradigma olarak değil, kültürel ve siyasal olarak da sürece damgasını vuracak­tı. Thatcher’ın 1985’teki zaferi, aslında 1926’daki gibi bir sınıf zaferiydi.

Grev yenildi, futbolun seyri değişti

İngiltere’deki madenciler grevinin 1985’te sendikaların yenilgisiyle sonuçlanması, işçi gençliğinin buna­lımını hızlandırdı. Kuşaklar boyunca ailelerinden miras kimliğin parça­lanmasına şahitlik eden gençler, kendilerini çaresiz hissediyordu. Kapatılan madenler kimi bölgeler için idam fermanıydı; ülkenin kuze­yiyle güneyi arasındaki refah farkı tırmanacak, ortaya çıkan öfke de bir yerde patlayacaktı.

Futbol, Britanya’da “işçi sınıfının balesi”ydi; bir asır boyunca belki de en büyük eğlencesiydi. Marga­ret Thatcher, savaş açtığı kültürel kodlar arasında en çok futboldan tiksiniyordu. Zaten Demir Leydi’ye göre maç izlemeye giden herkes potansiyel suçluydu. Yasaklayabil­se, yasaklardı. 1982 Dünya Kupa­sı’nda İngiliz taraftarlar Thatcher’ın pompaladığı şoven milliyetçilik yüzünden olaylar çıkarmıştı. 1984’te taraftar kartı ve statlarda kapalı devre kamera sistemini getirmek isteyen Demir Leydi, muhalefetten gelen tepki üstüne geri adım atıyor­du; ancak yaşanacak iki büyük facia hükümetin ekmeğine yağ sürecekti.

1985’teki Şampiyon Kulüpler Kupası finali, 39 taraftara mezar oldu. Her ne kadar Heysel Stadyu­mu’nda güvenlik zafiyeti olsa da bu sümenaltı edilmişti. İngiliz ekipleri Avrupa kupalarından uzaklaştırıldı. 1989’da ise Hillsborough Stadyu­mu’nda Liverpool’la Nottingham Forest arasında Federasyon Kupası yarı finali oynanacaktı. O gün 97 kişi hayatını kaybedecekti.

Artık maçlara girmek isteyen taraftarlar kimlik kartı çıkarıyor, statlar gizli kameralarla izleniyordu. 1991’de “Futbol Kabahatleri Yasa­sı”yla taraftarların üzerindeki baskı daha da arttı. Futbolun Thatcher’cı dönüşümünü tamamlamak, John Major’a nasip olacaktı. Taraftarların arasına sivil polislerin karıştırılması o günlerde başladı.

siyasi_tarih_masis_kutu
1989’daki Hillsborough Faciası’nda stadyumda sonradan açılan kapılardan içeri yağan insan seli yüzünden oluşan izdihamda 97 kişi hayatını kaybetmişti. Çimlere atlayabilenler canlarını kurtarmıştı.

Futbolun marka değerinin düşmesiyle irtifa kaybeden büyük kulüpler biraraya geliyor, statların modernizasyonu fikrini hayata geçi­riyordu. Bilet fiyatları artıyor, tribü­nün eski sahipleri maçlara gelmekte zorlanıyordu. Yeni “müşteri”lerin locaları doldurması için sistemin yeniden tasarlanması gerekiyordu.

Sky’la yapılan yayın anlaş­masıyla Ada futboluna para yağmıştı. Gelirler başarı esasına göre dağıtılacak, küçük kulüpleri yüzyıl boyunca ayakta tutan havuz ortadan kalkacaktı. Premier Lig’in kuruluşuyla Thatcher’cı dönüşüm neredeyse noktalanmıştı. Küçük şehir büyük kulüpleri ekonomik bir darboğazdaydı. 50’den fazla takım iflas edecek, Manchester United, Liverpool, Manchester City, Chelsea gibi futbolun devleri yurtdışından İngiltere’ye taşınan büyük serma­yeyle yoluna devam edebilecekti. Aksi takdirde onlar da kapılarını kapatabilirdi.

Ali Murat Hamarat

Devamını Oku

Son Haberler